Adı Yok – Cemil Kavukçu ‘Bir gün belki hayattan, geçmişteki günlerden bir teselli ararsan, bak o zaman resmime, gör akan o yaşları…’

Güneşli bir nisan günü mezarlıkta toplanmışlardı. Kalabalık sayılmazlardı. İkindi namazından çıkıp cenazeye katılan cemaatin dışında eski arkadaşlarından birkaçı vardı. Uğur Ankara’dan gelmişti. Hocanın bezgin bir sesle okuduğu duaya kuşların cıvıltısı karışıyordu. Rıfat, içinden ‘Resimdeki Gözyaşları’nı mırıldanıyordu. İlhan’ın en sevdiği şarkı. Ölümü hiçbirinin ciddiye almadığı günlerde, “Moruk,” demişti İlhan, “ben ölünce cenazemde bu parçayı çalın. Anfi falan da getireceksiniz mezarlığa, Cem Karaca gümbür gümbür haykıracak. Çember sakallı ihtiyarların her biri bir yana kaçışacak, hoca feleğini şaşıracak…” “Çalarız oğlum,” demişti Rıfat, “yeter ki sen iste…” Gitar sesini taklit ediyordu İlhan, ardından hep birlikte başlıyorlardı: “Bir gün belki hayattan…”
Hoca duayı bitirdi. Kuşlar hiçbir şeyin farkında değildi. Mezarın çevresinde çömelmiş ihtiyarlar elleriyle yüzlerini sıvazlayıp doğruldular. Tören sona ermişti. İlhan, bir daha o çukurdan çıkmamak, konuşmamak, gülmemek ve sevdiği şarkıları dinlememek üzere orada kalmıştı. Ciddiye almadığı ölüm onu ciddiye almıştı.

Üçerli beşerli gruplar halinde mezarlığın çıkışına doğru yürüdüler.

Uğur, Ankara’ya dönmek istiyordu. Hiç olmazsa bir gece kalması için üstelemişti Rıfat, ama o gitmekte kararlıydı. Çok yorgun olduğunu söylemişti. Daha dün akşam Ankara’ya inmiş; on iki günlük acayip bir koşturmaca, İtalya, Almanya, sonra yine iki günlüğüne İtalya. Ardından bu haber… Yarın sekiz otuzda şirkette olmalıymış, önemli bir toplantıya katılacakmış. Bu gece de uykusuz kalırsa… Mezarlık dönüşü Necmettin’in dükkânına dek konuşmamışlardı. Uğur için bu cenaze, İlhan’ı çürümek üzere toprağın altına ‘saklama’ töreni, bir yük olmuştu. Üzgündü, sık sık eski günleri anarak dalıp gitmişti ama, Uğur başka yerlerdeydi. Necmettin çay söylemişti. Camlı bölmeyle ayrılmış küçük ofisindeki deri kaplı koltuklara oturmuşlardı. Masasının ardındaki döner koltuğunda oturan Necmettin boş gözlerle çevresine bakınıyordu. Sigara ikram ederken mezarlığın havasından çoktan çıkmıştı. Rıfat, “İnanamıyorum,” dedi, “hâlâ inanamıyorum, daha iki gün önce Çınarlı Kahve’de oturup çay içmiştik. Hiç ölecek gibi durmuyordu. İçkiliydi ama sarhoş değildi. Her zamanki gibi güldürmüştü beni…”

“Abi,” dedi Necmettin, bir Rıfat’a, bir Uğur’a bakarak, “adam ölmedi ki, resmen intihar etti. Rıfat da biliyor işte, ölümüne içiyordu. Yemek yemiyordu, daha doğrusu yiyemiyordu. Hortlak gibi olmuştu. Kötü bir ölüm…” Başını iki yana salladı. Gözleri bir noktaya takılıp kalmıştı. “Kendi kusmuğunda boğulmuş, her yer kanmış. Votka şişesinin üçte biri hâlâ doluymuş. Annesi merak edip odaya bir girmiş ki…”

“Son halini bilmiyorum,” dedi Uğur. Çayından bir yudum aldı. “Uzun zamandır görmemiştim. Nasıl ve neden alkol bağımlısı oldu, onu da anlayamadım.”

“Bu işler hiç belli olmaz,” dedi Rıfat.

“Kendini harcadı işte,” dedi Necmettin. Yüzüne kederli bir ifade oturmuştu. “Askerden gelince ne güzel bankada işe girmişti. İki yıl çalıştı-çalışmadı, işi bıraktı. Sonra Almanya… iki yıl da orada kaldı…”

“Buraya dönmeyecekti,” dedi Rıfat, “bu kasaba onu bitirdi.”

“Yok abicim, kasaba masaba bahane; adam çalışmak istemiyordu ki. Ruhunda serserilik vardı herifin. Bu kasaba seni bitirdi mi, beni bitirdi mi?..”

Onay bekler gibi Rıfat’a baktı. Ama o, çayını karıştırıyordu, başını kaldırıp da bakmadı.

“İlhan gibi biri evlenmemeliydi,” dedi Uğur.

“Denedi abicim,” dedi Necmettin, “denedi ama kaybetti. Keşke Almanya’dan hiç dönmeseydi.”

“Keşke,” dedi Rıfat, “hayatının en büyük hıyarlığını yaptı. O kıza da yazık etti, kendine de… Neriman çok iyi bir kızdır. Sen de tanırsın, uzun sokakta bir ayakkabıcı vardı, Halil Amca, onun ortanca kızı.”

“Evet,” dedi Uğur, “Neriman…”

“Neriman ya,” dedi Necmettin, “öyle bir kızla evlendi de kıymetini bilemedi dingil.” Sonra da yanlış bir şey söylemiş gibi başını iki yana sallayarak, “Rahmetli…” diye mırıldandı.

“Kıymet mıymet işi yok burada,” dedi Rıfat, “bilseydi önce kendi kıymetini bilirdi.”

“O da doğru. Ne arıyordu, neden rahat edemiyordu bir türlü anlayamadık; huzursuzdu abicim, çok huzursuz… Dünyanın en huzursuz adamıydı.”

“Evlilikleri sürüyor muydu?”

“Nasıl sürecekti ki. Almanya dönüşü boşandılar. Daha doğrusu Neriman onu bıraktı.”

“Cin gibi oğlandı be!” dedi Necmettin.

“O kadar cin olmak da yaramıyor. Buraya hiç dönmeyecekti o.”

“Çocukları var mıydı?”

“Yoktu. Orada akıllı davrandılar işte.”

Uğur saatine baktı. Bir an önce gitmek istediği her halinden anlaşılıyordu.

“Gelecek olan otobüse yetişsem,” dedi.

“Acelen ne,” dedi Necmettin, “gece gidersin.”

“Ben de üsteledim ama, gideceğim diye tutturdu.”

“Olur mu,” dedi Necmettin, “bu gece buradasın. İlhan’a yakışır bir şeyler yapar, onu anarız.”

“Bak Necmettin… Rıfat’a anlattım… Bu gece dönmek zorundayım…”

“Tamam ağa,” dedi. Üstelemedi. Üçü de ayağa kalkmıştı. Necmettin’le Uğur öpüştüler.

Uğur’u otogara Rıfat bıraktı. Otobüsü gelinceye kadar da bekledi. Konuşmak için başlattıkları konular çok çabuk tıkanıyor, ortam rahatsız edici bir sessizliğe bürünüyordu. Otobüsün gelişi ikisini de bu sıkıntılı durumdan kurtardı. Sarılıp öpüştüler.

Rıfat otobüsün ardından baktı, inanamıyordu, İlhan’ın öldüğüne hâlâ inanamıyordu. Ağır ağır sanayi sitesindeki dükkânına doğru yürüdü. Necmettin kırk yılda bir doğru laf etmişti; evet, ikisi de bu kasabada kalmışlardı ama, bitmemişlerdi. İlhan’ı bitiren neydi? Motosikletini alıp Adabinli Tepesi’ne çıkacaktı. Uğur’a o kadar ısrar etmesinin nedeni oydu; oraya çıkacaklar, İlhan’ı ve eski günleri anarak bira içeceklerdi. Ama Uğur gitmişti. Acelesi vardı. Yorgundu. Bir gece daha uykusuz kalmayı göze alamamıştı.

Motosikletini çalıştırdı. Kalfa kapıya çıkıp Rıfat’a baktı. Bir şey söylemeden motosikletini hareket ettirdi ve kent merkezine doğru sürdü.

Akşamüzeri, Adabinli Tepesi’nden kentin (kasaba değil artık burası, yabancılarla dolu bir kent) yayıldığı ovaya bakarak İlhan’ı düşünüyor. Yine böyle nisan başları mıydı, yoksa mayıs, hatta haziran mıydı? Ama çok iyi anımsıyor; güneş yine böyle, kentin yaslandığı dağın ardında yitip gitmişti ve yine böyle bir uçak (iyi ki içinde değilim, demişti İlhan; iyi ki… Uğur boğula boğula gülmüştü) gökyüzünün kızıllığını turuncu bir çizgiyle yararak uzaklaşıyordu ve yine böyle bir grup yorgun karga ovaya doğru uçuyordu. Kargalar… İlhan’ın kuşları. Onlara bile bile ‘garga’ diyordu. Yıllar önce belediyenin kargalara karşı başlattığı mücadeleyi anımsıyor. “Resmen imha harekatı lan bu,” demişti. Dört karga ayağı getirene bir fişek veriyorlardı. Bütün işsiz güçsüzler kargaların peşine düşmüştü. Hatta, ellerinde sapanlarıyla çocuklar bile. Ama onları kimse yok edemedi. Hâlâ varlar ve keyifli keyifli uçuyorlar. Yok, diyor, nisan olamaz, çünkü ekinler böyle bir karış boyunda değildi; çünkü İlhan ekin tarlasına girdiğinde ve dağa doğru dönüp kollarını havaya kaldırdığında ekinler beline geliyordu. O zaman, Anthony Quinn’e benzeyen inşaat bekçisi de balon lastikli ‘postacı bisikletiyle’ (İlhan’ın babasının bisikletinden) geçip gitmemişti, çünkü o zaman tepenin ovaya doğru inen yamacında bu özel okul inşaatı yoktu. Geçseydi, basını çevirip otomobilin içinde bira içen gölgelere kuşkuyla bakardı. Rıfat’a kuşkuyla bakmadı. Çünkü Rıfat, tepenin eteğinde, motosikletinin yanı başında oturuyordu. Elini kaldırıp Anthony Quinn’i selamladı. O da onu selamladı. Yine de bira şişesini görmemesi için gereken önlemi almıştı.

Beş-altı yıl önceydi. Adabinli Tepesi’nde, şimdiki çok katlı yapıların subasmanları ve kör pencereli tek tuk kaba inşaatları vardı yalnızca. İlhan’ın hasta olduğunu bilmiyorlardı, kendi de bilmiyordu. Bira şişelerini başlarına dikip içiyor ve gülüyorlardı. Ölümü hiçbiri önemsemiyordu, çünkü düşünmüyorlardı bile. Önlerinde, onlara hiçbir şey söylemeyen boktan bir yaşam vardı, hepsi o. İçiyor ve gülüyorlardı. İlhan bir gece önce gördüğü rüyayı anlatıyordu: “İnanmazsınız ama,” diyordu, “Suzi ile Tommiks evleniyorlardı. Hem de bizim evin arka bahçesinde. Albay Brown kim biliyor musunuz, Beygir Selahattin’in babası.” Ayaklarını yere vura vura gülüyorlardı. “Necmettin’in babası da Konyakçı,” diyordu İlhan; ama o kadar gülüyordu ki söyledikleri zor anlaşılıyordu. O zaman onlar daha da çok gülüyorlardı. Necmettin de gözlerindeki yaşları silerken, “Hakkaten,” diyordu, “bir de bacakları çarpık olsa bizim peder tam Konyakçı…”

“Bu dağ benim babam,” diyordu ilhan. Babası için içiyorlardı. Kargalar için içiyorlardı. Necmettin, onu anlamayan, eşşek gibi çalıştıran, ama eline doğru dürüst para vermeyen ‘Konyakçı’ya’, babasına sövüyordu. Konyakçı’ya hep birlikte sövüp içiyorlardı. Yine böyle batıdan bir rüzgâr esiyordu ve ülkemizin bütün kentlerinde olduğu gibi (bu genelleme Uğur’undu, birkaç ‘örnek’ kent adı saymış ve bunu onaylayan zihniyete sövmüştü. Ne de olsa üniversitede okuyordu ve bu tür boktan işleri iyi bilirdi) kentin batısına kurulmuş olan organize sanayi sitesindeki fabrikanın bacasından çıkan koyu renkli bir duman kıvrıla büküle, dev bir boa yılanı gibi ovanın üzerine yayılarak ‘canım’ kasabalarını ağır ağır örtüyordu. Yaz başıydı. Mayıs, olsa olsa haziran. Hiçbirinin içinde olmak istemediği bir uçak (ayakları yerden kesilmemeliydi, gemiler de sakattı), hiçbirinin bilmediği bir yere doğru uçuyordu. Ama hepsinin çok iyi tanıdığı kargalar rotalarını kente doğru çevirmişlerdi. Güneş batmıştı. Kargalar, hepsinin taptığı tek kuş olan o büyük hırsızlar, yuvalarına dönüyordu. “Onlar bile,” demişti İlhan parmağıyla gökyüzünü göstererek, “onlar bile dönüyor.” Sonra çok ciddi bir yüz, kaşlar çatılmış ve iki elini suçlarcasına sallayarak beceriksiz bir tiyatro oyuncusu gibi, “Bize de gitmek yakışır; ama uzaklara, çook uzaklara!” diye haykırmıştı. Hepsinin tek bir amacı vardı; bu kasabadan kurtulmak. Necmettin, babasına, dükkânına, malına mülküne sövmüştü. Gidecekti, en önde o gidecekti. Rıfat da hazırdı, Çakal Nazmi de. Ama Uğur dışında hiçbiri kurtulamamıştı. İçlerinde, liseden sonra okuyan ve Ankara’ya kapağı atan tek o olmuştu.

Birayla sarhoşluklarını cilalıyorlardı. O gün öğleden sonra, Çakal Nazmi’nin babasından binbir dalavere ile aldığı otomobile doluşmuş, balığa gitmişlerdi. Kirli derelerde hâlâ yaşayabilen, türlerinin son örneği balıkları avlamışlardı. Çakal iyi balıkçıydı, serpme atmada üstüne yoktu. Karınlarının içi, başparmakları ile güçlükle kazıyabildikleri siyah bir tabaka ile kaplı olan, yerken mazot kokan balıklar. Rakı içip eğlenmişlerdi. Can çekişen derelerin can çekişen son canlılarını yemişlerdi. Her şey bitiyordu.

“Biz de böyle bir derede yaşıyoruz, burada kalırsak ölürüz!”

Kim söylemişti bunu? Belki Uğur, belki de işi iyice cıvıklığa vuran İlhan. İlhan’dı tabii; eski Türk filmlerini alaya alarak, çok iyi tanıdıkları o sesi taklit ederek söylemişti. “Zehirli Dereler,” demişti, “pek yakında Yıldız Sineması’nda. Başrollerde de Steve mece kuen ya da Ediz Hun; ne fark eder ki. Önemli olan hiçbir fedakarlıktan kaçınılmamış olması. Vee, Körler Film iftiharla sunar: Zehirli Dereler.” Sonra birden ciddileşmiş, ses tonu değişmiş ve sövmüştü. “Ölücez lan,” demişti ağzındaki balığı tükürerek, “resmen makine yağı bu…” “Yeme o zaman,” demişti Nazmi (balıkları tutan o ya, alınmıştı biraz), “dingile bak; herkesten çok götürüyor, sonra da şikâyet!”

Yeni yeni yanmaya başlayan kasabanın ışıklarına bakıyor Rıfat. Doğru söylemiş, diye düşünüyor; Uğur ya da İlhan. Hangisi söylemişse doğru söylemiş. Dereler kirlenirken uyanmalıydık; sıra bize geliyordu.

Kendini yalnız hissediyor. İlhan öldü, Uğur artık Ankara’da (o da öldü). Çakal hapiste, hapiste olmasa da başka bir dünyanın adamı artık, yolları ayrıldı. Necmettin babasının koltuğuna oturdu ve babası gibi oldu. Bugün cenazede yan yana gelmişlerdi. Üçü. Birkaç saat için. Çakal dışarıda olsaydı dört kişi olacaklardı. Uğur birkaç saat fazla kalmaya bile dayanamamıştı. Beş arkadaş son kez bu tepede bira içmişlerdi. Her şey bitiyordu. Ama o gün anlayamamışlardı. Anlayamazlardı. Güzel bir gündü, o kadar. Herkes aynı ölçüde içiyordu; İlhan da. Uğur da, Rıfat da, Necmettin de, Çakal Nazmi de… dere boyundaki rakılar yetmemişti. Bu güzel gün Adabinli Tepesi’nde bitmeliydi. Bira, cila için. Biraları Sadık’ın garaj yolundaki büfesinden almışlardı. Sadık onlardan daha sarhoştu. Herkes dalgasına bakıyordu. İçsen de ölüyordun, içmesen de. İkişer şişe yeter, diyor Rıfat. İlhan’ın gözleri kapalı, başını iyice geriye atmış, “Olmadı,” diyor, beş parmağı açık ve elini Sadık’ın yüzüne dayarcasına, “beşer şişe vereceksin.” Sadık gülüyor, kıkır kıkır gülüyor; çünkü İlhan çok haklı. Direksiyonda Nazmi. Büfenin önünden kalkışları muhteşem oluyor. Filmlerde olduğu gibi arabanın lastikleri ciyak ciyak ötüyor. Adabinli Tepesi’ne varınca nara atıyorlar; işte hayat bu, diyorlar. Sonra İlhan’ın ekin tarlasına girişi. İşemek için sanmışlardı ama değildi. Bir süre heykel gibi kıpırtısız durarak dağa bakmış, ardından da kollarını kaldırarak kent ışıklarına doğru dönmüştü. “Herkes en değerli eşyalarını yanına alsın ve peşime düşsün; Afrika’ya gidiyoruz!” diye bağırmıştı. Nasıl da gülmüşlerdi. Uğur, yaşaran gözlerini elinin tersiyle silerken, “Of, off!” demişti. İlhan gülmüyordu ve onlara uzaydan gelmiş yaratıklarmış gibi bakıyordu. Rıfat, eline bir şişe bira tutuşturunca da öyle bakmıştı. Sonra sesini alçaltarak, “Afrika’ya gidiyoruz,” demişti.

“Gelmeyen adi,” demişti Necmettin, “değil Afrika’ya, cehenneme desen ben hazırım. Konyakçı kılıklı herifin kölesi olamam ağa…” Babasının malına mülküne, işine, cimriliğine sövmüşlerdi.

Hiçbir yere gidemediler. Rıfat, babası ölünce sanayi sitesindeki işin başına geçti. Portatif masa ve sandalye üretiyor. Necmettin, Konyakçı’nın yerini aldı, gittikçe ona benzedi. Bacakları bile şimdiden çarpılmaya başladı, yaşlanınca beter olacak. Beyaz eşya satıyor. İşini daha da büyüttü. Kendisi gibi varlıklı bir ailenin kızıyla evlendi. Uğur, başka bir çevrede başka bir hayatın içinde.
“Adisin,” diyor yeni bir bira açarken, “adisin sen.” Almanya’ya giderken nasıl canlıydı, heyecanlıydı. Yeni bir yaşama başlıyordu. Buralardan kurtuluyordu. “Ben yırttım, siz düşünün,” demişti, “burada yaşamak diri diri gömülmek be! Gidiyorum, bir daha dönersem adiyim!”

Döndüğünde, herkesin bir işi gücü vardı. Hepsi de evli barklı adamlardı artık, haytalık yılları bitmişti. İlhan, biriktirdiği üç-beş kuruşla bir büfe açtı. Yürütemedi. Karısı da bırakıp gitmişti onu. Kahvede, sokakta, meyhanede yalnız kalmıştı. Eskiden olduğu gibi annesinin evinde kalıyordu. Yola çıktığını kimse anlayamamıştı. Yanına alabileceği ‘en değerli’ eşyaları yoktu. Tek başına kendi Afrika’sına gidiyordu.

Kulaklarında o şarkı çınlıyor şimdi Rıfat’ın:

Bir gün belki hayattan,
geçmişteki günlerden bir teselli ararsan
bak o zaman resmime, gör akan o yaşları..

Kentin ışıkları ipil ipil yanıyor. Bütün kargalar (hayır, gargalar) çoktan yuvalarına dönmüş. Dağ, şimdi kapkara, kocaman bir leke gibi. Her şey hüzünlü geliyor Rıfat’a, dağın görüntüsü bile canını yakıyor. Motosikletini çalıştırıyor. “Hoşça kal huzursuz ölü,” diyor, “hoşça kal…”

Adı Yok – Cemil Kavukçu

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir