1933: Nazilerin İktidarı Ele Geçirmesi

Nasyonal Sosyalist Alman İşçi (Nazi) Partisi’nin lideri Adolf Hitler, 31 Ocak 1933’te Alman şansölyesi oldu.

Bir ay sonra Komünist Parti yasaklandı, parti gazetesi kapatıldı ve 10.000 kadar parti üyesi çalışma kamplarına gönderildi. Bunun üzerinden fazla geçmemişti ki Sosyal Demokrat Parti’nin ve sendikaların liderleri de çalışma kamplarına gönderildiler. Naziler, birkaç ay içerisinde dünyanın en güçlü emek hareketini yerle bir etmişlerdi.
Sendikalar ve sosyalist partiler, demokrasinin temelidir. Kitlesel işçi sınıfı örgütlenmesi olmadığında sermaye ile devlet yönetiminin karşısında kimse kalmaz. Sonuç olarak, 1933 sonuna gelindiğinde muhafazakâr ve liberal partiler de ortadan kaldırılmıştı. Almanya, totaliter bir polis devleti olmuştu.

Nazizmin nihai maliyeti astronomik olacaktı. II. Dünya Savaşı sırasında 7 milyon Alman hayatını kaybederken 14 milyonu yaşadığı yeri terk etmek zorunda kalacaktı. 1944 ve 1945 yıllarında Rus Ordusu ilkel bir intikam duygusuyla doğu Almanya’da ilerlerken, milyonlarca erkek öldürülecek ve yine milyonlarca kadına tecavüz edilecekti. Nazilerin başlattığı savaş dünya genelinde 60 milyon cana mal olacaktı. 1939-45 arasında, 10. yüzyıldan kalma ırk mitleri ile 20. yüzyılın teknolojisi bir araya gelerek insanlık tarihinin en büyük felaketini ortaya çıkaracaktı. Bu nasıl mümkün olmuştu?

Büyük Bunalım, Almanya’yı Avrupa’nın diğer devletlerinden daha ağır etkilemişti. Amerikalı bankacılar, 1920’lerin ortasında ekonomiye ivme kazandıran Dawes Planı kredilerinin geri ödenmesini talep ediyordu. Bankacılar, hesapların tutturulması için büyük kesintiler yapılmasını da istiyordu. Bu taleplere boyun eğen Alman hükümetleri, istihdamda, ücretlerde ve sosyal yardımlarda kesintilere gittiler. Ekonomi baş aşağı düşüşe geçti ve işçilerin üçte biri işsiz kaldı. Çiftçiler ve küçük işletmeler mahvoldu. Maden ve demir-çelik işçilerinin yanı sıra müdürler, profesyoneller ve büro çalışanları da bir anda işsizlikle karşı karşıya kaldılar.

Kapitalist kriz, toplumsal dokuyu parçalar ve siyaseti kutuplaştırır. Halkın öfkesi bankacıları, siyasetçileri ve sistemi hedef alırsa sola, sınıf mücadelesi ile devrimci değişime yönelme olur. Ama bu öfke birbirini hedef alırsa sağa, nefret siyasetine yönelme olur. Büyük Bunalım, devrimci umudun sosyalist partileri ile karşı-devrimci umutsuzluğun faşist partileri arasında keskin bir kutuplaşma yarattı.

Faşizm, I. Dünya Savaşı’nın hemen ardından İtalya’nın öncülüğünü yaptığı yeni bir siyasi hareketti. Kelime zaten İtalyanca idi. Şahsen emperyalist savaşı desteklediği için üyesi olduğu Sosyalist Parti’den kopan, kaypak bir maceraperest siyasetçi olan Benito Mussolini, İtalya’nın “İki Kızıl Yılı”ndan (1919-20) sonra etrafında milliyetçi taraftarlar toplamaya başlamıştı.

Faşistler esas itibariyle eski askerler, profesyoneller, öğrenciler, ufak toprak sahipleri ve küçük mülk sahiplerinden oluşan bir orta sınıf hareketiydi. Faşistlerin Kara Gömlekliler (squadristi) denilen paramiliter birlikleri, işgallere, grev gözcülerine, sendika bürolarına, sosyalist matbaalara ve eylemcilere saldırılar gerçekleştiriyordu. Ama işçi sınıfı hareketinin atılım gösterdiği dönemde Faşistlerin etkisi sınırlı kalıyordu. 1920 yazında fabrika işgallerinin yenilgiyle sonlanmasının ardından Faşistler önemli bir güç olabildiler. Aktif paramiliter birliklerin sayısı Ekim 1920’de 190 iken Kasım 1921’de 2.300’e çıktı.

Solun başarısızlığı, şehrin kenar mahallelerinde ve köylerde yaşayan, sosyalist geleneği tanımayan işsizlerle işçi sınıfından gençlerin birçoğunun Faşistlerden etkilenmesine yol açtı. Ayrıca onların, orta sınıftan destekçilerine daha makul gözükmelerini sağladı. Ama Solun hâlâ tehdit olmayı sürdürmesi, Mussolini’nin sanayicilerle liberal siyasetçilerin desteğini almasını sağladı. Bundan böyle tanınmış kapitalistler squadristi’ye mali kaynak sağlarken polis de militanların işlerine karışmayacaktı. İtalyan yönetici sınıfı, geri çekilmekte olan işçi sınıfını ezmek için Faşist çetelerin önünü açtı.

Ekim 1922’ye geldiğimizde Mussolini, hükümete katılmayı talep edecek kadar güçlenmişti. Faşist “Roma Yürüyüşü”ne kimse karşı çıkmadı ve Kral Victor Emmanuel, Mussolini’yi Başbakan olarak atadı. Bundan sonra Kara Gömlekliler ve polis, işçi sınıfı hareketini yok edip totaliter bir devlet kurmak üzere birlikte çalıştılar.

Avrupa yönetici sınıfları, ülkeyi kaostan kurtarıp düzene kavuşturan “güçlü adam” olarak gördükleri Mussolini’ye hayranlık duyuyordu. İtalya’nın Kara Gömleklileri, başkalarının da takip edeceği siyasi bir model oldu. Eğitimini yarım bırakıp ucuz pansiyonlarda kalan başarısız bir sanatçı, savaş gazisi ve yeminli Yahudi düşmanı olan Hitler de bunlar arasındaydı. Bu arada yeni doğan Nazi Partisi’nin Birahane Darbesi (Münih’te Kasım 1923’te gerçekleşen sağcı darbe girişimi), polis tarafından engellenmişti.

Hitler’in partisi altı yıl kadar sıkıntılarla boğuşmaya devam etti. Ama 1928’de 800.000 (%3) olan oy sayısını 1930’da 6 milyona (%18), Haziran 1932’de yaklaşık 14 milyona (%37) çıkardı. Paramiliter örgütlenmesi olan Kahverengi Gömlekliler’in (Sturmabteilung, SA) üye sayısı, 1930’da 100.000’den 1932 ortasında 400.000’e çıktı.
Nazilerin iktidar mücadelesi üç ayaklıydı. Kitlesel yürüyüşler ve geçit törenleri, toplumsal kriz karşısında kuvvet ve kararlılık izlenimi yaratıyordu. Kahverengi Gömlekliler, işçi sınıfı örgütlenmesini yok etmek için sokaklarda amansız bir mücadeleye giriştiler. Son olarak Hitler, mali kaynak ve destek bulmak, iktidardan pay almak için büyük iş adamlarıyla devlet liderleri nezdinde kulis faaliyetleri yürüttü.

Nazi desteğinin çekirdeği, İtalyan Faşistleri örneğinde olduğu gibi orta sınıftı. Hitler, parçalanmakta olan ve insanların umutlarını kıran bir dünyada toplumsal talepleri olan kesimlerin öfkesini dile getiriyordu. Küçük mülk sahibi, alt kademe yönetici, küçük şehirde çalışan profesyonel, hem krize neden olan kapitalistlerle siyasetçilerden hem de işçileri temsil eden sendikalarla sol partilerden aynı ölçüde nefret ediyordu. Güçsüz oluşları onları kızdırıyordu.

Moskova ile Wall Street’i, komünistlerle kapitalistleri, işçilerle zenginleri ilişkilendiren “uluslararası Yahudi komplosu” anlayışı, Nazilerin akıl dışı dünya görüşlerinin en mükemmel ifadesiydi. Troçki’nin “insan süprüntüsü” diye bahsettiği kesimlerin iğrenç ideolojisi haline gelmişti –faşist kitle hareketini oluşturan, aslında birbirinden kopuk haldeki bireyleri birbirine bağlayan bir tutkal. Naziler aynı zamanda Alman milli davasını tek başlarına sahiplendiler. Versay Anlaşması ile Alman topraklarından geniş parçalar koparılmış, silahlı kuvvetlerin büyüklüğü sınırlanmış ve Almanya çok büyük bir savaş tazminatı ödemek zorunda bırakılmıştı. Weimar siyasetçileri, ülkeyi aciz duruma düşüren bu yapıya karşı çıkamamıştı.

Alman yönetici sınıfı, 1932 sonlarında ekonomik krizi kendi yöntemiyle çözmek için Nazileri kullanmaya karar verdi. Hitler Versay Anlaşmasını yırtıp atacak, ekonominin belini büken tazminat ödemelerine son verecek ve Avrupa’da Alman gücünü yeniden inşa edecekti. Kahverengi Gömlekliler ülke içinde solu yok edecekti.

Naziler ülkenin amaçsızca sürüklenmesini sona erdirip milli birliği sağlayacaklardı. Dünyayı Alman sermayesi için daha güvenli yapacaklardı. Tanınmış Ruhr sanayicisi Fritz Thyssen’in “hevesli bir Nazi destekçisi” olması, şansölye von Papen’in “Hitler hareketinin çökmesi ya da ezilmesi felaket olur” demesi ve I. Dünya Savaşı feldmareşali Cumhurbaşkanı Hindenburg’un, Nazi desteğinin tam da giderek zayıfladığı bir anda, Ocak 1933’te I. Dünya Savaşı onbaşısı Hitler’i hükümeti kurmaya davet etmesi işte bu yüzdendi.

Faşistlerin zaferi kaçınılmaz değildi. Temmuz 1932’de SPD (Sosyal Demokratlar) ile KPD’nin (Komünistler) toplam oyu 13 milyonun (%36) biraz üzerindeydi –%37 olan Nazilere oldukça yakındı. Nazilerin işçi sınıfı bölgelerinde düzenledikleri yürüyüşlere sıklıkla saldırılıp engelleniyordu. 30 Ocak 1933 öğleden sonrası ile akşamında, Almanya’nın dört bir yanında kendiliğinden Hitler aleyhtarı gösteriler düzenlendi. Yaklaşan tehlikeyi sezen milyonlarca işçi savaşmaya hazırdı.

Ama SPD liderleri, hem Depresyon hem de Naziler karşısında inisiyatif almaktan çekindiler. Kemer sıkma önlemlerine “hoşgörü”yle yaklaşılması ve Kahverengi Gömlekliler’in şiddet eylemlerine “yasalardan ayrılmadan” tepki gösterilmesi gerektiğini söylüyorlardı. Hitler iktidarı ele geçirirken SPD’nin en önemli gazetesi, partinin “anayasaya ve hukuk dışına çıkmamaya kararlı” olduğunu ilan ediyordu.

Komünist liderlere yönelik suçlamalar da aynı ölçüde ağırdır. Faşistlerin şiddetine ve iktidara el koymalarına karşı birleşik bir cephe oluşturmak üzere Sosyal Demokrat işçilere çağrı yapmaları beklenirdi. Bunun yerine, hizipçi ahmaklık ve gönüllü tecrit denilebilecek bir strateji izlediler. Faşist tehlikeyi küçümsediler, Sosyal Demokratları “sosyal faşistler” diye suçladılar ve işçi sınıfı açısından Hitler’den daha büyük bir tehdit teşkil ettikleri gerekçesiyle onlarla birleşmeyi reddettiler.

Neden komünist liderler bu çizgiyi takip ettiler? SPD elbette Alman Devrimi’nin 1918-23 arasında uğradığı yenilgiye katkıda bulunmuştu. KPD o zamandan beridir “aşırı solculuğa” meylederek reformcu liderlere son derece düşmanca yaklaşmış ve ortak amaçlar doğrultusunda onlarla birleşik bir cephe kurmakta isteksiz davranmıştı. Ama Moskova’nın izlediği çizgi, KPD’nin hizipçi içgüdülerini derinleştirmişti.

Moskova merkezli Komünist Enternasyonal (Komintern) artık Stalin’in ve Rusya’daki yeni bürokratik yönetici sınıfın kontrolü altındaydı. Aşırı sol hizipçilik, Rusya içerisinde yaşanmakta olan çarpıcı değişikliklerin karşı-devrimci niteliğini gizleyen bir örtü olarak resmî Sovyet politikası haline gelmişti. 1923’te genç Alman Komünist Partisi, sosyalist devrime önderlik etme şansını elinden kaçırmıştı. 1933’te artık daha yaşlı olan ama hiç de daha bilge olmayan, üstelik Stalinizm yüzünden epey biçimsizleşmiş aynı Komünist Parti, faşist darbeyi önleyemedi. Devrimci liderliğin tarihî önemi hiç bundan daha açık olmamıştı.

Neil Faulkner
Marksist Dünya Tarihi
Çeviri: Tuncel Öncel
Birinci Basım: Haziran 2014
Yordam Kitap

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir