1914 Savaşının İlk Saatleri- Stefan Zweig

Stefan Zweig1914 yazı, Avrupa toprağımıza o felâketi getirmemiş olsaydı da unutulmazdı. Zira böylesıne cömert, biraz tuhaf gelecek bir deyimle, böyle tam yaz gibi bir yazı ben az gürdüm , ömrümce. Gökyüzü günlerce ipek mavisiydi Hava yumuşaktı, ama yapış yapış değildi. Çayırlar güzel kokulu ve sıcaktı. Ormanların taze yeşilinden bolluk taşıyordu.

Yaz sözünü her söyleyişimde, o parıltılı yaz günlerini, elimde olmadan hemen düşünürüm; tarihte, Viyana yakınlarındaki Baden’deydim. Beethoven’in yazlarını geçirmeyi pek sevdiği bu küçük ve romantik şehre, kabuğuma çekilmiştim. Bütün tur ay kendimi iyice çalışmaya verip, yazın geri kalan kısmım da, sevgili dostum Verhaeten’in Belçika’daki küçük çiftlik evinde geçirecektim. Baden’de oturunca, kırların tadına varmak için küçük şehirden uzaklaşmak gerekmez. Tepeleri kaplıyan güzel orman, Beethoven zamanının sadelik ve zarifliğim kaybetmemiş burjuva evleri araşma, hiç göze çarpmadan sokulmuştur. Kahve ve lokantalarda hep açıkavada oturulur. İstiyen, kaplıcaya gelenlerin parkı dolduran şen kalabalığına karışır; istiyen, ıssız yollarda gözden kaybolur.

Katolik Avusturya’nın “Peter ve Paul” diye her zaman önemli bir bayram saydığı 29 temmuzdan bir gün önce, Viyana’dan pek çok gelen olmuştu. Parktâki müzik pavyonu önünde, açık renk yazlıklar giyinmiş şen ve tasasız bir kalabalık dalgalanıyordu. Hava pek hoştu. Kestane ağaçlarının geniş yaprak kümeleri üzerinde alabildiğine bulutsuz bir gökyüzü vardı. Gerçekten mutluluk duyulacak bir gündü. Büyükler için de, küçükler için de, kısa bir süre sonra tatil başlıyacaktı. Bu ilk gerçek pazar gününün mutluluklar getiren havasında, yazın olgun yeşili ve günlük bütün tasalan unutmanın keyfi, vardı.

Kaplıca parkının kalabalığından epiyce uzaklarda oturmuş, kitap okuyordum. Mereschowski’nin ‘“ Tolstoi ve Dostojevrsky” adlı eserini büyük bir ilgi ve heyecanla okuduğumu hâlâ hatırlarım. Amma, bir yandan da, ağaçlan okşıyan rüzgâr, kuşların cıvıltısı ve kaplıca parkından gelen müzik vardı, kafamda. İyice duyuyor ve bundan hiç de rahatsız olmuyordum. Zira kulağımız, çabuk uyar ve alışır. Sürekli bir gürültü, gürültülü bir cadde ve şınltılı bir dereyi kısa sürede bilince aktarır. Fakat ahenk sürüp giderken türden tir duraklama, hemen uyarır ve kulak kabartıveririz.

Dalmış, kitabımı okurken, müzik birden durunca kalakaldım. Kaplıca orkestrasının o sırada -neyi çaldığını bilmiyorum. Fakat müziğin birden kesildiğini anlamıştım. Bir içgüdü irişiyle, başımı kitaptan kaldırdım. Köpüklü tir sel gibi ağaçların arasını dolduran yığın da gerinmeyi bırakmışa benziyordu; tir aşağı tir yukarı dolaşma durmuştu.

Bir şeyler geçmiş olacaktı! Ayağa kalkınca, mürikçilerin pavyondan ayrıldığını gördüm. Bu da olağan değildi. Çünkü, kaplıca konseri başka zaman bir saatten de uzun sürerdi. Konserin böyle küt diye yanda bırakılması için bir şeyler geçmiş olmalıydı! Biraz yaklaşınca, müzik pavyonu önünde heyecanlı grupların toplandığını ve az önce yapıştırılmışa benziyen bir bildirip okumak için herkesin birbiriyle itişip kakıştığını gördüm. Birkaç dakika sonra, manevralar için Bosna’ya gitmiş olan Veliahd Franz Ferdinandla eşinin korkunç bir politika cinayetine kurban gittiğini, haşmetli imparatorun o telgrafından öğrenmiştim.

İlânın çevresindeki kalabalık gittikçe artıyordu. Herkes bu beklenmedik haberi birbirine anlatıyordu. Ama, doğruyu söylemek gerekirse, yüzlerinde öyle pek olağanüstü bir sarsılma ve öfke okunmuyordu. Çünkü, veliaht hiç de sevilmezdi. İmparatorun tek oğlu ilk veliaht Rudolf, Meyerling’te kendini vurmuş bulunduğu gün, çocukluk anılarım arasındadır. O tarihte bütün bir şehir üzüntülü bir heyecanın kargaşalığı içindeydi. Tabutu görmek için de geniş halk yığınları itişip kakışmış. İmparatorun üzüntüsü açıkça paylaşılmış, tek oğlu ve mirasçısının, pek ü-mit bağlanmış olan bu cana yakın ve ileri görüşlü Habsburg Prensinin, tam erkeklik çağında göçmesinden duyulan dehşet belirtilmişti.

Oysa, Franz Ferdinad’m kişiliğinde sevimlilik, çekicilik ve cana yakınlık yoktu; bu özellikler, Avusturya’da herkesin sevgilisi olabilmek bakımından pek önemliydi. Onu tiyatroda çoğu görmüştüm. Locasında, iri ve geniş vücuduyla, kımıldamadan otururdu. Buz gibi ve donuk bakıştan, tek bir kez olsun, seyircilerle dolaşmaz, sanayileri içten alkışlayıp yüreklendirmezdi. Onun güldüğü hiç görülmemişti. Hiç bir fotoğrafta yumuşak bir görünüşü yoktu. Müzikten hoşlanmaz, mizahtan hoşlanmazdı. Karısının bakıştan da onunki kadar sevimsizdi, ikisinin çevresinde buz gibi bir hava eserdi. Hiç dostları olmadığını herkes bilirdi. İhtiyar imparatorun ondan bütün kalbiyle nefret ettiği de bilinirdi. Zira, veliaht, tahta geçmek için sabırsızlandığını ustaca gizlemesini beceremezdi. Bu kaim enseli ve buz gibi donuk bakışlı adamın bir felâkete yol açacağı, yalnız benim mistik önsezim değil, tam terane, bütün milletçe çok yaygın bir düşünceydi.

Onun öldürülmesi, işte bundan ötürü, pek aşırı bir ilgi uyandırmadı. Haber duyulduktan iki saat sonra, gerçek bir yasın en küçük bir belirtisi kalmamıştı. insanlar gülüp konuşuyorlardı. O akşam üzeri lokallerde yine müzik başlamıştı. O gün Avusturya’da gizlice rahat bir soluk alan pek çok kişi vardı, ihtiyar imparatorun taht mirasçılığı, pek sevilen genç arşidük Karl’a düşüyordu.

Ama, ertesi günü gazeteler ölüme geniş yer verdiler ve yağınmayı gerekli öfkeyle ele aldılar, elbette. Fakat bu olayın Sırbistan’a karşı bir harekete yol açacağına en küçük bir belirti yoktu. Bu ölüm, imparatorluk ailesi için, gömü töreni yüzünden, bir uyuşmazlık ortaya çıkardı. Veliahd’in gömüleceği yer, hele imparatorluk için bir görev sırasında ölmesi “bakımından, bütün Habsburglann tarihi türbesi olan Kapuzinergruft’tu. Fakat Franz Ferdinand, imparatorluk ailesiyle yaptığı sert çekişmelerden sonra, bir kontes Chotek’le evlenmişti; kadın gerçi yüksek aristokrasidendi amma, Habsburg sarayının yüzlerce’ yıllık anlaşılmaz kurallarınca, kocasiyle eşit de sayılmazdı. Atşidüşesler, veliahdin eşine karşı — çocuklarının mirasta hak sahibi bulunmadığı gerekçesiyle — büyük törenlerde kendilerini üstün sayar ve bunda direnirlerdi. İşte bu saray kendini beğenmişliğinden, Ur ölüye karşı bile vazgeçilemedi. Nasıl olurdu? Bir kontes Chotek, Habsburg İmparatorluğu türbesine nasıl gömülebilirdi? Hayır, böyle şey olamazdı! Müthiş bir entrika başladı. Arşidüşesler, ihtiyar imparatora saldırıya geçtiler. Milletin resmî yas tutması istenilirken, sarayda entrikalar alıp yürümüştü. Sonunda, hep olduğu üzere, ölü haksız çıktı. Tören yöneticileri, sudan bir taslanma uydurdular; ölü veliahd’in küçük Ur taşra şehri olan Artstetten’de gömülmeyi her zaman pek istediğini söylediler. Bu yalancıktan acınmalı sudan nedenle, genel Ur katafalk, cenaze alayı ve bunların ortaya çıkaracağı aşama çekişmeleri sessizce bir kenara itilmiş oldu.

Seyre oldum olası düşkün Viyana, bu yüzden Ur fırsat kaçırmış, amma olayı da unutmaya başlamıştı. Kıraliçe Elisabeth’in ve daha önceki veliahdın hep feci ölmesi, imparator sarayından olanların çeşit çeşit rezaleti, İhtiyar Franz Josef’in değerli sarayını tekbaşına ve dimdik aşabileceği kanısını Avusturya’da iyice yaymıştı. Daha birkaç hafta geçerse, Franz Ferdinand’ın adı da, kendi de, tarihten büsbütün silinecekti.

Fakat, aşağı yukarı bir hafta sonra, gazetelerde sert çatışmalar başlayıverdi. Bunun Ur rastlantı oldugu kanısını uyandırmak için de, hep birden sesler yükselmişti. Sırp hükümeti olup bitenleri bilmekle suçlandırılıyordu. Bir yandan da, sevgili — sanki pek sevilirmişçesine— veliahdin öldürülmesi caniliğinin cezasız bırakılamıyacağı yazılıyordu. Yayım yoluyla bir şeyler hazırlandığı kanısından kurtulmak hiç de kolay değildi; amma, kimsenin de savaş düşündüğü yoktu. Ne bankalar, ne de işyerleri ve özel kişiler, tasarladıklarında hiç bir değişiklik yapmıyorlardı. Sırbistanla başgösteren bu sürgit gürültü patırdıdan bizlere neydi? işin aslının domuz satışıyle ilgili bir iki alışveriş anlaşmasına dayandığım hep bilmiyor -muyduk? Belçika’ya, Verfaaeren’e yola çıkmak için bavullarımı hazırlamıştım. Çalışmalarım iyi gidiyordu. Sandukasına uzatılmış bir ölü arşidük, benim hayatıma nasd karışabilirdi.

Yaz görülmemiş bir güzellikteydi ve daha da -güzelleşeceğe benziyordu. Hepimiz de tasasız ve kuşkusuz bakışlarla dünyaya bakıyorduk. Son günü Baden de bir dostumla bağlar arasında dolaşırken bir köylünün bize dediklerini hatırlıyorum. Mavi bağcı ceketli ihtiyar: “Böylesine güzel bir yazı yıllardır -görmemiştik” demişti “Havalar hep böyle giderse, -eşsiz bir şarap elde edeceğiz. İnsanlar bu yazı kolay ‘kolay unutamıyacaklar.”

Mavi ceketli ihtiyar, sözlerinde ne korkunç bir -gerçek bulunduğunu, bilmiyordu.
Ostende yalanındaki küçük plaj şehri de Le -Coqueda da, benzeri bir tasasızlık göze çarpıyordu. “Verhaeren’in küçük çiftlik evine konuk gitmeden önce, her yıl yaptığım gibi, iki haftamı burada geçirmek istiyordum. Dinlenmenin tadını çıkarmak istiyenler, plajdaki renkli güneşliklerin altına uzanıyorlar, ya da denizde yüzüyorlardı. Çocuklar, uçurtma uçuruyordu. Genç kızlar ve erkekler, kahvelerin önündeki dalgakıranda dans ediyordu. Akla gelen hemen bütün milletlerden insanlar, bir arada tatlı tatlı eğleniyordu. Daha çek Almanca konuşuluyordu. Çünkü, şehrin az öterindeki Ren bölgesinde yaz izni yapanların çoğu, bu Belçika plajlarına gelirdi. Tek tedirginlik kaynağı, gazete satıcılarıydı. Paris gazetelerinin gözdağı veren o koca başlıklarım “ L’Autriche provocjue la Russie” , “L’Allemanne prepare la mobilisastion.”*’ diye avaz avaz bağırıyorlardı. Gazeteleri alanların yüzleri durgunlaşıyordu amma, sadece birkaç dakikalığına. Bu diplomasi çatışmalarım yıllardır hep bilirdik, eninde sonunda; her zaman en son dakikada, mutlu bir sonuca bağlanırdı. Bu kezde böyle olmasındı. Az önceki asık suratlar, yarım saat sonra, şen kahkaları basıp yine sularda çırpmıyorlardı. Uçurtmalar yine havalanıyordu. Martılar kanat çarpıyordu ve güneş, buram buram barış dolu bir ülkenin göklerinde, apaydınlık gülümsüyor ve ısıtıyordu.

Amma, kötü haberler birbirini kovalıyor ve gittikçe daha ürkütüyordu, önce, Avusturya, Sırbistan’a bir ültimatom vermişti. Karşı tarafın kaçamaklı cevabı bunu izlemişti. İmparatorlar ve kıratlar arasında- telgraflar çekilmişti. En sonunda, artık pek gizlenmiyen seferberlik başlamıştı. Bu kendi halinde küçük yerde duramaz olmuştum. Haberlere daha yakın olabilmek için, küçük elektrikli trene binip hergün Ostende’e yollanıyordum. Haberler günden güne kötülüyordu. Gerçi, insanlar hâlâ denize giriyordu, oteller hâlâ doluydu ve yaz konuklan güle oynıya gevezelik ederek, dalgakıranda hâlâ itiş kakış geziniyordu. Bütün bunların arasına ilk defa olarak bir başka şey de karışıverdi; Belçika jandarmaları ortaya çıkmıştı. Oysa, plaja hiç ayak basmazlardı. Köpek koşulu küçük arabalarla — Belçika ordusunun bir özelliğiydi — makineli tüfekler taşmıyordu.

O sırada bir kahvede, Belçikalı birkaç dostumla — genç bir ressam ve şair Crammeryck— oturuyordum. öğleden sonrayı Belçika’nın en büyük modern ressamı James Ensor’un yatımda geçilmiştik. Aşırı yalnızlıktan hoşlanan ve içine kapanık bir adam olan ressam, hayal gücü ve pırıl pırl renklerle bezenmiş tablolardan çok, asker bandoları için bestelediği o kısa ve kötü polkaları, valsleriyle daha bir ögünürdü. Bize eserlerini pek istekle göstermemişti.

Birisi atılan satın alıverirmiş gibi bir duygu ve tuhaf bir tedirginlik içindeydi. Dostlarının bana gülerek anlattığına göre, eserlerini pahalıya satmak, amma onları yine de elden çıkarmamak hülyasındaydı. Çünkü paraya olduğu kadar eserlerine de düşkündü. Bunlardan bir tanesini elden çıkarınca birkaç gün pek umutsuzlaşırdı. Bu dâhi cimri, çeşit çeşit tuhaf huylariyle, bizi pek neşelendirmişti. Bundan ötürü olacak, köpek koşulu makineli tüfek arabaları ile yeni bir asker kıtası önümüzden geçerken birimiz bir köpegi okşadı; savaş görevlisi bir nesnenin böyle okşatır masiyle askerlik onuru zedelenecek diye korkan bir subay, buna pek öfkelendi. Arşınızdan biri: Bu saçma yürüyüşler de ne oluyor?” diye söylendi. Amma bir başkamız heyecanla: “ Gerekli tedbirler alınacak, elbette” , diye cevap verdi. “ Zira, bir savaş olursa Almanlar biri yarıp geçmek istiyecektir.”

Ben gerçekten bir inançla: “ Olmaz böyle şey!” dedim. Çünkü o eski dünyamızda, andlaşmalarm kutsallığına inanılırdı. “Bir savaş olur da Fransa ile Almanya birbirini kıyasıya temizlerse, siz Belçikalılar kılınızı bile kıpırdatmayın!” Fakat bizim kötümser, görüşünden kolay kolay caymıyordu. Belçikada böyle tedbirlere başvurulmasının bir nedeni olmalıydı. Alman Genel Kurmayının gizli bir plânı olduğu daha yıllarca önceden biliniyordu. Gerektiğinde bütün andlaşmalar çiğnenecek ve Belçika üzerinden saldıracaktı, Fransa’ya. Ne varki, ben de karşımda- kinden daha az direnmedim. Binlerce ve on binlerce Alman burada rahat ve neşeli eğlenir, bu küçük ve tarafsız ülkenin konukseverliğini tadarken, sınırda bir ordunun saldırıya hazır bekliyebileceği bana pek olmaz geliyordu. Bu düşünceyle: “ Saçma!” dedim ““Almanlar Belçika’ya saldırırsa siz de beni şu fenere sallandırın!” Sonradan bu sözlerimi senet saymadıkları için dostlarıma bugün de borçluluk duyarım.

Amma, temmuzun en son ve en tehlikeli günü gelip çattı. Saat başı yeni bir haber geliyor ve bir öncekine uymuyordu, imparator Wîlhelm’in Çar’a telgrafı, Çar’ın imparator Wilhelm ’e telgrafı. Avusturya’nın Sırbistan’a savaş açması. Jaures’nin öldürülmesi. Durumun kötülediği sezilmekteydi. Plajda buz gibi bir korku rüzgârı esivermiş ve bir anda herkes çil yavrusu gibi dağılmıştı. On binlerce insan otelleri boşaltıvermiş, trenler salkım saçak doldurulmuştu. Hattâ pek iyimser olanlar bile, bavullarını toplamış bulunuyordu. Avusturya’nın Sırbistan’a savaş açtığını duyar duymaz, ben de bir bilet aldım.

Gerçekten tam zamanıydı. Çünkü bu Ostende ekspresi, Belçika’dan Almanya’ya giden son tren oldu. Heyecan ve sabırsızlıkla koridorları doldurmuştuk; herkes, ötekiyle birşeyler konuşuyordu. Hiç kimse yerinde duramıyor, bir şey okuyamıyordu. Her istasyonda yeni bir haber almak için dışarıya koşuluyordu. Bağlarından boşanmış korkunç alınyazısını demirden bir el çekip geriletirmiş gibi esrarlı bir umut, hâlâ yitirilmemişti. Bir savaşın olabileceğine, hele, Belçika’ya saldırılabilecegine hâlâ inanılmıyordu. Böylesine bir şaşkınlığı kimsenin aklı almadığından, bunun olabileceğine de inanılmıyordu.

Trenimiz, sınıra ağır ağır yaklaşmış, Belçika sınır istasyonu Verviers’yi geçiyorduk. Alman tren memurları binmişti. On dakika sonra Alman topraklarında olacaktık.

Amma, ilk Alman istasyonu Hetbsthal’e varmamıza daha yan yol varken, tren tarlaların arasında duruverdi. Koridorlara ve pencerelere koşuştuk. Ne olmuştu? Bir yük treninin karanlıkta bize doğru yol aldığını gördüm. Açık vagonların üstü tahtalarla örtülmüştü. Aralıklarından doğru o korkunç top namlularını görür gibi olmuştum. Alman ordularının ileri yürüyüşü başlamış olacaktı. Amma, belki yalnız bir korunma tedbiridir, diye avunuyordum. Belki de, seferberlik yoluyla bir gözdağı vermekti ve gerçek savaş hazırlığı değildi.

Tehlike anlarında en son bir kez yine umutlanmak isteği pek büyüktür. Sonunda: “ Yol açık!” sinyali verilmiş ve tren hareket edip Herbesthal istasyonuna girmişti. Gazete alıp bir şeyler öğrenebilmek için hemen atılıp vagonun basamaklarına indim. Fakat gar, asker işgalindeydi. Bekleme salonuna girmek isteyince, kapalı kapının önünde dikilen aksakallı ve sert bir memurla karşılaştım. Garın salonlarına girmek yasaklanmıştı. Kapı camlarının perdeyle sımsıkı örtülmesine rağmen, kılıç şakırtılarını ve tüfek dipçiklerinin sert vuruşlarını duydum. Canavarın ayaklandığına en küçük bir kuşku kalmamıştı. Almanların Belçika’ya saldırısı, Milletler hukukunun bütün kurallarına aykırı olarak, başlamıştı. Ürperdim ve trene binip, Avusturya’ya yolculuğumu sürdürdüm. Artık hiçbir kuşkum yoktu. Savaşa doğru yol alıyordum.

Ertesi sabah Avusturya’daydım! Genel seferberliği bildiren ilânlar her istasyona yapıştırılmıştı. Trenler, yeni alınmış acemi erlerle doluydu. Bayraklar dalgalanıyor, muzikalar kıyametleri koparıyordu. Viyana’ya vardığımda bütün şehri sarhoş buldum. Kimselerin istemediği, milletlerin ve hükümetin istemediği savaştan, diplomatların işi olan — karşılıklı savaşçılık blöfü oynarken beceriksizlikle ellerin den kaydınverdikleri — bu savaştan duyulan ilk korkular, yerini heyecan ve coşkunluklara bırakıvermişti.

Ana yollarda alaylar ortaya çıkıyor, birden her- yerde bayraklar, bantlar ve muzikalar dalgalanıyor, coşuyor ve coşturuyorlardı. Genç acemi erler, başka zaman kimselerin önemsemediği, alkışlamadığı bu sıradan insanlar, zafere ulaşmışların aydınlık yüzüyle ilerliyordu.

Doğru söylemde gerekirse, yığınların bu ilk harekete geçişinde gözalıcı, sürükleyici, hattâ baştan çıkana bir şey bulunduğunu gizeyemiyeceğim; tesirinden kurtulmak güçtü. Savaşa karşı duyduğum bütün tiksinti ve nefrete rağmen, o ilk günün anısını hiç unutmadım. Binlerce ve yüzbinlerce insan, o gün, barışta duymaları gereken karşılıklı bağlılığı ömürlerinde ilk olarak böylesine güdü ve derinden duymaktaydı. İki milyonluk bir şehir, hemen hemen elli milyonluk bir ülke, bir daha tekrarlanamayacak bir tarih olayını yaşadığını, küçücük varlığını bu kayınyan yığma atıp bütün bencilliklerden arınması gerektiğini, hissediyordu. Şu anda her yerden taşan bir kardeşlik duygusu, sosyal durum, dil, sınıf, din ayrımlarının hepsini silmişti. Hiç tanışmıyan kimseler sokakta birbirleriyle konuşuyor, yıllardır birbirlerini görmezlikten gelenler el sıkışıyor ve heryerde hep canlı yüzlere rastlanıyordu. Herkes, kendi benliğinde bir yükseliş buluyordu. Artık o eski tek başına kişiler değillerdi. Bir yığına katılmış ve milletleşmişlerdi. Başka zaman kimsenin önemsemediği kişilikleri bir anlam kazanmıştı.

Eskiden bütün gününü mektupları ayırmakla geçiren, pazartesiden cumartesiye kadar hep bunu yapan küçük memurun da, yazıcı ve kunduracının da yaşayışına değişik ve romantik bir olanak karışı- yetmişti; kahraman olabilecekti. Üniformalı herkesi kadınlar şimdiden alkışlıyordu. Geride kalanlar bu romantik unvanla ve saygıyla selâmlıyordu, onları. Gündelik yaşayışın içinden alıp yükselten o bilinmez gücü doğruluyorlardı.

Bu ilk taşkınlık saatlerinde, hattâ anaların göz yaşında ve kadınların korkusunda bile, olağan duyguların aşırılığından bir utanış vardı. Amma, bu sarhoşlukta daha derin, daha esrarlı bir güc işbaşındaydı. Bu sağnak, insanlığın üzerine öylesine birden ve bütün gücüyle boşandı ki, düzeydekileri bastırdı ve insanoğlunun hayvan yarımdaki karanlık ilkel itmeleri, bilinç altı içgüdülerini yukarıya sürükledi. Derini gören Freud, burjuva dünyasının kanun ve kurallarından bir kez olsun sıyrılıp ilkel kan içgüdüsüyle azıtmak, “Kültürden nefret” diye adlandırmıştı, bunu. Kendisini kurban etme sevinci ve alkol, serüven düşkünlüğü ve temiz inanç, bayrakların yurtsever ve sözlerin anlatılması güc büyüsüne kadar her şeyin karmakarışık bulunduğu o çılgın sarhoşlukta, karanlık kuvvetlerin de belki bir payı vardı.

Milyonların anlatılamıyacak kadar korkunç sarhoşluğu, zamanımızın en büyük cinayetine çılgın, adeta sürükleyici bir canlılık katıvermişri, bir anlığına.

İkinci dünya savaşının patlak vermesinden başkasını bilmiyen bugünkü nesil, böylesine coşkunlukları biz neden yaşamadık, diye sorabilir, kendi kendine! 1939 daki yığınlar neden 1914 tekiler kadar coşkunca yanıp tutuşmadı? Durumlar bir değil miydi? Hattâ, aslına bakılırsa, bu savaşımız daha kutsal değil miydi? Bu defa sadece sınırlar ve sömürgeler için değil, düşünler uğrunda savaşılmıyor mıydı?

Bunları cevaplandırmak kolay. Çünkü, 1939 dünyamızda, o 1914 deki çocukça temiz inançlardan pek az kalmıştı. O tarihte halk, baştakilere körükörüne bağlanıyordu. Ülkenin yüce babası seksen dördünde İmparator Franz Josef’in büyük bir zorunluk olmadan, hileci ve cani ruhlu düşmanlar barışı tehdit etmeden, milletini savaşa çağıracağını Avusturya’da hiç kimse düşünemezdi. Almanlar da, İmparatorlarının — Çar’a çektiği telgraftan— savaşı kurtarmak için nasıl çırpındığını biliyordu. Kendi halinde kişiler, “yüksek tabaka”ya, nazırlara, diplomatlara ve onların aklıbaşındalığına ve doğruluğuna büyük bir saygı beslemekteydi. Savaş, ancak kendi devlet adamlarının isteği dışında patlak verebilirdi; onların bunda hiçbir suçu olmazdı. Ülkeden hiç kimsede en küçük bir kusur bulunmazdı. Şu halde, caniler ve savaş kışkırtıcılar, ancak sınırın ötesinde olabilirdi.

Ortada hiçbir neden yokken, barışçı Avusturya’ya ve Almanya’ya saldıran utanmaz ve hileci düşmana karşı silâha sarılmak gerekmişti. Kendi yöneticilerinin doğruluğuna, hiç değil elden geleni yaptığına karşı duyulan bu temiz inanç, 1939 yıllarında bütün Avrupa’da ortadan kaybolmuştu. Sürekli bir barış kurma olanağını Versaille’da bile bile elden kaçırdı, diye diplomasi hor görülüyordu. Milletler, silâhsızlanma ve gizli diplomasiden vazgeçilmesi konularında verilen sözlerin nasıl unutulduğunu, utanmadan nasıl aldatıldıklarını çok iyi hatırlıyordu. 1939 da hiçbir devlet adamına karşı saygı beslenmiyordu. Onlara hiç kimsenin kendi alınyazı- sim körükörüne bağladığı yoktu. En sıradan bir Fransız sokak işçisi, Daladier ile alay ediyordu. Ingiltere’de, Münih’ten beri — “peace for our ti m e!” — Chamberlain’in bilgililiğine hiçbir güven kalmamışa. İtalya’da ve Almanya’da yığınlar, Musolini ve Hitler’e bizi nereye sürükliyecek, diye korkuyla bakıyordu.

Karşı durulmazdı, elbette; yurd sözkonusuydu. Askerler silâha böyle sarıldı. Kadınlar çocuklarım böyle gönderdi. Fakat hiç kimse, her şeyi ille de göze almak gerekiyor diye, kaya gibi sağlam bir inanç beslemiyordu, artık. Buyruktan dinliyor, fakat sevinç gösterileri yapmıyordu. Cepheye gidiyorlardı; fakat kahramanlaşmak hülyasını çoktan bırakmış olarak. Akıl almaz kötü bir ahnyazısı ya da politika ve dünya gereği çılgınlığa kurban gidildiğini, milletler de, tekler de sezmeye başlamışa.

Hem , 1914 de ne biliyorduk? Yarım yüzyıla yakın bir barıştan sonra yığınlar, büyük bir savaş konusunda ne bilebilirdi? Savaşı tanımıyorlardı. Hattâ, böyle bir şeyi birgün bile düşünmüş değillerdi. Savaş, masalımsı bir şeydi, işte böylesine uzak kalıştan ötürü; savaşı bir kahramanlık ve romantizm konusu yapmışlardı. Savaşa okul kitapları ve müzelerdeki tablolar açısından bakmıştılar. Pırıl pırıl üniformalı altıların yaptığı parlak saldırılar, büyük bir iyi yüreklilikle hep de kalbin tam ortasına rastlıyan öldürücü bir kurşun!

Bütün savaş hareketi, gümbürtülü bir zafer yürüyüşüydü. 1914 de cepheye giden acemi erler: No- elde evde buluşacağız! diye analarına güle oynıya sesleniyorlardı. Köyde olsun, şehirde olsun” gerçek savaşı hâlâ hatırlıyan kim vardı? Olsa olsa 1866 daki Prusya’ya karşı — bu savaşta beraber olduğumuz — savaşmış birkaç akpak ihtiyar buluna
bilirdi. Hem , o günlerin savaşı ne kansız, ne uzak ve ne çabucak olurdu; pek pek üç hafta sürerdi. Romantik ve hızlı bir gezi, çılgın, amma erkekçe bir serüven gibiydi

Sıradan adam, 1914 savaşını böyle hayal etmişti. Hattâ, delikanlılar, hayatlarına anlam katacak böylesine heyecan verici ve olağanüstü bir rastlantıyı elden kaçırmasak diye, gerçekten telâşlanmışlardı. Korkunç canavarı bayraklaştırmalan bundan ötürüydü. Sevinçten kıyametleri koparıp trenlerde türküler okumaları bundan dolayıydı. İmparatorluğun damarlarında kırmızı bir kan dalgası ateşli ve deli deli akmaktaydı.

1939 nesli ise, savaşı tanıyordu. Kendi kendisini aldatmıyordu, artık. Savaşın romantik değil, barbarlık olduğunu biliyordu. Savaşın yıllar yılı süreceğini ve hayatın bir daha geri getirilemiyecek bir parçasını alıp götüreceğini biliyordu. Düşmana meşe dalları ve renk renk kurdelelerle saldırılmayıp, siper ve karargâhlarda günlerce ve günlerce bomboş oturulacağını, bitlenileceğini, susuzluktan ağızların kurtlanacağını, karşıdakilerin suratını bir kez görmeden parçalanıp gebermenin hiç de uzak olmadığını biliyordu. öldürme ve yıkma sanatinde şeytanca yeni yeni teknik buluşlar elde edildiği de gazete ve sinemalardan öğrenilmişti; dev tanklar, yollarına rastlıyacak yaratılan pestil gibi ezecek, uçaklar, kadın ve çocuktan yataklarında parça parça edecekti. 1939 da patlıyacak bir savaşın, o acımasız makineleşme dolayısıyle, daha önceki savaşların hepsinden daha aşağılık, daha barbarca ve insanlığa hiç yakışmaz olacağı da biliniyordu. 1939 neslinden tek kişi bile, savaşın Tanrı katında haklı görüldüğüne artık inanmıyordu; amma daha kötüsü, savaşla elde edilecek bir barışın haklılığına ve sürgitliğine inanan da yoktu. Zira son barışın getirdiği hayal kırıklıktan daha unutulmamıştı; bolluk yerine yoksulluk, hoşnutluk yerine üzüntü, açlık, paranın değerden düşmesi, ayaklanmalar, yurddaşlık özgürlüğünün elden gitmesi, devlete kulluk, sinirleri bozan bir güvensizlik, herkesin herkesten kuşkulanmasıydı, geçen barışın getirdikleri.

İki savaşın benzemezliği bundandı. 1939 savaşının bir düşün yanı vardı, özgürlük uğrunda, eldeki moral değerlerin korunması için savaşılıyordu. Savaş bir anlam kazanınca, insanlar daha çetin ve kararlı olur. 1914 savaşmda ise, gerçeklerden hiçbir şey bilinmiyordu; o savaş, daha iyi, hakları tanıyan bir barış dünyasını gerçekleştirmek gibi boş bir hayal uğrunda verilmişti. İnsanlar, ancak boş hayallerle mutlu olabilir. Bundan ötürü, o günlerde insanlar, boğazlanmaya sevinçle ve sarhoşlukla koşmuştu. Başlarında çiçeklerden iklil ve süngülerinin ucunda meşe yapraklan vardı; caddeler, şenlik günlerinde gibi, aydınlatılmış ve gürültülüydü.

Yurtseverliğin böylesine tepeden inme sarhoşluğuna kapılmamış olmam, çekingenliğimden, ya da ileri görüştüğümden değil; fakat o güne kadar hayatta tuttuğum yoldan ötürüdür. Daha iki gün önce, ‘“ Düşman ülke” deydim ve yığınların Belçika’da da bizdekiler kadar barıştan yana ve kendi halinde olduğuna inanmıştım. Ayrıca, uzun süre kozmopolit bir hayat yaşamıştım; benim yurdumdan hiç de başka olnuyan karşı dünyaya, geceden ertesi sabaha, kin besliyemezdim, elbette. Yıllardır politikacılara hiç güvenmiyordum. Fransız ve İtalyan dostlarımla yaptığım sayısız görüşmelerde, bir savaşın saçmalığını hep savunmuştum. Nasyonalizm heyecanlarının bana bulaşmasına karşı, bu bakımdan, kuşku aşım vardı. İlk anların heyecan nöbetlerine böylece hazırlıklı olduğum gibi, Avrupa birliği gerekliliği inancımda da kararlıydım; beceriksiz diplomatların ve hoyrat silâh endüstricilerinin getirdiği kardeş kavgası beni bu inancımdan vazgeçiremezdi.

Bunlardan ötürü de, bir dünya yurttaşı olarak ve ilk andan başlıyarak, olaylara karşı kendime güveniyordum; güçlük, belirli bir devletin uyruğu olarak durumumu çizebilmekteydi. Bütün yoklamalarda çürüğe ayrıldığımdan, yaşım otuz iki olduğu halde, şimdilik herhangi bir askerlik görevim yoktu; bundan pek hoşnuttum. Zira bu geri çevîrilişten ötürü, saçma bir acemi erlik süresiyle bütün bir yılı boşuna geçirmekten kurtulmuş oluyordum,, her şeyden önce. Hem , adam öldürme işini öğrenmeyi, yirminci yüzyıla hiç yakıştıramıyordum.

Benim davranışımda bir insanın aslında yapması gereken, savaşta, “ concientious objector” * olduğunu açıklamaktı, ama bu da(îngiltete’nin tersine), Avusturya’da ağır cezalan ve ruhça gerçek bir kurban dayanıklığını göze almak demekti. N e var ki, — bu eksiğimi hiç utanç duymadan açıklıyorum — kahramanca davranışlar benim yaradılışımda yoktu. Ben bütün tehlikeli durumlarda hep uzakta kalmışımdır. Çok saydığım Rotterdamlı Erasmus ustanın sık- sık tekrarladığı kararsızlık suçunu, sadece bu konuda yüklenmem yetmez. Böyle bir zamanda ve genç sayılacak bir yaşta, karanlıktan çıkanlıp uygun düşmiyen rastgele bir yere atılıncaya kadar kenarda beklemek de, katlanılır gibi değildi. Bu yüzden, ben de kendime göre bir yer aradım; aşın kışkırtmacılık yapmadan bir şeyler başarabileceğim bir iş!

Savaş arşivinde çalışan yüksek rütbeli bir subay dostum, böyle bir iş sağladı. Kitaplıkta çalışacaktım. D il bilmemden yararlanacaklardı. Millete yapılacak bildirilere bir üslup verme işini de yapacaktım, öğünülecek bir görev olmadığını açıklamaktan hoşnutluk duyarım. Amma, böyle bir iş, bir Rus köylüsünün barsaklannı süngüyle deşmekten daha uygundu, bana. Hem , bu pek yorucu olmıyan işde, yarın dünyasının anlaşması uğruna çalışabilecektim; kararımda asıl ağır basan da bu olmuştu.

Fakat resmî makamlardan çok, Viyanalı dostlarım arasında güç durumdaydım. Avrupalı yanları hemen pek az olan ve hep Alman çevrelerinde yetişmiş bulunan ediplerimizin çoğuna göre, savaşların sözüm ona güzelliğini, şairce çağrılar, ya da, bilimsel ideolojilerle destekleyip yğınların heyecanını kamçılamak, şu sıra yerine getirilecek baş ödevdi. En önde Hauptmann ve Dehmel olmak üzere, ilerliyen askerler ölüme daha istekle koşsun diye türküler düzen eski Cermen ozanlan gibi, ödevli sayıyorlardı kendilerini. Kazanılacak savaşın ve ölüm gerekliliğinin türküsünü okuyan şiirler, sersemletici bir bollukla, yağmaktaydı. Yazarlar, bir Fransızla, bir îngilizle bir daha hiçbir kültür işbirliğine yanaşmıyacaklarınıa, parlak sözler ve gösterişli jestlerle, and içiyorlardı, biatti daha ileri gidiyorlardı. Bugüne değin İngiliz ve Fransız kültürü diye bir şeyin bulunduğunu, toptan inkâr ediyorlardı. Bu adı taşıyan ne varsa, Alman varlığı, Alman sanati karşısında önemsizdi ve hiçbir değeri yoktu. Bilim adamları daha da ileri gitmekteydi. Filozoflar, savaşm bir “ çelik banyosu” olduğunu ve milletleri uyuşukluktan koruduğunu, bulu- vermişlerdi. Hekimler de onlardan aşağı kalmıyordu. Takma vücut parçalarım öylesine göklere çıkarıyorlardı ki, böyle bir alete kavuşmak için insanın sapsağlam bacağım kestiresi geliyordu. Her mezhepten rahipler, elbette boş durmuyor ve hep bir ağızdan, savaştan yana çıkıyorlardı. Bu durumlara baktıkça; cin çarpmış bir çılgınlar sürüsü görmüş gibi oluyordum. Oysa, bütün bu adamların sağduyusuna, her şeye bir biçim veren gücüne, insaal davranışlarına, bir hafta, pek pek bir ay önce, hayrandık.

Amma, bu çılgınlıkların asıl dokunaklı yanı, bu adamlardan çoğunun gerçekten içtenliğiydi. Askerlik ödevine yaşları, ya da, beden yetersizlikleri yüzünden uygun gelmiyen bu insanların çoğu, yardıma bir işle görevli sayıyordu, kendisini. Bugüne değin ortaya koymuş bulunduktan ne varsa, dile ve bundan ötürü de millete borçluydular. Bu yüzden, dil yoluyla millete hizmet etmek, dinlemek için can atdan her şeyi millete duyurmak istiyorlardı. Hak ancak kendilerinden yanaydı ve ötekiler haksızdı. Savaşı Almanya kazanacak ve karşısındakiler yere serilecekti; şairlerin gerçek ödevini, insanların insancıl neyi varsa korumak ve savunmak ödevini, böylece unuttuklarının farkında değillerdi. İlk heyecanın ateşi geçiverince, durumun çok kötülüğünü anlıyanları elbette vardı. Amma, o ilk aylarda en çok sesi ve sözü dinlenilenler ,vahşice kıyametleri koparmakta en ileri gidenlerdi. Böyleleri, her iki yanda da, vahşiler gibi bağırıp çağırdılar.

Böylesine içten, fakat bir yandan da budalaca tür kendinden geçişin örneklik ve acildi bir olayı bence, Emest Lissauer’di. Onu yalandan tanırdım. Küçük, kısa ve sert şiirler yazardı. Amma, çok iyi yürekli bir insandı da. Beni görmeye ilk gelişinde, gülmemek için dudaklarımı ısırdığımı bugün de hatırlarım. Her şeyde aşırı bir tutumluluk arıyan güçlü ve Alman yapılı söz dizilerine bakınca, bu şairi boylu boslu ve sert kemikli bir genç sanmıştım, elimde olmadan. Fakat fıçı gibi şişman ve çift çenesinin üstünde sevimli bir yüzü olan, rahatına düşkün bir adamcağız yuvarlana yuvarlana odama girmişti. Acelesinden aşın hızlı konuşuyor, konuşurken kekeliyordu. Gözü şiirden gayrisini görmüyordu; söz dizilerini durmamacasına tckrarlamamasının ve yeniden okunmasının önüne geçilemiyordu. Fakat bütün bu gülünç yanlarına rağmen, yine de sevimliydi; çünkü iyi kalpli, arkadaş canlı, doğruydu ve sanata karşı müthiş bir bağlılık duyuyordu. Varlıklı bir Alman ailesindedndi. Berlin’de, Friedrich Wilhelm lisesinde yetişmişti ve tanıdığım yahudilerin en çok prus- yalisi, belki en çok prusyalılaşmış olanıydı. Yaşıyan yabancı dillerden hiçbirini bilmezdi. Almanya dışına hiç çıkmış değildi. Onun dünyası Almanya’ydı. Bir şeyde Almanlık ne kadar çok olursa, o da bundan öylesine hoşlarındı. Yorck, Luther ve Stein onun en büyük kahramanlarıydı; en çok sevdiği konular Alman özgürlük savaşı ve müzik tanrısı da, Bach’tı. Kısa, küçük, kaim ve tıkız parmaklarına rağmen onu eşsiz çalardı. Alman şiirini onun kadar kimse tanımazdı. Alman diline hiç kimse onun kadar tutkun ve büyülenmiş değildi. Aileleri sonradan Alman kültürüne geçmiş olan pek çok Yahudi de onun durumundaydı. O, en inançlı bir Almandan daha da çok inanırdı, Almanya’ya.

Savaş patlak verince ilk işi, gönüllü yazılmak için kışlaya koşmak oldu. Bu yusyuvarlak adam merdivenleri soluk soluğa çıkarken, başçavuş ve onbaşıların nasıl da kahkahayı bastığını görür gibi oluyorum. Fakat onu hemen geri çevirmişlerdi. Lissauer, büyük bir umutsuzluğa kapılmıştı. Başkalarının yaptığı gibi, Almanya’ya gürleriyle yararlı olmak istedi. Alman gazetelerinin yazdıkları ve Alman ordusunun bildirileri onun gözünde gerçeklerin en gerçeğiydi. Memleketi saldırıya uğratmıştı. Ingiltere Dış İşleri Bakanı olan o kalleş Lord Gray, katillerin en katilisiydi. Almanya’ya açılan savaşın başsuçlusunu İngiltere sayan bu duyguyu, “İngiltere’ye Kin Türküsü” adlı şiirinde dile getirmişti. Ezberimde kalmamış olan bu şiirinde, sert, kısa ve tesirli söz dizilerinde, İngiltere’yi hiçbir gün bağışlamıyacağma and içiyordu. Kin ve nefreti kullanmanın pek kolay olduğu, çok geçmeden anlaşıldı. Bu tıknaz ve basireti bağlanmış küçük Yahudi, Hitler örneğini çok önceden vermişti.

Lissaure’in o şiiri, mühimmat deposuna düşen bir bombaya benzedi. Almanya’da hiçbir başka şiir, hattâ “Ren kıyılarında nöbet” bile, adı sonradan kötülenen bu “İngiltere’ye kin Türküsü”nün hızıyla yayılıvermiş değildir. İmparator coşmuş ve Lissauer’e, kızıl kartal nişanı vermişti. Şiir bütün gazetelerde basılıyordu. Okullarda öğretmenler okuyorlardı, sınıfta. Subaylar, asker dizisinin önüne gelip, o kin palavrasını herkes tek tek ezberine alıncaya kadar, okuyor ve okuyorlardı. Amma, bu da yeterli değildi. Küçük şiir bestelenmiş, koro biçiminde daha da genişletilmişti; tiyatrolarda okunuyordu. Çok geçmeden, “İngiltere’ye Kin Türküsü” nü, ilk satırından son satırına kadar öğrenmemiş tek Alman kalmamıştı, yetmiş milyondan. Az sonra, pek istiyerek olmasa da, bütün dünya öğrenmişti. Emest Lissauer, o savaşta hiçbir şairin elde edemiyeceği canlı bir üne. bir anda ulaşmıştı. N e varki, bu ün, ona sonradan.’ bir ateşten gömlek oldu. Zira savaş bitip de iş. adamları İngiltere ile yine alış veriş yapmak ve politikacılar anlaşma konusunda doğru yolu tutmak isteyince, İngiltere’ye karşı sonsuz bir kini körükliyen O” şiiri unutturmak için elden gelen yapıldı.

Kendi suçlarını başkasına yıkmak istiyenler, 1914′ yılı insanlarının hepsinin katıldığı çılgınca kin nöbeti sorumluluğunu bütünüyle, bir tek zavallı “ Kinci Lissaueı” e yüklediler. 1914 de onu göklere çıkaranların hepsi, 1919 da büyük bir gösteriş ve çalımla,, yüzüstü bıraktılar. Gazeteler şiirlerini basmaz oldu. Arkadaşlarının yanına gidince, anlamlı bir sessizlikle karşılanıyordu. Herkeslerin bıraktığı Lissauer, bütün yüreğiyle bağlandığı Almanyasından da, Hitler tarafından kovuldu ve unutulmuş bir insan olarak, öldü; yerden yere vurup parçalamak ister git» iyice- yükselten o bir tek şiirin acıklı bir kurbanı oldu.

Amma, o sıra herkes, Lissauer gibiydi. O günlerde aşırı yurtsever kesiliveren bütün şairlerin, profesörlerin hepsi de gerçekten öyle düşünmekte ve- yaptıklarını doğru sanmaktaydı. Fakat, savaşı göklere çıkarmaları ve kin sarhoşluklarıyla ne korkunç bir felâketi kundakladıkları çek geçmeden anlaşıldı.. Savaşa katılan bütün milletler, 1914 de nasıl olsa- aşırı kışkırtılmış durumdaydı. En olmıyacak bir söylentiye, hemen, gerçek gözüyle bakılıyor, en saçma iftiralara inanıveriyordu. Almanya’da pek çok kişi, altın yüklü otomobillerin, Fransa’dan Rusya’ya doğru gidişini gözleriyle gördüğünü yeminler ederek anlatıyordu. Savaşın ilk üç dört gününde çıkarılan oyulmuş göz ve kesilmiş el masallariyle gazeteler baştan başa doluydu.

Böyle yalanlan ağızdan ağıza dolaştıranlar, düşman askerlerini aklın alınamayacağı vahşiliklerle suçlamanın, cephane ve uçak kadar gerekli bir savaş malzemesi olduğunu ve her savaşta daha ilk günlerde depodan çıkarıldığını, bir bilselerdi! Savaş, haklılık ve sağduyu ile bağdaşmaz. Savaşta duygular aşın zorlanır ve taraflar, kendileri için heyecanlan ve düşmana karşı da kin tohumlarım, gerekli sayar.

Teklerin olsun, milletlerin olsun, güdü duygulan alabildiğine zorlanmamalıdır. İnsan yaradılışı buna dayanmaz. Askerlik kurumlan bunun böyle olduğunu bilir ve heyecanların zorla kışkırtılması, sürekli bir zorlama için kullanır. Bunu — gerçekten gönüllü, ya da meslek gereği — ediplere, yazarlara, gazeteciler giln aydınlara yaptırır. Kin davulunu gümbürdetmek onların işidir. Bunu bütün güçleriyle öylesine başarıdar ki, en kendi halinde insanın bile kulaktan vınlar ve içi ürperir. Aydınların hemen hepsi, Almanya’da, Belçika’da, “Savaş propagandasının ve böylece de savaşın yığın çılgınlığı ve yığın kinlenmesi için, kuzu kuzu çalıştı. Oysa savaşı önlemek için çekişmeleri gerekirdi.

Bunun sonuçları korkunç oldu. O tarihte propaganda barışta başlamamış olduğundan milletler — binlerce yanılmaya bakmayıp — basında ne görseler gerçek saymaktaydı. İlk günlerin temiz, güzel ve esirgemezliğe açık heyecanlan, bundan ötürü, en kötü ve budalaca duyguların çılgın bir sarhoşluğu oldu, gittikçe. Fransa ve Ingiltere ile savaş, Viyana’- nın Ringstrasse ve Berlin’in Friedrichstrasse’lerinde, sokak ortasında verilmekteydi ve böylesi, elbette pek çok daha kolaydı. İş yerlerindeki Fransızca ve İngilizce yazılar kaldırılmış, hattâ “Zu den Englischen Fraeulein” manastırının adını değiştirmek gerekmişti; zira bu addaki “Englische”nin Anglosaksonlukla ilgisi bulunmayıp, Almanca melek anlamına Engel’- den geldiğini düşünemiyen halk, heyecanlanıvermişti. Budala iş adamlan, mektup zarflarına: “Tanrı Ingiltereyi cezalandırsm!” damgasını vuruyor, ya da böyle yazıh pullar yapıştırıyordu. Sosyete kadınlan, bütün ömürlerince tek bir Fransızca söz konuşmıya- caklanna and içiyor ve bunu gazetelere yazıyla bildiriyorlardı. Shakespeare Alman tiyatrolarından, Mozart ve Wagner Fransız sahnelerinden uzaklaştırılmıştı. Alman profesörleri Dante’nin Cermenliğini, Fransızlar da Beethoven’in Belçikalı olduğunu ileri: sürüyorlardı. Düşman ülkelerin kültür mirasları, hububat ve maden cevheri ganimeti alınırmışçasına bir çekinmezlikle, kendi tarafına aktarılıyordu. Bu ülkelerin kendi halinde binlerce yurttaşı her gün, cephelerde karşılıklı öldürülmeleri yetmezmiş gibi, yüzlerce yıldır mezarlarında sessiz yatan karşı ülke ölülerine de dil uzatıyor ve çamur atılıyordu. Ömür boyunca bir gün olsun şehirden dışan çıkmamış olan ocak başındaki aşçı kadm — okuldan sonra bir daha haritayı açmadığı halde — Avusturya’nın “Sancak” sız — Bosna’nın bir yerinde küçük bir şehir — yaşamayacağını söylüyordu. Bir milyarın ne olduğunu bilmiyen arabacılar, Fransa’dan elli milyar mı, yoksa yüz milyar mı savaş gideri ödentisi almalı, diye sokak ortasında tartışıyorlardı. Bu korkunç İrin nöbetine tutulmamış tek bir şehir ve topluluk yoktu. Rahipler mihraplarından savaş vaızlan veriyordu. Daha bir ay önce savaşı çılgınlıkların en çıl- gıncası diye damgalıyan Sosyal Demokratlar, adlan, — İmparator Wilhelm’in sözleriyle i— “ Vatansız herifler!” çıkmasın, diye, başkalarından daha çok gürültü etmek için, elden geleni yapıyorlardı.

Hiçbir şeylerin farkında olmıyan bir neslin savaşıydı, bu. En büyük tehlike, milletlerin o güne kadar el sürmediği körükörüne inançtan, kendi davasının doğruluğuna gözü kapalı inanmaktan geliyordu.

1914 savaşının ilk haftalarında, herhangi birisiyle, sağduyuya dayanan bir görüşme yapmak gittikçe olmazlaşıyordu. En barışsever, en kendi halinde kişiler bile, kan kokusuyla sarhoştu. Her zaman yüzde yüz kişisel, hattâ düşün anarşilerini bildiğim dostlar bir gecede en aşırı yurtsever, sonra daha da ileriye giderek, yabancı ülkeleri yutmaktan yana oluvermişti. Bütün konuşmalar, sözgelişi şu “ kinlenmesini bilmiyen gerçek sevgiyi inlemez!” gibi budalaca bir cümle, ya da kaba suçlamalarla bitiyordu. Yıllardan beri birgün olsun tartışmadığım arkadaşlar, beni Avusturyalı olmamakla suçluyorlardı; ya da. sınırının ötesine, Fransa ve Belçika”ya gitmemi öğütlüyorlardı. Bu savaşın en büyük cinayet olduğu yollu görüşlerin ilgililere duyurulmasını inle ileri sürmüyorlardı. Çünkü, bozguncular — bu güzelim söz az önce Fransa’da bulunmuştu — en kötü vatan hainleriydi.

Yapılacak tek bir şey kalıyordu. Ötekiler nöbetler içinde çılgınlaşırken, kabuğuna çekilip susmalıydı. Zira sürgünde yaşamak bile — bunu fazlasiyle öğrenmiş bulunuyorum — kendi yurdunda tek başına kalmaktan daha kötü değildir. Viyana’daki eski dostlarım benden uzaklaşmıştı. Yenilerini aramanın şimdi sırası değildi. Sadece, Rainer Maria Rilke ile dostça ve anlayışlı söyleşiler yapıyordum, arada bir. Bir kenardaki savaş arşivimize onu da yerleştirmenin yolunu bulmuştuk. Zira askerlik, onun yapabileceği şey değildi; savaşın kirlerine, fena kokularına ve gürültülerine dayanamıyacak kadar zayıf şimdiydi. Onun üniformalı halini her düşünüşümde elimde olmadan gülüveririm.

Kapı çalınmış ve pek ürkek bir asker görünmüştü. Aman yarabbi, Rilke’ydi! Rainer Maria Rilke asker üniforması giymişti! Kapalı yakadan bunalmış, her subayın karşısında çizmelerini bir birine çarparak saygı belirtisi gerekliliğinden şaşkın durumuyle, acınacak bir beceriksizlik içindeydi. Rilke, her şeyin en kusursuzunu yapmak için kendisini zorlarken, çevresini adeta büyülerdi, önem siz iç tüzük formalitelerini eksiksiz yerine getirirken sık sık şaşırıyordu. O usul usul konuşmasıyle: “ Subay adayı okulundan beri bu asker giyisilerinden hoşlanmam” dedi. “ Onlardan ömrüm boyunca kurtuldum sanmıştım. Şimdi yine sırtımdalar. Hem de, kırkına yaklaşırken!”

Bereket, yardımsever eller onu korumak için, uzandı. Anlayışlı bir sağlık kontrolünden geçirilip az sonra büsbütün bırakıldı. Vedalaşmak için odama yine gelişi — sırtında sivil giyisiler vardı — öyle sesssiz oldu ki, rüzgârla bırakılıvermiş, sandım. Paris’te Fransızların el koyduğu kitaplığını Rolland sayesinde kurtardığımdan ötürü bana borçluluğunu da belirtmek istemişti.

Onu ilk kez artık genç görmüyordum; korkunç olayları düşünmekten bitkinleşmiş gibiydi. Usul bir sesle: “Yabancı bir ülke!” dedi “Yabancı bir ülkeye gidebilsem! Savaş, koskoca bir tutuklar evine benziyor.”

Sonra, çıkıp gitti. Yine yalnızdım ve tek başınaydım. Birkaç hafta sonra, kırlık bir şehir dışı semte taşındım. Bu tehlikeli yığın psikolojisinden sıyrılmak ve savaşın ortasında kendi savaşıma başlamak istiyordum. Sağduyunun gündelik yığın dalgalanmalarına kurban verilmesiyle savaşacaktım.

DÜNÜN DÜNYASI
Stefan Zvveig
Çeviren BURHAN ARPAD
MEB yayınları
1989
sayfa 266 – 294

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir