31 Mart Olayı ile eş zamanlı olarak başka merkezlerde de kalkışmalar oldu ama en önemlisi Adana’da yaşandı. Olaylarda kaç kişinin öldüğü hâlâ bilinmiyor. Adana Ermeni Piskoposluğu’nun raporuna göre 17.844, İstanbul’daki Ermeni Patrikhanesi’nin Adana’ya gönderdiği heyete göre 21.330 ölü (Ermeni) vardı.

Geçen hafta bıraktığım yerden devam ediyorum. Avrupa, Balkanlar, Kafkasya, Ortadoğu ve Kuzey Afrika coğrafyasında sosyal, ekonomik ve siyasi haritanın radikal değişiklikler geçirdiği bir çağda, Meclis-i Mebusan’ı feshettiği 12 Şubat 1878’den beri ülkeyi otokratik bir baskı rejimi ile yöneten II. Abdülhamid’e normal yollardan muhalefet edemeyenler, 21 Temmuz 1905’te, Yıldız Camii’nden çıkarken bir bombalı saldırı düzenlemişlerdi. Tarihe Bomba Olayı diye geçen suikastın ayrıntıları dönemin sansür uygulamaları nedeniyle ancak 1909’da ortaya çıkmıştı. O günden bu yana hikâyeye yeni bir şeyler eklenmedi. Olay aşağı yukarı şöyle gelişmişti:
Abdülhamid kuruntulu bir padişah olduğu için, cuma namazlarını Yıldız Sarayı’nın kapısından 300-400 metre uzaklıktaki Yıldız (Hamidiye) Camii’nde kılardı. Dönemin tanıklarına göre yolun iki tarafına padişahın muhafızları, süvari ve piyade hassa askeri iki sıra dizilir, Mızıka-i Hümayun Marş-ı Sultani’yi çalar, devlet ileri gelenleri ve komutanlar bu törende hazır bulunurlardı. Belirli ve alışılmış kişilerden başka kimse Cuma namazı için padişahla beraber camiye giremezdi. Her tarafta bendeler, hafiyeler, sivil polisler bulunurdu.

(Abdülhamit Dönemi’ndeki Cuma selamlıklarından biri)

26 ÖLÜ, 58 YARALI
İşte 21 Temmuz 1905 günü, yine böyle bir törende, İstanbul’un her yerinden duyulan korkunç bir patlama oldu. İnsan ve hayvan cesetlerinin kanlı parçaları, taşlar ve topraklar etrafa savruldu. Sonradan anlaşıldığına göre 26 kişi ölmüş, 58 kişi yaralanmış, 20 at ve 17 araba parçalanmış, cami hasar görmüştü, ancak Abdülhamid sağ ve salimdi…
Rivayete göre patlamadan sonra, evhamı ile tanınan Abdülhamid kendini kontrol etmeyi başararak sadece “Ne var, ne oldu?” diye sormakla yetinmiş, ardından kılıç çekerek avluya doluşan süvari birliğine “Korkmayın, korkmayın” dedikten sonra saltanat arabasına atlayıp, dizginleri bizzat eline alarak oradan süratle ayrılmıştı. Tören Dairesi’nin önünden geçerken elçiler tarafından selamlanan Abdülhamid, her cuma olduğu gibi o gün de Çit Köşkü’nde elçileri kabul etmişti. O gün ve ertesi gün kendisine geçmiş olsun diyenlerle ilgilenecekti.

148 KİLO PATLAYICI
Olayı soruşturmak üzere bir komisyon kurulmuş, yolda bulunan bir lastik parçasının izi sürülerek arabanın markası tespit edilmişti. Markadan kalkarak arabaya, arabadan da suikastçılara ulaşılmıştı. Daha sonra şehrin çeşitli semtlerinde baskınlar yapılmış, iddialara göre değişik mekânlarda depolanmış 148 kilo ‘Milinit’ adlı patlayıcı malzeme ile Osmanlı Bankası ve Galata Köprüsü’nü uçurmak üzere kazılmış yeraltı tünelleri bulunmuştu.
Daha sonra ortaya çıkmıştı ki suikastı düzenleyen çekirdek ekip, Taşnaksutyun’un üç kurucu üyesinden biri olan Tiflisli Hristafor Mikayelyan (kod adı Samuel Fayn) ile kızı olarak tanıtılan Rubina Areşyan (kod adı Rubina Fayn) ile Rusya Ermenilerinden Mardiros Markaryan’dan (kod adı Safo) meydana gelmişti. Beyoğlu’ndaki Moraviç Apartmanı’nda bir daire kiralayan suikast timi Belçika’da pek çok bombalama olayına karışmış ‘gedikli’ anarşist Charles Edouard Jorris ve eşi Anna ile temasa geçmişti. Mikayelyan, bombayı hazırlama aşamasında Bulgaristan’da öldüğü için ekip onsuz devam etmişti. (Suikasta katılan Ermenilerin adı her kaynakta farklı veriliyor. Sonunda, okurlarımdan Sevan Değirmenciyan’ın o dönemde kaleme alınmış Ermeni kaynaklarından bana aktardığı isimlerin daha doğru olduğu kanısına vardım ve onları kullandım.)

CEHENNEM MAKİNESİ
Suikast, Viyana yapımı ‘machine infernale’ (Cehennem makinesi) denen saatli bir bomba ile gerçekleştirilecekti. Titiz gözlemler sonunda Abdülhamid’in namazdan sonra caminin binek taşından arabasına bir dakika 40 saniyede (bazı kaynaklara göre iki dakika 40 saniyede) geldiği saptanmıştı. Ardından 100 kg. ağırlığındaki demir-çelik parçacıklarından oluşan bombayı taşımak için Viyana’daki Nesel Dofer araba fabrikasına şık bir fayton tasarımı hazırlatmışlardı. Suikastçılar bu tasarıma uygun olarak imal ettirdikleri parçaları İstanbul’a getirmişler, Şişli’deki bir ahırda monte ettirmişler, faytonu çektirmek için dönemin ünlü orta oyuncusu Kel Hasan’dan iki doru at satın almışlardı.
Ekip, Abdülhamid’i beklemek üzerine Yıldız Sarayı’nın Saat Kulesi’nin (1890 yılında Ermeni mimar Sarkis Balyan tarafından yapılmıştı) altındaki yerlerini almışlardı. Bombanın tam zamanında patlaması için uygun bir düzenek hazırlanmıştı. Ancak başta belirttiğim gibi 26 kişi ölü, 58 yaralıya rağmen Abdülhamid’in kılına zarar gelmemişti.

(Bombanın patlamasının ardından)

Peki, suikast neden başarısız olmuştu? Olayın en yakın tanıklarından olan Woods Paşa’nın anlattığına göre, Abdülhamid önce Şeyhülislam Cemalettin Efendi ile ayaküstü sohbet etmiş, ardından da İstabl-ı Amire (Saray Ahırı) müdürüne bir dahaki selamlık törenine kadar arabası için yeni atlar temin edilmesini emretmişti. Dönemin tanıklarından Abdullah Bedevi (Kuran) ise, Harbiye Mektebi’nde kurulan İhtilalci Askerler Cemiyeti’nden Kırşehirli Rıza adlı bir öğrencinin Abdülhamid’e dilekçe vermesi yüzünden Abdülhamid’in birkaç dakika geciktiğini iddia etmişti. Hangi iddia doğrudur bilinmez ama anlaşılan bu iki-üç konuşmanın neden olduğu birkaç dakikalık gecikme Abdülhamid’in hayatını kurtarmıştı.

“BİR LÂHZA-İ TEAHHUR”
Daha sonra olayın arkasında sadece Ermeni komitacıların değil İttihatçıların da olduğu iddia edildi. İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin (İTC) 1907’de Paris’te yapılan II. Kongresi’nde, Abdülhamid’i yıkmak için İttihatçılarla Taşnakların ittifak yaptığı bugün bilinmekteydi. 1908’de Abdülhamid’e Meşrutiyet’in ikinci kez ilan ettirilmesi de bu ittifakın sonucuydu. Ancak, suikasta katılması yönünde davet alan İttihatçı Ahmed Rıza’nın bu teklifi şiddetle reddettiği ve bağımsız bir Ermeni devleti yararına hedefe doğru giden bir partiyi kınadığı da biliniyordu. Kısacası İTC katkısı soru işaretiydi.
Öte yandan sadece İttihatçılar değil, istibdat yönetimine karşı olan başkaları da Bomba Olayı’nı onaylamışlardı. Örneğin Abdülhamid’in siyasi muarızlarından Tevfik Fikret (İttihatçı değildi), 1908’den sonra yayımlanabilen ünlü “Bir Lâhza-i Teahhûr” (Bir Anlık Gecikme) adlı şiirinde günümüz Türkçesiyle “…silkip yüzyılların boyunlarındaki ilmiklerini, en çetin/bir uykudan uyandırır milleti dehşetin/ey şanlı avcı, tuzağını boşuna kurmadın!/attın fakat yazık ki, yazıklar ki vuramadın!/…/ bir kavmi çiğnemekle bu gün eğlenen alçak/bir anlık gecikmeye borçlu bu keyfini!” diyerek suikastın başarısızlıkla sonuçlanmasından duyduğu büyük üzüntüyü dile getirmişti.
Tarihçi Ahmed Refik Altınay (ki o da İttihatçı değildi) olayı anlatırken “Osmanlı milletini Abdülhamid’in zulmünden kurtarmak için bu kahramanca hareketin Ermeni vatandaşlarımız tarafından icra olunduğu anlaşıldı,” demişti.
1909’daki 31 Mart Olayı’ndan sonra, Yıldız Sarayı’nda ele geçirilen belgeler arasında Bomba Olayı’na dair jurnallerle birlikte Ermenilerin verdiği jurnaller (ihbarlar) de vardı. Hatta o sırada Osmanlı İmparatorluğu’nun Londra Sefareti’nde Üçüncü Sekreter olan Esat (Paker) Bey anılarında Abdülhamid’in kendisine hazırlanan suikasttan haberdar olduğunu; bu konudaki istihbaratı Londra Sefiri Kostaki Muzurus Paşa’dan, Muzurus Paşa’nın da bir Ermeni’den almış olduğunu yazmıştı. Kısacası Bomba Olayı’na Türklerin veya Ermenilerin yaklaşımı tek tip değildi. Bazı Ermeniler ve Türkler Abdülhamit rejiminden yana yer almışlar, bazıları ise ona muhalefette birleşmişlerdi.

BELÇİKA’NIN BASKISI
Olayı soruşturmak üzere kurulan komisyon yüzlerce tanık dinledi, binlerce sayfa fezleke tuttu. Suikastçıların bir bölümü ölmüş, bir bölümü yurtdışına kaçmıştı. Planlar hakkında her türlü bilgiye sahip olduğu sanılan Hacı Nişan Minayan adlı komitacı konuşmamak için bileklerini teneke ile keserek intihar etmişti.
Mahkemenin karar vermesinden bir gün önce yani 17 Aralık 1905 günü Belçika Hükümeti Osmanlı İmparatorluğu’na bir nota verdi. İstanbul Belçika’nın notasına kulak asmadı ve Joris’i 18 Aralık 1905 günü idama; diğer sanıkları da hapse mahkûm etti. Ama Belçika olayın peşini bırakmadı. Baskının nasıl sonuçlandığını Abdülhamid’in Mabeyn Başkâtibi Tahsin Paşa’nın anılarından okuyalım: “Bir gece Brüksel’den Yıldız’a bir telgraf geldi. Bu telgrafta Joris’in affı dileniyordu. Telgraf rica ve tehdit ile karışık bir ifade ile yazılmıştı. Joris hapishane hücresinden saraya getirildi, padişahla bilvasıta [aracısız] görüştü, Ermeni komitaları aleyhine çalışmak ve bunların durumları, hareketleri hakkında bilgi vermek üzere para karşılığında Sultan Hamid’in hizmetine girdi, beş yüz altın yolluk bağışlanarak Sirkeci’den trene bindirildi ve gitti. Sultan Hamid’i ortadan kaldırmak için görev kabul etmiş olan Joris, çok geçmeden Sultan Hamid’in hafiyeliğini alarak Avrupa’ya döndü ve hayli hizmet etti.

1909 ADANA İĞTİŞAŞI
Aradan iki yıl geçti. 27 Eylül 1907’de Jöntürk hareketinin Selanik ve Paris kolları Osmanlı İttihat ve Terakki Cemiyeti adı altında birleştiğinde hareketin önündeki en önemli sorun hareketi Anadolu’da yayacak bir teşkilata ve etkinliğe sahip olmamaktı. İşte bu eksiklik 27-29 Aralık 1907’de Paris’te yapılan kongrede Haçadur Malumyan (nam-ı diğer Agnuni), Prens Sabahaddin ve Ahmet Rıza’nın başkanlık yaptığı üç oturumda kurulan ittifakla dolduruldu. (II.Meşrutiyet’in ilanın arka planını şu yazımda anlatmıştım: Okumak için tıklayın)
23 Temmuz 1908’de II. Abdülhamit’in Meşrutiyet’i ikinci kez ilan etmesini sağladıktan sonra İTC daha önce alınmış kongre kararlarına bağlılıklarını teyid etmişler, sadece Abdülhamid’in tahttan indirilmesinden vazgeçtiklerini söylemişti. Bu geri adıma ses çıkarmayan Taşnaksutyun’un İTC’ye ilettiği 3 Ağustos 1908 tarihli talepler listesinde Ermeni vilayetlerinde serbest dolaşıma izin verilmesi, 1894-1908 arasında Ermeniler aleyhine çıkarılan bütün kararnamelerin geri çekilmesi, Ermeni siyasi tutukluların salınması, sürgünlerin ve göçmenlerin evlerine dönmesine izin verilmesi vardı. Bu tekliflerin hemen hepsi kabul edildi. 1908 Eylülünde Hamidiye Alayları’nın dağıtılması kararı alındı.

ÇOĞULCU MECLİS
30 yıl aradan sonra 17 Aralık 1908’de açılan Meclis-i Mebusan’da 147 Türk, 60 Arap, 27 Arnavut, 26 Rum, 12 Ermeni, 10 Slav ve 4 Yahudi mebus yer aldı. 1909 Kasımında Hamidiyeci Kör Hüseyin Paşa tutuklandı ve elinden alınan bütün toprakları yasal sahipleri olan Ermenilere iade edildi. Ortaya çıkan olumlu havada Balkanlar, Kafkasya ve ABD’de yaşayan 50 bin kadar Ermeni geri döndü. Hayvan sayısı ve rekolte arttı. Kısacası ülkede bir umut, bir mutluluk havası egemen olmuştu ki, İstanbul’da tarihe ’31 Mart Vak’ası’ veya ’31 Mart Olayı’ olarak geçen ayaklanma patlak verdi. (Olay, bugün kullandığımız Milâdî Takvim’e göre 13 Nisan 1909 günü, o tarihte kullanılan Rumî Takvim’e göre ise 31 Mart 1325 günü başladığı için böyle adlandırılmıştı.)
11 gün süren isyanın lider kadrosu doğru dürüst soruşturma yapılmaksızın idam edildiği ve İttihat ve Terakki Cemiyeti (İTC) arşivleri günümüze kadar ulaşmadığı için olayın arkaplanını hâlâ tam bilmiyoruz. Ancak ön yüzde, İTC’yi sevmeyen sabık Sadrazam ‘Monarşist’ Kıbrıslı Kâmil Paşa, hem İTC’ye, hem Saray’a karşı olan ‘ademimerkeziyetçi’ Prens Sabahaddin’in Ahrar Fırkası; iktidara tamamen el koymak isteyen İTC; halkın dinî duygularını tahrik eden Derviş Vahdetî ve Nakşibendîlerin kontrolündeki İttihad-ı Muhammedi Cemiyeti; Meşrutiyet’le birlikte ayrıcalıklarını yitirmekten korkan medreseli softalar; Arnavut asıllı askerler arasındaki milliyetçi unsurlar, ulema veya asker kılığına girmiş yerli ve yabancı ajanlar gibi değişik aktörler vardı. Ancak, planlayıcısı kim olursa olsun, sonuçta kazançlı çıkan ordu ve İTC olmuştu. İsyan bastırıldıktan sonra, Abdülhamid tahttan indirilerek Selanik’e sürgüne gönderilmiş, 1826’da Yeniçeri Ocağı’nın kapatılmasından beri siyasetten uzak tutulan ordu yeniden siyasete ağırlığını koyarken, İTC adım adım iktidarı ele geçirmeye başlamıştı. (Bu olaya dair şu yazıma bakılabilir: Okumak için tıklayın)

1909 ADANA İĞTİŞAŞI
31 Mart Olayı ile eş zamanlı olarak başka merkezlerde de kalkışmalar oldu ama en önemlisi Adana’da Osmanlı kaynaklarına göre ‘Adana İğtişaşı’ (karışıklığı), Ermeni kaynaklarına göre ‘Adana Faciası’, misyoner kaynaklarına göre ‘Adana Katliamı’ yaşandı.
Kilikya (Adana havalisi), 14. yüzyıldan beri Ermeni nüfusun yoğun olduğu, ancak 1894-96 çatışmalarında zarar görmemiş bölgelerden biriydi. Görmemişti ama Doğu vilayetlerinden kaçan, göçen Ermenilerle nüfusu neredeyse ikiye katlamıştı. O yıllarda, zengin bir liman bölgesi olan Adana’nın 550 binden biraz fazla olan nüfusunun 60 bin kadarı Ermeni, 25 bini ‘Arap Uşağı’, 10-15 bini Rum, geri kalanı yani 450 bin kadarı da Müslüman/Türk’tü. Yönetim bu kesimin elindeydi ama ekonomi Ermenilerden soruluyordu. Özellikle Adana’daki pamuk tarımı ve ticaret Ermenilerin elindeydi.
Ancak 1898’de Adana’ya vali olarak atanan Bahri Paşa Ermeni karşıtı politikalara uymamış, Ermenilere yönelik asılsız ihbarlara kulak asmamış, Ermeni toplumunun başı Piskopos Muşeğ Efendi ile işbirliği içinde olmuş, böylece tüm şehir ahalisi ile birlikte Ermeniler ekonomik ve toplumsal açıdan gelişmeye devam etmişlerdi. Bu hassas durum, 1908’den itibaren değişmeye başladı. Müslüman/Türk kesim, eski pozisyonlarını kaybetmekten mutsuzdular. Gayrimüslimler ise Meşrutiyet’in en ateşli taraftarı oldukları halde (Kozan mecliste Hınçaklardan Murad/Hampartsum Boyacıyan’la temsil ediliyordu) kendilerine verilen haklardan tatmin olmamışlar, daha fazlasını elde etmenin yollarını arıyorlardı. Özellikle 1894-1896 sürecinde ellerinden alınan mülklerle ilgili ısrarcıydılar. Siyasi temsillerinin arttırılmasını istiyorlardı.

ORTAM GERİLİYOR
Bahri Paşa’nın yerini alan Cevad Bey bir önceki vali gibi Papaz Muşeğ Efendi ile dost değildi. Muşeğ Efendi de mevcut hoşnutsuzlukları milliyetçi kanala akıtmak için gönül rahatlığıyla çalışıyordu. Ayrıca Cebel-i Bereket (Mersin) Mutasarrıfı Asaf Esad, Bahçe Müftüsü, Hassa, Islahiye ve Osmaniye kaymakamlıklarında bazı yöneticiler ve memurlar Ermenilere kötü davranarak, İhsan Fikri’nin İtidal gazetesi ise Hıristiyanları düşmanlaştıran yayınlarla ortamı iyice geriyorlardı. Adana eşrafından Bağdadizade Abdülkadir Efendi ve oğlu Abdurrahman Efendi ise İTC karşıtı politikaların başını çekiyordu. Bağdadizade’nin yönlendirdiği Edilbelileri Aşireti, Adana’da Müslüman kadınların çarşıda pazarda, özellikle de Ermeni dükkanlarında yüzleri açmalarının şeriata göre caiz olmadığını ileri sürerek habire olay çıkarıyordu.
1908’den itibaren her vatandaşın öz savunma için silah taşımasını izin verildiği için iki toplum da aynı hızda silahlanıyordu. İngiliz Konsolosu’nun dediğine göre bölgeye kanunsuz yollardır 40 bine yakın silah getirilmişti. Üç önemli Ermeni tüccarı da silah ticaretinin başını çekiyordu. Ancak sayıda Müslümanlar daha fazla oldukları için onların silahlı gücü daha fazlaydı. Mart ayında ortalıkta dolaşan “Ermeniler ayaklanmaya hazırlanıyor”, “Müslümanlar Ermenileri kesecekler” türü fısıltılar yüzünden bölge patlamaya hazır barut fıçısına dönmüştü.

14-16 NİSAN ÇATIŞMALARI
Nisan ayının başları Çukurova için önemli bir aydı. Her yıl olduğu gibi Mart ayından itibaren pamuk çapası için çevre illerden gelen çoğunluğu Kürt asıllı mevsimlik işçiler şehrin çeperlerinde çadırlarını kurmuşlardı. Arpa hasadı için ise civardaki Ermeni köylerinden işçiler gelmişti. Adana’daki Ermeni nüfus neredeyse ikiye katlamıştı. artmıştı. Bu kişiler şehrin çeperlerinde çadırlarda, barakalarda kalıyorlardı, dolayısıyla şehrin kayıtlarında yer almıyorlardı. 12 Nisan günü Ermeniler için çok önemli olan Paskalya Yortusu’ydu. 13 Nisan’da Adana pazarı kurulmuştu. Ayrıca Doğu vilayetlerinde çalışan Amerikalı misyonerler yıllık toplantıları için Adana’ya gelmişlerdi. İşte Rumi Takvim’e göre 1 Nisan 1325, Miladi Takvime göre 14 Nisan 1909 günü şehirde nasıl olduğu hâlâ tam olarak bilinmeyen bir nedenle iki toplum birbirine girdi. Sadece Adana’da değil Misis, İncirlik, Ceyhan (Hamidiye), Osmaniye, Tarsus, Sis (Kozan) kazalarında da olaylar sürdü. Hatta Kesap ve Antakya gibi uzak yerlerde de olaylar yaşandı. İki gün içinde tarafların kayıpları neredeyse birbirine eşitti.
16 Nisan’da çatışmaların durmasının nedeni birbiri ardına İngiliz, Fransız, Alman ve Amerikan savaş gemilerinin Mersin limanına yaklaşmaları veya yaklaştıkları haberlerinin çıkmasıydı. 23 Nisan 1909 günü Hareket Ordusu’nun bir bölüğü şehre girdiğinde durum sakindi ama iki gün sonra Adana’da bazı Ermeni gençlerinin askerî kışlaya silahlı saldırı yapması üzerine sadece Adana’da olmak üzere yeni bir alevlenme yaşandı. Bu sefer Hareket Ordusu gelecek diye ikna edilerek silahları ellerinden alınmış Ermeniler hedefteydi sadece.

(31 Mart Olayı’nı bastırmak üzere Selanik’ten gelen Hareket Ordusu İstanbul’a girerken)

GÖĞÜSLERİNİ SİPER EDENLER
Bunlar olurken Ermenilere yönelik saldırılara göğüslerini siper eden Müslümanlar da vardı. Olayları yaşayan avukat Garabet Çalyan’ın belirttiğine göre Feke Kaymakamı Nuri Bey, Kozan Mutasarrıfı, Adana’da Hüseyin Daim adlı biri, Adana’da redif taburunda görevli Çerkez Ali Ruhi Efendi, Arifiye (Hamidiye) Karamezar köyünden Lostanzade Zekeriya Efendi canlarını tehlikeye atarak Ermenileri korumuşlardı. Olaylar sırasında tutuklanıp işkence gören, ardından beraat edip Mısır’a göçeden Artin Arslanyan adlı tanık ise sorgu hakimi Zülfü Bey, adliye memuru İsmail Efendi’nin adını veriyordu.
Olaylar 27 Nisan’da tamamen sona erdi. Pek çok Ermeni ve Müslüman tutuklandı. Yerel unsurlardan bir tahkikat heyeti kuruldu. Üyelerinden biri Müslüman ahaliyi kışkırtma işini başarıyla yapmış olan Bağdadizade Abdurrahman Efendi idi. Heyetin istihbarat işlerini ise Avedis Sisliyan adlı eski bir Abdülhamit dönemi ajanı yürütüyordu. İddialara göre bazı Ermenilerden işkence ile Piskopos Muşeğ Efendi ve Hınçaklar aleyhine ifadeler alınmıştı. Yine de heyetin raporu üzerine Vali Cevad Bey “olaylar esnasındaki aczi” nedeniyle altı yıl süreyle devlet hizmetinden uzaklaştırıldığı gibi bundan sonra idari görevlerde bulunmamasına karar verildi.

MECLİS HEYETİ GÖNDERİLİYOR
Ayrıca Mersin Mutasarrıfı Esad Bey, Şura-yı Devlet Divan Başkanı Faik Bey, Manastır Vilayeti Adliye Müfettişi Mosdiçyan Efendi, Meclis-i Mebusan üyeleri Yusuf Kemal (Tengirşenk) ve Hagop (Agop) Babikyan hükümet tarafından olaylara dair bir rapor hazırlamakla görevlendirildi. Heyet üyeleri aralarında anlaşamadıkları için raporlarını tamamlayamadılar ama Yusuf Kemal Bey daha sonra hatıratında (sadeleştirilmiş Türkçe ile) şöyle demişti: “Yabancı müdahalesi sayesinde ayrı bir krallık kurmak amacıyla girişilmiş bir Ermeni ihtilaline kesinlikle inanmam. Eğer böyle bir amaçları olsaydı, topluca dağa çekilir, oradan kendilerini savunabilirlerdi (…) Bundan başka revolver ve av tüfeklerinden başka bir şeyle silahlı olmayan Ermenilerin gelişkin Osmanlı ordusuna karşı gelebileceklerini varsaymak saçma olur. Yabancı müdahaleye gelince, biraz politikadan anlamak sahibi olmak, böyle bir fikrin saçmalığını kanıtlamaya yeter. Müslümanlara gelince onların pek çoğunun, hükümetlerinin, yaşamlarının, dinlerinin tehlikede bulunduğuna gerçekten inandıkları düşüncesindeyim. Cehaletleri böyle bir durumun olanaksızlığını anlamayacak kadar çok idi. İçlerinden birçoğu Ermenilerce verilen küstahça söylevlerle kışkırtılmış (…) bundan başka yağma hırsı çevrenin çapulcularını çekmişti.”
Daha sonra evinde şüpheli şekilde ölü bulunan (resmi rapora göre kalp krizi, Ermeni kaynaklarına göre zehirlenmeydi neden) Hagop Babigyan’ın raporunda da (ancak 1912 yılında yayımlanmıştı) “Katliamlardan sonra Adana’da neredeyse Ermeni kalmamış gibiydi. Bir kısmı öldürülmüş, bir kısmı kaçmayı başarmış, kalanlar koyun sürüsü gibi birkaç jandarmanın nezaretine terk edilmişlerdi. Araştırmalar başladığında, bir yanda sevdiklerinin bedenlerine gözyaşı akıtmaktan tükenmiş zavallı insan enkazları, öte yanda kışkırtıcılar, katliam tertipçileri, yağmacılar ve katiller duruyordu. Bu şartlar altında mülki idare ne yaptı? Hükümete karşı isyan başlattıkları ve ateş açtıkları suçlamasıyla, hayatta kalanlar arasında göze çarpan herkesi hapse tıktı ve zincire vurdu. Bu tuhaf tutumla birlikte, katliamların yaratıcısı ve tertipçisinin bizzat yerel mülki idare olduğunu bilmeyenler de öğrenmiş oldu…” diye yazıyordu.
Mayıs ayında biri Adana’da diğeri Cebel-i Bereket’te (Osmaniye) olmak üzere iki Divan-ı Harb-i Örfi kuruldu. Uzun bir yargılama süreci sırasında mahkeme heyeti Ermenileri “1894-1896’da hadleri bildirilmediği için uslanmamakla”, “yabancı devletlerin de kışkırtmasıyla ayaklanmaya hazırlanmakla” suçladı ancak bazı Müslümanların cinayetlerini de görmezden gelemedi. Sonuçta tutuklu bulunan 130’u Müslüman, 95’i gayrimüslim (çoğu Ermeni) 225 kişiden, 9 Müslüman, 6 Ermeni suçlu bulunarak 10 Haziran 1909’da idam edildi.


OLAYLARDA KAÇ KİŞİ ÖLDÜ?
Olaylarda kaç kişinin öldüğü hâlâ bilinmiyor. Adana Ermeni Piskoposluğu’nun raporuna göre 17.844, İstanbul’daki Ermeni Patrikhanesi’nin Adana’ya gönderdiği heyete göre 21.330 ölü (Ermeni) vardı. Hagop Babigyan’a göre ölen Ermeni sayısı 21 bindi. Bir Osmanlı kaynağına göre Adana’da 3.379 kişi ölmüştü, bunun 1.924’ü Müslüman’dı. Bir başka Osmanlı kaynağına göre 5.683 kişi ölmüştü, bunun 1.487’i Müslüman’dı. Yusuf Kemal Bey de buna yakın bir sayı vermişti. Ancak Osmanlı kaynakları, nüfus kayıtlarını esas aldıkları için, Adana civarında yaşayan göçebeleri, mevsimlik tarım işçilerini hesaba katmıyordu. Nitekim Ağustos ortalarından itibaren Adana Valisi olacak Cemal Paşa anılarında, 17 bin Ermeni ile 1, 850 Müslüman’ın öldüğünü yazacaktı. Ayıca Batı basınında aleyhine çıkan görüşlere karşı da şu ayrıntıları vermişti: “Mandelstamm kitabının 205. sayfasında Adana katliamından mesul olan Müslümanlar’ın en ehemmiyetsizlerinden yalnız dokuz kişinin idam olunduğunu, Türkler hakkındaki garezkar neşriyatıyla meşhur olan Adosidis ismindeki bir Rum’un eserine atfen iddia ediyorsa da, gerek Adosidis ve gerek Mandelstamm yalan söylüyorlar. Adana’ya gelişimden dört ay sonra yalnız Adana şehrinde Divan-ı Harb-i Örfi mahkumlarından otuz Müslümanı idam ettirdiğim gibi ondan iki ay sonra da Erzin kasabasında on yedi Müslümanı idam ettirdim. Bunlarla beraber yalnız bir Ermeni idam olunmuştur. İdam olunan Müslümanlar arasında Adana’nın en eski ve en zengin ailelerine mensup gençler bulunduğu gibi, Bahçe kazası müftüsü de vardı. Bu müftünün o havali Türkleri nezdinde pek büyük bir nüfuzu vardı.”

ZABEL YESAYAN’IN TANIKLIĞI
Elbette katliamlarla birlikte Adana şehri de adeta harabeye dönmüştü. Nitekim ikinci fasıl Divan-ı Harp üyeleriyle birlikte Ermeni Patrikhanesi tarafından bölgeye gönderilen heyetin üyesi feminist edebiyatçı Zabel Yesayan, Temmuz-Eylül 1909 arasında onun tabiriyle ‘Gligya’da şahit olduğu trajedileri anlattığı Averagnerun Meç (Yıkıntılar Arasında) adlı anı kitabına şöyle başlamıştı: “Tüm cömertliğiyle gözleri kamaştıran güneşin altında, yerle bir edilmiş şehir uçsuz bucaksız bir mezarlık gibi uzanıyor. Her yer harabe… Hiçbir şey esirgenmemiş, tüm kiliseler, okullar, evler… Hepsi kavrulmuş, şekilsiz taş kümelerine dönüşmüş, aralarından yer yer bina iskeletleri yükseliyor. İnsafsız, zalim bir nefret, doğudan batıya, kuzeyden güneye, Türk mahallelerinin sınırlarına kadar her yeri, her şeyi ateşe verip yok etmiş. Ve bu ölümcül ıssızlığın, bu geniş kül yığınlarının içinde iki minare dimdik ayakta, mağrur. Kan ve göz yaşına bulanmış, paramparça giysiler içinde, dullar, yetimler ve yaşlılardan oluşan bir kalabalık çıkıyor karşımıza. Adana halkından geriye kalanlar… Fırtınadan sonraki durulmuş deniz gibi koyu bir sessizliğe bürünmüşlerdi, onulmaz acı ile keder derinliklerinde gizlenmişti ve bu acı ara sıra su yüzüne çıkıyordu. Yaşamaya, yeniden hayat bulmaya dair umutları katledilmişti- açlık ve susuzluk da bedenlerini uyarıp bu uyuşmuşluktan çıkarmazsa yaşam onlar için tümden sönmüş olurdu. Maruz kaldıkları tüyler ürpertici muameleye rağmen, sanki hatıralarının izini takip edercesine uzun süre sessizliğe gömülüyorlar, sonra birden, adeta göğüslerini yırtan feryatlar yükseliyor: Aman!…”


İTC-TAŞNAK İTTİFAKI YARA ALIYOR
Zabel Yesayan’ın edebi bir dille ancak tüm çıplaklığı ile sayfalar dolusu anlattığı insani trajediler kadar önemli değil ama olaylar sırasında yıkılan yapılar, sayıca Adana’daki yapıların beşte birini, değer olarak üçte birini oluşturuyordu. Sigorta şirketlerinin karşılamak zorunda kaldıkları poliçeler bile 750 bin Osmanlı altına ulaşmıştı. Hagop Babigyan’a göre ise mal ve mülk kaybı 3 milyon Osmanlı altınından az olamazdı. Valiliği sırasında Cemal Paşa, yıkılan binaların onarımı için bir komisyon kurdu. 200 bin lira banka kredisi buldu. Bu sayede Müslüman ve Ermeni mahalleleri yeniden ayağa kaldırdı. Bir süre sonra da şehir tekrar eski günlerine döndü.
Ancak Adana olayları, İTC-Taşnak ittifakında ciddi bir kırılmaya neden oldu. Taşnaklar içinde bazı kesimler olaylardan dinciler ve Abdülhamid arasında kurulan bir ittifakı sorumlu tutuyordu. Nitekim daha önce anlattığım gibi Bağdadizade’nin kışkırttığı aşiret mensupları kadınların pazara gitmesini, hele yüzlerinin açık olmasını şeriata aykırı bularak olaylar çıkarmışlardı. Ayrıca olaylar sırasında 1908’i sembolize eden bir takın “Padişahım çok yaşa! Kahrolsun hürriyet!” avazeleriyle yıkılması da liberalleşmeye karşı tavrın işaretiydi. Anlaşılan eski rejimin egemenleri eski ayrıcalıklarına kavuşurken zengin Ermeni toplumunu da sahneden atmak istemişti.
Bazı Ermenilere göre olaylardan, 1908’den itibaren Taşnaklarla ittifaktan caymaya çalışan İttihatçılar sorumluydu. Bu kanaatin ilk meyvesi parti içindeki Rusya yanlılarının (ayrılıkçı radikallerin) güçlenmesi oldu. Taşnaksutyun’u İTC’nin politikalarına fazla bel bağlamakla suçlayan Hınçaklar (ki Adana havalisinde esas onlar örgütlüydü) biraz mevzi kazandılar. Taşnaksutyun’un 1909 Ağustosu’nda yapılan 5. Kongresi’nde bu durum uzun uzun tartışıldı ve sonuç bildirgesinin ilk maddesinde İTC ile dayanışmayı devam ettirmek kararı alındı. Ancak bu tarihten sonra ilişkiler hiç de iyiye gitmedi. Hatta Tarık Zafer Tunaya’ya göre 1911 yılında Selanik’te yapılan gizli kongreden sonra ilişkiler savaşa dönüştü. 1909 Adana İğtişaşı 1915’in bir nevi provası mıydı sorusu ise hala cevabını bekliyor…

Özet Kaynakça:Vahdettin Ergin, “Sultan II. Abdülhamid’e Düzenlenen Ermeni Suikastı ve Bu Sebeple Belçika İle Yaşanan Diplomatik Kriz”, Belleten, LIX, S. 225, Ağustos 1995, s. 413–428; Sir Henry F. Woods, Türkiye Anıları, Osmanlı Bahriyesinde 40 Yıl 1869-1909, Çeviren: Fahri Çoker, Milliyet Yayın Ltd., 1976; Tahsin Paşa, Abdülhamid ve Yıldız Hatıraları, Muallim Ahmet Halit Kitaphanesi, 1931; Alpay Kabacalı, Tanzimat’tan 12 Mart’a Türkiye’de Siyasal Cinayetler, Gürer Yayınları, 2007; Necdet Sakaoğlu, “Bomba Olayı”, Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi, C.2, Kültür Bakanlığı ve Tarih Vakfı ortak yayını, 1994, s. 294-295; Asaf Mehmed, 1909 Adana Olayları ve Anılarım, Yayına Hazırlayan: İsmet Parmaksızoğlu, TTK Yayınları, 1986; Yusuf Kemal Tengirşenk, Vatan Hizmetinde, Bahar Matbaası, 1967; Hatıralar, Cemal Paşa, Hazırlayan: Alpay Kabacalı, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2001; Meltem Toksöz, “Adana Ermenileri ve 1909 ‘İğtişaşı’”, İmparatorluğun Çöküş Döneminde Osmanlı Ermenileri, Bilimsel Sorumluluk ve Demokrasi Sorunları, İstanbul Üniversitesi Bilgi Yayınları, 2011, s. 153-162; Turgay Akkuş, “1909 Adana Olaylarına İlişkin Yargılama Süreci”, Ermeni Araştırmaları, S 10, Yaz 2003, http://www.eraren.org/index.php?Lisan=tr&Page=DergiIcerik&IcerikNo=57; Nazan Maksudyan, “Cemal Bey’in Adana Valiliği ve Osmanlıcılık İdeali”, Toplumsal Tarih, S. 176, Ağustos 2008, s. 22-28; 1909 Adana Katliamı: Üç Rapor, Derleyen ve Osmanlıcadan Çeviren: Ari Şekeryan, Aras Yayıncılık, 2015; Zabel Yesayan, Yıkıntılar Arasında, Çeviren: Kayuş Çalık Gavrilof, Aras Yayıncılık, 2014.

(19.04.2015 http://www.radikal.com.tr/)

Previous Story

1894-1896 Ermeni katliamları ve Osmanlı Bankası Baskını – Ayşe Hür

Next Story

Onlar Yoksul Eti Yerler – Enver Gökçe

Latest from Ayşe Hür

Go toTop

OKUMA ÖNERİLERİMİZ