Toplumcu Politik Bir Roman : Sarsılmak – Müslüm Kabadayı

?Kalıcılık ve kapsayıcı ilerleticilik? başlığıyla özetleyebileceğimiz bir sanat yapıtının niteliği, neliği üzerine değerlendirme yapmayı önemsiyorum. Gazetelerin ?Kitap? ekleri başta olmak üzere, dergilerde yer alan kitap tanıtımları bir yana ciddi eleştirilerin, özellikle çözümleyiciliği yanında geleceğe ilişkin yeni bireşimler öneren, sezdiren tartışmaların çok az yapıldığını belirtmeliyim. Giderek azalan sanat-edebiyat okuyucu ve izleyicilerinin, bu doğrultudaki yazılardan etkilendiği, hatta önemli oranda yeni kuşağın yönlendirildiği bir ortamda, ülkemizde gerçekçi edebiyatın halitasını yapan yapıtların ne yazık ki geniş okuyucu kitlesi tarafından bilinmediğini de görüyoruz. Burada bu yapıtların basım ve dağıtımındaki yetersizlikler yanında Nurullah Ataç, Asım Bezirci, Fethi Naci, Tahsin Yücel, Cengiz Gündoğdu gibi etkileyici eleştirmenler kuşağından sonra ufuk açıcı tartışmalar açan yeni kuşak eleştirmenlerin azlığının ya da etkisizliğinin rolünü de dikkate almak zorundayız. Buna dair, yakından tanıdığım iki eleştirmen dostumun, Sadık Albayrak ve Nihat Ateş?in, gerek üretkenlik ve gerekse etkileyicilik bağlamında böyle bir yetersizliği ortadan kaldıracak yaklaşımları varken, son yıllarda bu alandan kopmalarının yarattığı boşluğa dikkat çekmek isterim.
Türkiye?de eleştirmenliğin hakkını vermek kolay mı? Kuşkusuz en zor uğraşlardan biri, aynı zamanda tutarlı çizgide derinleşmek bakımından tek başına değil, birbirini besleyen kuşak ya da ekip çalışmasını gerektiren bir alan. Bugün gerek sanatlar arasındaki geçirgenlik, gerekse edebi türler arasındaki kalın çizgilerin ortadan kalkması, böyle bir kuşak ya da ekip çalışmasını daha çok gerekli kılıyor. Eski eleştirmenlere bakınca, belli bir sanat dalı ya da edebi türde yoğunlaştıklarını görüyoruz. Roman-öykü, şiir gibi türler yanında resim, müzik, sinema gibi sanat dallarında yoğunlaşan bu eleştirmenlerin yerini şimdilerde her alanda gezinen, metinler arası çatmalar yapan ?eleştiremeyenler? almaya başladı. İnternet olanağını ustaca kullanan bu ?eleştirmenler?in, alıntılarla bezenmiş metin alaşımı yapmanın ötesine pek geçemedikleri, özellikle edebi türlerin yaratıcılarına çığır açmak konusunda yeni bir ufuk kazandıramadıkları ortada. Bu sorunu saptayan, ancak bunu aşma konusunda yoğunlaşamayanlardan biri olarak, ?koca eleştirmenler?in gözünden kaçan ya da görmezlikten geldikleri yapıtları bulmaya, onları okumaya, incelemeye ve ulaşabildiğim okuyucu kitlesini bilgilendirmeye özen göstermekle birlikte, böyle yapıtların yaratıcılarına toplumcu estetikte yeni halitalar, damarlar, incelikler geliştirmeleri konusunda fazla yardımcı olamadığımın altını da çizmeliyim.
Şiirde önemsediğim iki kişiyi öne çıkaran değerlendirme ve eleştirilerimi bu bağlamda örneklemek istiyorum. 2005?te haftalık ?soL? dergisinde toplumcu estetiğe katkılarına dikkat çektiğim şair Nemci Otçu ile aylık ?Sanat Edebiyat ve Eğitimde Yoğunluk ? dergisinde ?dirgen şiir? kavramıyla toplumcu şiirlerine dikkat çektiğim Mehmet Ercan?ın, Türkiye?deki edebiyat çevrelerinde gerekli ilgiyi görmediklerini, hatta toplumcu edebiyatı benimseyen sanatçılar, bu sanat anlayışını savunan siyasal çevrelerde de pek yankı bulmadıklarını vurgulamalıyım. İkisi de işçi-emekçi olan, topraklarının rengini şiirlerinde yeni halitalarıyla estetize etmeye çalışan bu şairleri dikkate almayan bir sol hareketin de, politikayı sanattan beslenerek kitle çalışmasında kökleştirmesi mümkün mü?
1980?den bu yana dünyanın içine sokulduğu yeni bir ortaçağ karanlığı çerçevesinde ciddi dönüşüm sürecine emperyalistler ve işbirlikçi burjuvazi tarafından sokulan Türkiye?de yaşanan çelişkileri, çatışma ve gerilimleri, bunları ayrıntıda verecek önemli tip ve karakterler üzerinden sanat diliyle ortaya koymaya çalışan filmler çekildi, romanlar yazıldı ama bunların da azlığı ve yetersizlikleri yanında emekçilerin örgütsüzlüğü ve manipülasyona son derece açıklığı nedeniyle çok etkili ya da kalıcı iz bırakmadıkları, rahatlıkla söylenebilir. Yılmaz Güney sinemasından sonra Sonbahar filmiyle kitlelere ulaşmaya çalışan ekibin çabasını burada anmakta yarar var. Çukurova ve Amik?teki edebiyat dergilerinin çalışmalarına vurgu yapmak gerekir. Yine Kürt edebiyatında Mehmet Uzun?la yoğunlaşan öykü ve romanların, belgesel sinemanın yankılarına önem atfetmek anlamlı? Peki, bu kadar önemli çelişki ve çatışmaların yaşandığı bir ülkenin sanatçılara sunduğu malzeme, konu çokluğu, zenginliği karşısında akılda kalıcı ya da kitlelerin belleğinde etkili olan yapıtların sayısı devede kulak kalmaz mı?
İşte bu ?devede kulak?lığa karşın, iğneyle kuyu kazarcasına ve ısrarla toplumcu edebiyatın estetik düzeyini yükseltmeye, dolayısıyla yapıt olarak etkili kılmaya çalışan sanatçıların varlığını görmek, hem sevinç kaynağımız hem de umut ateşimiz. Onlardan biri olarak Zafer Köse?ye ve onun ?Sarsılmak? romanına değinmek istiyorum. 1970?te Gemlik?te doğan yazar, ilköğrenimini Almanya?da görür, orta ve yüksek öğrenimini Türkiye?de tamamlar. Kısa bir süre elektrik öğretmenliği yaptıktan sonra da bir fabrikada elektrik bakım uzmanı olarak çalışmaya devam eder. Maviada, Sanat Cephesi ve Nikbinlik dergilerinde öykü ve denemeleri yayımlanan yazarın, şu ana kadar yayımlanmış dört kitabı var. 2006?da Mevsimsiz Yayınları?ndan çıkan ?Söz İstiyorum? romanını, aynı yayınevinden 2007?de çıkan ?Evin Yolu? öykü kitabı takip eder. Aynı yıl aynı yayınevi, ?Son Ozan Livaneli? adlı deneme kitabını yayımlar. 2009?da Siyahbeyaz Yayınevi?nden çıkan romanı ?Sarsılmak? ile edebiyat dünyasında kendinden söz ettirmeye başlar.
Üretken, yaratıcı temeldeki paylaşıma dayanan ilişkileri önemsediğini bildiğimiz Zafer Köse?yle tanışmama, dolayısıyla ?Sarsılmak? romanını okumama vesile olan Yalova?da Kimya Öğretmenliği yapan Mustafa Kemeç dostuma teşekkürü borç bildiğimi de belirtmeliyim. İyi bir edebiyat okuru olarak, öykü ve romanlardaki olay ve karakter çözümlemelerini ayrıntılarıyla yapan sevgili Mustafa Öğretmenin, o coğrafyada örnek tarım faaliyetiyle dikkat çeken eski İstanbul Belediye başkanlarından Ahmet İsvan?la Zafer Köse?nin kurduğu ilişkideki verimliliğe dikkat çektiğini de aktarmalıyım.
?Sarsılmak? romanının başında kaleme aldığı kısa teşekkür yazısında şöyle demiş Zafer Köse: ?Bu romanın yazarı olarak, uzun zaman ayırıp yaşadıklarını anlatan ve Serhan karakterinin oluşmasında etkili olan Ayhan Ermiş?e? Bu memlekette yaşayan bir yurttaş olarak; daha güzel bir ülke, daha güzel bir dünya mücadelesinde en güzel yıllarını feda eden Ayhan?lara, Serhan?lara? teşekkür ederim. Sosyal, kültürel ve jeolojik her türlü depremin bir gün üstesinden geleceğimiz inancıyla?? (s.5)
Şimdi ?her türlü depremin üstesinden geleceğimiz inancıyla? diyerek, insana ve doğaya dair büyük bir özveri ve umutla yaşama iradesini ortaya koyduğu anlaşılan yazarın, bu romanı niçin kaleme aldığı da anlaşılıyor. İnsanın yüzünü hep geleceğe döndüğü ve zorlukları aşmak için enerjisini ortaya koyduğu, anlık ya da dönemsel engeller karşısında kırılgan halini geleceğe bakarak aştığı ve buna da ?umut? adını koyduğu bir yaşama sevinci, insan ve toplum yaşamının temel dinamiğini oluşturur. ?Sarsılmak? romanında bu dinamiğin tip ve karakterler dünyasında nasıl biçimlendiğini görüyoruz. Bunu görme merakı bile, bu romanı etkili kılmaya yetiyor.
Öncelikle romanın teknik yanına işaret ederek çözümlemeye girişmekte yarar var. ?Sarsılmak?; iki önemli dönemin, hatta sürecin, toplumsal-siyasal olaylarla doğal olayların birey ve toplumda yarattığı tepkileri, gerilim ve açılımları, arayışları, bunalım ve çözümleri geçirgenlik noktalarını dikkate alarak ilişkilendiren ama ayrı ayrı bölümlerden oluşan bir roman. Romanda 6 temel bölüm ve her bölümde de 7 ara geçiş var. Romanın adıyla bölüm başlıkları arasındaki ilişkiyi hemen kurabiliyoruz. Bölüm başlıkları şöyle: Beklenen Sürpriz, Başlamak, Alışmak, Umut, Kırılan Dal, Harabe. Her bölümün 7 geçişten oluştuğunu dikkate aldığımızda, sanatta bir ?denge?nin bulunduğunu doğrulayan bir kurguyla ?Sarsılmak?ın kaleme alındığını söyleyebiliriz. Bölüm sayısını niye yazar 6?da bırakmış olabilir diye düşündüğümüzde, 7. bölümü okuyucunun yazmasını istediğini düşünebiliriz. Niye böyle düşündüğümü de hemen açıklamalıyım. Romanda ?onurlu ve yalnız? bir tip olarak çizilen Sağırali?nin Ahmet, gençliğinde uğruna ölümü göze aldığı Zeynep?ten sonra, sevda yüklü Filiz?e hakaret eden Artan?ı, ilk eyleminden 37 yıl sonra kahvede öldürdükten sonra herkesin bakışları altında yiğitçe köy meydanına ilerler. Yazar, son paragrafta şöyle der: ?Zeynep?in evinin önünden geçerken, başını o tarafa çevirmedi. 37 yıl önceki Zeynep?in bakışlarını üzerinde hissetti. Yemenisinin altından alnına dökülen zülüfleriyle, genç yüzüyle, iri ve hüzünlü gözleriyle bakıyordu Zeynep. Sonsuza kadar bekleyeceği sevgilisinin ağır adımlarla uzaklaşmasını seyrediyordu.? (s.444) Buradaki ?sonsuzluk?u yazacak olan okurdur çünkü.
Zafer Köse?nin teşekkür yazısından anlaşıldığına göre romanın ana kahramanı Serhan, Ayhan Ermiş?in gerçek yaşamından yola çıkılarak yaratılan bir karakter olduğuna göre ?gerçeklik? bakımından 1970?li yıllardan başlayarak yaklaşık 30 yıllık bir Türkiye sosyal-siyasal tarihinin izlerini bir biçimde yansıtmakta ya da sezdirmektedir.
İçeriğe gelince, romanın adından yola çıkmakta yarar var. Birbirini doğal-toplumsal boyutlarıyla tetikleyen 12 Eylül askeri faşist darbesiyle 17 Ağustos depreminin yarattıkları sarsıntıyı, şöyle ilişkilendirir yazar: ?Sağıralinin Ahmet, Yalova?daki depremi, kendi gözünden anlatıyordu. Gözlemlerini aktarırken yorumlar yapıyordu. Sadece Yalova?dan, hatta sadece 17 Ağustos depreminden söz etmiyordu. Bu acılara, bu karmaşaya, bu yabancılaşmaya neden olan yıkımdan önce, çeşitli sarsıntılar yaşandığını anlatıyordu. Filiz, konuya hiç Ahmet Amca?nın baktığı açıdan bakmadığını düşünüyordu. 12 Eylül 1980 depreminin 17 Ağustos 99 olan etkisini hiç düşünmemişti.? (s.438) Doğrusu, son cümlede yazarın, ?deprem? ile ?darbe? sözcüklerinin yerini bilinçli olarak farklılaştırıp farklılaştırmadığını bilmiyorum ama, bunun yerinde bir ?ayıktırma? işlevi gördüğünü söyleyebilirim.
Yine, tür olarak ?çatışma?dan beslenen romanın, 17 Ağustos depremi sonrasında zıt davranışlarıyla karakterlerin sorgulandığı şu anlatımlarla son bölümde vücut bulduğunu söylemek, kestirmecilik olmaz herhalde: ?Enkaza dönmüş evlere girilemezken, zaten çeşmelerin kuruduğu günlerde, yıkılmayan bakkalından çıkardığı pet şişe sularını karaborsa satanları da??(s.438) ?Deprem günlerinde o bakkalın elindeki su şişesi dolu kartonları zorla alıp çadır kentlerde dağıtanları gördük. Hayatını tehlikeye atıp hasarlı binalara girenleri, tanımadığı insanlara yardım edenleri de? Gasp edildikten bir yıl sonra, aynı yoldan geçerken yol kenarında arızalanmış bir araç görünce aynı kişinin, yine yardım etmek için durmasındaki, insanlığa olan inancı da gördük. İstanbul?dan gelip Yalova?da haftalarca gönüllü olarak çalışan inşaat mühendislerini gördük.? (s.439-440)
?Sarsılmak?ta Türkiye?nin 1970?li yıllarından 2000?e kadar uzanan, yaklaşık 30 yıllık bir döneminin ekonomik, sosyal ve siyasal panoraması olaylar ve göndermeler yoluyla çizilmektedir. 1970?li yıllarda lise öğrencisi olan Serhan ve arkadaşlarının siyasallaşma süreçlerinde okudukları yapıtlar, okullarda öğretmen-öğrenci-veli ilişkilerinin durumu, siyasal mücadeledeki eğilimler, aile ilişkileri, sevgi-aşk serüvenleri, 12 Eylül faşizminin yaratmaya çalıştığı toplumsal yapı, piyasacılık-esnek üretim uygulamaları, ailelerin parçalanması, cezaevleri direnişleri-işkenceler, yeni zenginleşme olgusu, toplumsal depreme 17 Ağustos depreminin eklenmesi ve insani durumla ilgili yarılmalar, kişilerin kendilerini arama çabaları vs. Kısacası politik romanın kahramanların yaşantıları, iç ve dış gerilimleri üzerinden oluşturduğu geniş bir dönem ve olaylar zinciri söz konusu.
Toplumun, sermayenin çıkarları doğrultusunda kıran kırana belirlendiği ?piyasa? kavramının, ülkemizde bir romanda açık biçimde gündeme getirildiği ilk yapıttır ?Sarsılmak?.
?Ticaret yapacaktı. Herkesin kabullendiği piyasa mantığı bunu gerektirmiyor muydu? Bu koşullarda ev taşımanın, her zamankinden daha pahalı olması normal değil miydi? (?) Fiyat mı? 60 milyondu. Ama piyasa böyle olmuştu.? (s.316-317)
?Piyasa?nın, sanat yapıtlarını, edebi faaliyetleri de nasıl yozlaştırdığını ?klip? eleştirisiyle verir yazar.
?Bu arada televizyondaki şarkı değişti. Buna bağlı olarak elbette görüntüler de değişti. Zaten şarkının değiştiğini, duyduğu müzikten çok, görüntülerin farklı olmasından anladı.? (s.112)
?Piyasacılık?ın sınavlar üzerinden eğitimin ticarileştirilmesine nasıl zemin hazırladığına, bugün sınav sisteminde yaşanan hırsızlık-yolsuzlukların ayyuka çıktığı KPSS?de yaşananlar dikkate alındığında, daha çok ciddiyetle eğilmek gerekiyor. Romanda bunun gündeme getirildiği, sorgulandığı anlatımla karşılaşıyoruz.
?Üniversite sınavına hazırlanan Filiz?i evde bıraktıklarını, onun ders çalışması gerektiğini söylemeleri üzerine açılan konuda bir tartışma başlamıştı. Eğitimin gittikçe bir yarışa dönüştürüldüğünden, çocukların işinin çok zorlaştığından söz ediyorlardı. Durmadan açılan üniversiteler nedeniyle artık herhangi bir üniversitede okumanın eskisi kadar anlamlı olmadığını anlattı Harun. (?) Serhan, hiçbir şekilde bu yarışa girmemek gerektiğini anlattı. Her şeyin rekabete dayandırılmasına, umutları sömüren bu anlayışın sürekli olarak yeniden üretilmesine karşı çıkılmalıydı.? (s.92)
?Piyasa?nın vahşi kapitalizmin kuralsızlığının aracına dönüştüğü koşullarda, işsizliğin artarak kapitalistler tarafından çalışanlara karşı bir silah olarak kullanıldığını, roman kahramanlarının yaşadıkları üzerinden şöyle betimler yazar:
?Belki de şu işe girerim; böyle boş düşünmeme gerek kalmaz artık. Uzanıp masanın karşı kenarındaki yerel gazeteyi aldı. Az önce masaya serdiği gazeteyi toplayıp kenara koydu. Haftalık yerel gazetede, dün gördüğü ilana baktı. (?) Bilgisayar ve özellikle Excel kullanabilmenin tercih sebebi olduğu yazılmıştı.? (s.141)
?Piyasa?nın yapay bir canlılık kazanmasında etkili olan bilgisayardan sonra cep telefonunun devreye girerek yaygınlaşmaya başladığı bir döneme tanıklık eder roman kahramanı Serhan.
?İşler bir yoluna girsin de ona bir cep telefonu alayım, diye düşündü. Galiba, yakında iş yapan herkes cep telefonu kullanmaya başlayacaktı. Hatta iş için kullanmayanlar arasında da yaygınlaşabilirdi. Depremden sonraki bu ilk on günde, Yalova?da canlanan tek pazarın, cep telefonu pazarı olduğu söyleniyordu.? (s.313)
Sermaye egemenliğinin sürdürülmesi için emekçiler, öğrenciler arasında emek-sermaye çelişkisinin dışında kutuplaşmalar yaratarak yapay gündemlerle çatışmalara, katliamlara zemin hazırlandığına, özellikle sınıf mücadelesinin keskinleştiği 1970?li yıllarda başvurulduğu biliniyor. Romanda bu ?oyun?, şöyle işleniyor:
?Düzene karşı verdiğimiz bu meşru mücadele yasal yoldan engellenemeyeceği için, bu baskı ve zulüm sistemi başka türlü korunamayacağı için? Gerçi böyle de engel olamayacaklar, ama boşu boşuna acılara, düşmanlıklara neden oluyorlar. Aha! Saldırıyorlar! (?) Onlara faşist dememiz, bizim bazı tavırlarımız, bazı hatalarımız? İyi de ne zaman bunları konuşma fırsatı bulacağız? Konuşmak yerine çatışmak kimin tercihi?? (s.-191-192)
Kapitalizmin kriz dönemlerinde çok yoğun gerçekleşen ama yapısal olduğu için temel bir sorun olarak her zaman gündemde olan olgulardan biri, işsizliktir. İşsizlik, alışılmadık işte çalışma, karı-kocanın yabancılaşması konularının iç içe işlendiği şu bölüm dikkat çekmekte romanda.
?Evetti, gecikmiş site aidatını aybaşında ödeyebilirlerdi. Kirayı da geciktirmezlerdi. Durumları tam düzelmişken, yıllarca borç ödedikten sonra işsiz kalmıştı ama o kadar çıkmazda değillerdi. Allah?a şükür demişti Safiye, fazla borçları yoktu. Kredi kartlarını iyi ki aylar önce temizlemişlerdi. Safiye?nin işleri de gittikçe çoğalıyordu. Safiye?den böyle sözler duymak, Serhan?a sanki yabancı bir kadınla konuşuyor duygusu vermişti.
Devlet hastanesinin önünde dün akşamı düşünerek yürürken, adımları birden yavaşladı. Bir gün önce Safiye?ye anlattıkları? Rüyadan ayıldı? Düpedüz hamallık olan işine gidiyordu.
E, ne olmuş, çalışmak ayıp mıydı? İşsiz gezmek daha çok utanç veriyordu insana. Öyle mi acaba? O zaman neden ödü kopuyordu bu işte çalıştığını bir tanıdığı görecek diye?? (s.180)
Ülkenin bağımsızlığı, halkın eşitlik ve özgürlüğü, toplumun gelişmesi konularında kafa yoranların önünü ?kör dövüşü? yaratarak kesmeye çalışanlar, güvenlik güçlerini de bu doğrultuda kullanırlar. ?Sarsılmak?ta polis ve halkın bu noktada konumu sorgulanmaktadır.
?Polis sirenleri duyulduğu için, onu polislerin kurtaracağını ummaktaydı. Ama kendini kandırmıyor muydu böyle düşünerek? Hiç olmazsa, polislerin Recep?le ilgilendiğini görmeliydi. Aslında polise teslim edeceğine kendi kurtarmalıydı arkadaşını. Ama bu mümkün değildi. O zaman, en azından halka teslim etmeliydi, kahvedeki insanlara, esnafa?? (s.195)
Her şeyi paranın saltanatına endeksleyen bir toplumsal düzende, yapay gündemler ve kaotik ortam o kadar egemendir ki, buna karşı bir cephe açmak isteyenlerin toplumda güç kazanmasını engellemek üzere ?sahte değişimciler? devreye sokulur. Bugünün cemaat-tarikat güçleriyle liberallerin oluşturduğu amorf yapı, tam da buna denk gelmektedir. Romanda bu durum şöyle bir nedensellikle işlenmektedir:
?Ahmet Amca, son on yıllarda, halkın daha geniş kesimlerinin sosyal hayata ve iş hayatına girmeye başladığından, çok daha fazla kızın üniversiteye girmeye başladığından dolayı, eskiden su yüzüne çıkmayan bazı sorunların görünür hale geldiğini anlatıyordu. Köylü yaşam biçiminin şehre taşınması ama oraya uyumlu hale getirilememesiyle ilgili çeşitli sorunlardan, müziğin ve duyguların bozulmasından, hayatın yozlaşmasından söz ediyordu. En önemlisi ise, ezilen insanların, yoksulların temsil edildiği bir siyasi partinin bulunmayışı, onların kendi gelenekleriyle ve sınıfsal yapılarıyla bağlantılı şekilde örgütlenememeleriydi. Çoğunluğun değişim talep etmesi ama onların talebini yalancı değişimcilerin seslendirmesini tehlikeli buluyordu. Sağıralinin Ahmet, bu durumun kötü sonuçlar verebileceğini, en tutucu kesimlerin bile bu boşluktan yararlanıp değişimden yanaymış gibi görünebileceğini, işlerin iyice karışabileceğini anlattı. Devlet, gerçek muhalefeti ezerek, özgür düşünceli insanları yok ederek, on yıllardır kendi varlığını tehlikeye atıyordu.? (s.278)
Burada ?devlet? algısının Sağıralinin Ahmet?in düşüncesindeki yanlışlığına dair daha sonraki bölümlerde herhangi bir sorgulama olmadığı için (devletin ne yapması gerektiğine dair anlatı hariç), şu notu düşmek durumundayız: Türkiye?de AKP Hükümeti döneminde daha bariz biçimde görüldüğü üzere, sermaye sınıfının dünya çapında izlediği toplumları karanlığa boğmak için dini güçlendirme politikası, Türkiye?de ABD-AB emperyalizminin ortaklaştığı ?yeni işgal stratejisi?ne uygun olarak işbirlikçi cemaatlerin palazlandırılması biçiminde gerçekleşmiştir. İşçi-emekçilerle yoksulları örgütlemeye çalışan sol örgütlerin zayıflatıldığı bir dönemde ?sadaka kültürü?nü yoksullara dayatarak taban bulan cemaatler, sermayenin istediği sendikasız-güvencesiz çalışmaya mahkum edilen bir kitlenin oluşmasında aktif rol oynamışlardır. Dolayısıyla, bu politikayı izleyen ?devlet?, sermayenin egemen sınıf niteliğine bağlı olarak, bu stratejiye uygun biçimde kurumlarını yapılandırmıştır. Yoksa, bindiği dalı kesen konumunda değildir.
?Devlet?in ne yapması gerektiğine dair sorgulama ile dinci yapılanmanın ?devlet? eliyle nasıl ilişkilendiğine dair değerlendirme, takip eden sayfalarda yer almaktadır.
?Bazı temel haklar, koşullara bağlı olmamalıydı. Hele çocukların küçük dünyasında fırtınalar yaratan büyük istekler. Dondurmalar, balonlar parayla satılmamalıydı. Eğitim hakkı, sağlık hizmetleri de öyle. (?) Herkes kendisinin başının çaresine bakacaksa, sadece en yakınlarının dertleriyle uğraşacaksa, neden bir de devleti sırtımızda taşıyalım?? (s.382) ?Zaten önlenemeyecek gibi görünüyordu onların çoğalması. Kitapları, dernekleri, vakıflarıyla geliyorlardı. Çeşitli bağlantılarla, devlet kurumlarındaki atamalarla, mahallelerdeki çalışmalarıyla geliyorlardı. Laik bir devletin, başta eğitim alanında olmak üzere çeşitli kurumlarda yöneticiliğe hep dincileri getiriyor olması ne tuhaftı. Belki de en önemlisi, ticaret alanındaki bağlantılarla, müşteri bulma yollarıyla, toptancılık işinde referans olma avantajıyla geliyorlardı.? (s.383)
Romanın konusunu oluşturan olay ve olguların bütünselliği içinde, kişilikleri belirleyen durumların, nedensellikle verildiğini görmekteyiz. Sarsılmak?ta insanın, toplumsallık içinde kişilik kazanması, insani değerler için direniş geliştirmesi çerçevesinde dile gelmektedir.
?Bu arada en az otuz kişi, tek tip elbiseleri giymişti ki, birisi yerden aldığı ve paçavra gibi davrandığı şeyleri, U biçiminde duran insanların arasına, avlunun ortasına fırlattı. Serhan?ın aklından uçup gitti, kazanma şanslarının olmadığı düşüncesi. Müthiş bir güç geldi bedenine. O mahkuma hemen sopalarla, zincirlerle giriştiler. (?) Serhan?ın kafasında, direnen tarafta ve haklı tarafta olmak gerekiyordu.? Türkiye?de sistematik hale getirilen işkencenin en çok mağduru/muhatabı olan devrimcilerin, emekçilerin nelerle karşılaştığına dair öyküler, romanlar, resimler, belgeseller, filmler üretildi; bu romanda da Metris Cezaevi?nde uygulanan işkenceye karşı direnenlerin iç dünyaları, bilinçleri öykülenmektedir. Devrimcilere uygulanan sistematik işkencelerle siyasal direnişi kırmayı, toplumda ?korku?nun egemen olmasını, böylece hak arama mücadelesi başta olmak üzere insanların haksızlıklara, baskıya karşı örgütlenmesini ortadan kaldırmayı amaçlayan egemen sınıfın yöntemleri sorgulanır. ?Tek tip? elbise uygulaması bu açıdan sembol haline gelen bir uygulamadır. ?Kasabalılar? adlı belgesel anlatı kitabında ?tek tip?e direnişte haberlere konu olan isimlerden biri olarak gündeme gelen Necdet Ayma?nın anlatımında, vicdanları derinden sarsan bir ?acı?ya karşı insani dayanışmanın yarattığı umudu görüyoruz. ?Sarsılmak?ta bu, ?insanın güzelliği yaratma gücü? bakımından şöyle anlatılmaktadır: ?Elbise giymeyenlerden çoğunun üzerinde, yatak çarşafından yapıldığı belli olan tuhaf giysiler, şort benzeri şeyler vardı. Serhan?a da ondan bir tane yaptılar. Bu konuda artık ustalaştığı belli olan adamın, işini yaparken özenmesi, bu koşullarda bile bir güzellik kaygısı gütmesi, Serhan?ın içini ısıttı. İnsanlardaki güzellik sevdasıdır, dünyayı kurtaracak olan, derdi Cengiz Hoca.? (s.322)
Cezaevlerindeki şiddet ve yasaklara karşı zaman zaman gündeme gelen açlık grevleri de romanda işlenmektedir. Metris?te başlatılan açlık grevinin içindeki kahraman Serhan?ın durumu şöyle anlatılmaktadır: ?Burada, bu şekilde direnenlerin en ön safında yer alması, E Blokta oluşu, mutlaka insanlık onuruna aykırı tavırları kabullenememesinden kaynaklanıyordu. (?) Ertesi gün, kahvaltı için gelen her zamankinden daha güzel çorbayı içmeyerek, 9 Nisan?da başlamış olan açlık grevine Serhan?lar da katıldı. Ve yok edilmek-varolmak mücadelesinin yeni bir aşaması böylece başlamış oldu.? (s.325)
Açlık grevlerinin ölüm orucuna dönüştürüldüğü birkaç önemli eylem ve bu eylemleri kırmak için yönetimin uyguladığı katliamlara tanık oldu bu ülke. F Tipi cezaevlerine karşı yürütülen mücadeleye karşı 19 Aralık?ta uygulanan katliam, belleklere en çok kazılandır. Romanın zamanı 1980?li yıllarda gerçekleşen açlık grevinin psikolojik savaş boyutunun olabildiğince nesnel biçimde anlatıldığı romanda, ?vicdan sorgulaması? öne çıkmaktadır. ?Yemeğini kaşıkladıkça, çevresindeki herkes gibi içine utanç doluyordu. Sesini duyurmasının tek yolu, son çaresi olarak açlıktan ölmeyi seçmiş insanların mücadelesine saygısızlık gibi, vicdanına hakaret gibi geliyordu beslenmek. Kırk beşinci gün gelen yemeği kabul etmedi. Az önce açıklanmış olan, açlık grevinin ölüm orucuna dönüştürüldüğü kararını desteklediğini ve tekrar açlık grevine başladığını bildirdi. Zulüm koridorundan geçilerek tekrar direnişçilerin koğuşuna atıldı. Atıldığı bu yer, sessizliğin içiydi. Ölüm kokmaya başlamıştı. Belli ki içerdeki bedenler, hücre hücre ölmeye başlamıştı. Koğuşun loş ortamında, sadece göz hareketleriyle karşılandı, öyle selamlaşıldı. Çok ender olan konuşmalar, hırıltılı seslerde yapılıyordu. Artık ölmeye karar verilmişti. Ya koca bir kültürün, bütün toplumun vicdanı da onlarla birlikte ölecekti ya da insanlar onların farkına varacak, bir duyarlılık oluşacaktı.? (s.329)
Yapıtta, insanın yaşadığı topraklara bağlılığının – aynı ülkede işkence altındayken bile – neden ve nasıl olması gerektiğine dair anlatı vardır. ?Elli beşinci gün, Sönmez Abi vedalaşmak için Serhan?ı yanına çağırdı. O yerinden kalkamıyordu. Belki de bir daha görüşemeyeceklerdi. Ben senden büyüğüm, dedi Sönmez Abi. İlk ve son kez öğüt? Son sözleri? Çok zorlanarak konuşabiliyordu. Bu olanlar? Bu barbarlar, bu yöneticiler? Ülkene karşı olan duygularını değiştirmesin. Sev? Bugünlere tanıklık? Sana düşerse? Çok sevdiğimiz anlat. Ülkemizi? Halkımızı? Çok sevdim? Seviyorum.? (s.330) Eşitlik ve özgürlük mücadelesinin ete kemiğe bürünerek sağlam bir zemin oluşturmasının mekanı yurt, onun yağmalanmasına karşı duruşun da yurtseverlik olduğu gerçeğini en iyi kavrayanların, buna göre hayatlarını ortaya koyanların da devrimciler olduğunu gösteren bu anlatının başka sayfalarda da dile geldiğini görüyoruz.
Burada, yurtseverlikle toplumcu-ortaklaşmacı düşüncenin davranışa dönüşmesi, birbirini tamamlayan öğeler olarak güçlenmesine dair mesajlar içeren bir anlatıyı, 17 Ağustos depremiyle oluşan sarsıntı sürecinde somutlar Zafer Köse. Bu ilişkilendirmenin biçimini, dilini ve zamanını önemsediğimi belirterek, alıntılamak istiyorum.
?Belki de bir çikolatayı, tek başına yemeyi hep hayal ediyordu. Ah be kızım, söyleseydin ya bana! Bu o kadar büyük bir dert olmazdı.
Buraya gelirken aldığı çikolatayı cebinden çıkarıp kıza uzattı.
– Al kızım, bunu da yarın yersin.
Yere dizilmiş paletler üzerinden, çadır alanının içlerine doğru yürümeye başladı. Birden, bir şey hatırlamış gibi kızına baktı.
– Keşke çikolatayı tek başına yemekten daha çok, seni, paylaşmak mutlu ediyor olsaydı.? (s.335)
Çocuğun ?tüketim düşkünlüğü?nü körükleyen piyasa koşullarında çikolatayı tek başına yeme güdüsüne karşılık, bir babanın ?ekmek? alma davranışının betimlendiğine tanık oluyoruz.
?Her akşam işten eve dönen bir adam edasıyla, çikolatayı buz dolabının üstüne koyup yemekten önce çocuğun yemesine karşı önlem almıştı. Meyveleri dolaba koymuştu. Neden ekmek aldığını sormuştu Safiye. Evde vardı, gerek yoktu, bayatlayabilirdi. Ama Serhan, en çok ekmek almak istemişti. Bayatlarsa bayatlasındı, eve gelirken ekmek alınırdı. Çoluk çocuğu olan, ailesi olan bir erkekti o. Bir babaydı.? (s.179)
Doğanın diyalektiği içinde insan-toplum dokusunun iki alandan ve birbirine bağlı olarak evrimleştiği biliniyor. Milyonlarca yılda gelişen biyolojik evrimle daha kısa sürelerde gerçekleşen kültürel evrimin izdüşümlerinin karakter ve tip üzerinden güçlü romanlarda da anlatıldığı bir başka olgu. Toplumsal birikimin bireylerin gelişkinliğine yansımasının da bir evrim konusu, daha açık deyişle kültürel evrimle ilgili olduğunu, yerinde betimler yazar.
?Hiç kimse, kendi ömrü içinde gerekli bilgileri biriktirecek kadar uzun yaşayamazdı. Bin yılda oluşurdu doğru bir bilgi. (s.131)
Kişiliğin toplumsallık içinde kazanılmasıyla ilgili, çarpıcı anlatımlardan biri, dolmuş kooperatifi başkanlığını da yürüten Ömer Amca?ya dair. Şöyle:
?Sık sık şehir dışına giden ve oralardan farklı misafirleri gelen bir adamdı Ömer. Konukları gelince, bundan herkesin haberi olur, kimse onların yediği yemekten, içtiği çaydan, yaptığı alışverişten para almazdı. Gemlik esnafının konuğu kabul edilirdi onlar.? (s. 103)
Kültürel evrimin, köy-kent koşullarında ve tersine güdülemelerle farklı sıçramalarla gerçekleştiğini somutlayan anlatımla karşılılaşmaktayız romanda.
?Gemlik?ten gelmiş olanlarla bu köyde yaşayanları kolayca ayırt edebiliyordu. Gemlikli kızlar erkeklerden daha çekingen dururken, köyün erkekleri kızlardan daha çekingen duruyordu. Daha doğrusu, köy erkekleri, etraflarına bakmamak, bir rahatsızlık vermemek için dikkatli davranıyorlardı.
Filiz?e tuhaf gelen bir başka şey ise, köyün kızlarının bazıları kısa kollu giyinmişti. Çoğunun başı örtülü de olsa, hepsinin az veya çok saçı açık görünüyordu. Oysa şehirden gelenler içinde, sıkı sıkı türbanlı kıyafete sarılmış olanlar vardı. Ama mini etekli ve rahat hareketli kızlar da dolaşıyordu ortalıkta.? (s.210-211)
Gerçek kişilikler üzerinden romanda olay ve durum çözümlemelerine zemin hazırlandığına tanık olmaktayız aynı zamanda. ?Deprem-sarsıntı? olgusu üzerinden, 17 Ağustos Depremi döneminde adı sıkça gündeme gelen bir ?bilim insanı?nı merkeze alan değerlendirme şöyle:
?Işıkara?nın kaygılı ve yorgun yüzü, ekranı kaplamıştı. Altta Kandilli Rasathanesi Deprem Araştırma Enstitüsü Müdürü olduğu bilgisini veren bir yazı kayıyordu. Spikerin üst üste sorduğu sorulara, nerdeyse birbirinin tekrarı yanıtlar veriyordu. Sonra, eliyle bir işaret yaparak sessizlik sağladı ve tane tane söylediklerini özetledi.
– Akşam saatlerine doğru üç saat 210 sarsıntının meydana gelmesi, beni kaygılandırıyor. Gemlik ve İzmit gibi bölümlerin alt kısmında oldukça hareketlilik var. Bu beni çok rahatsız etti.? (s.203)
Belgesel anlatımın belirginlik kazandığı romanda, özellikle olayların geçtiği mekanların köy-kasaba-kent, semt, mahalle, cadde, sokak adlarıyla gerçekliğinin verilmesi, romandaki zaman çerçevesinde ülkede gerçekleşen önemli olayların, durumların gerçekliğe uygun biçimde betimlenmesi, dikkat çekmektedir romanda.
?Bursa Şube Başkanı konuşmaya başlayınca iyice heyecanlandı. Adının Cevdet Selvi olduğu söylenen adam, çalışanlardan çok eyleme destek verenlere hitap etti. Serhan kendisine de teşekkür edildiğini düşündü onu dinlerken. Çalışan insanlara hakları verilsin diye bir eyleme katılmak, içini mutlulukla doldurdu.? (s.105)
?Geçen hafta, İstanbul?dan gelen Hacı Tonak adlı örgütlenme sorumlusunu dinlerken de öyle düşünmüştü. Bu adamı dinleyen herkes, bizim meselemizi anlar. Hacı Tonak, Mahir Çayan?ların arkadaşı, THKP-C?de faaliyetlerde bulunmuş, adından çok söz edilen biriydi.? (s.122)
?Birçok çadırın delik olması ve yağmur geçirmesi üzerine Kızılay yoğun eleştiri aldı. Afet bölgesine Kızılhaç?tan sonra ulaşabilen Kızılay?ın Başkanı Kemal Demir?? (s. 316)
?Artan?ların evine girme düşüncesinin ne kadar saçma olduğunu düşünerek yürüyordu. Sokağa girmiş olan iki adamın geldiği Fatih Caddesi tarafından değil de Spor Caddesi tarafından çıktı.? (s.137) Gerçek mekanların romanda yer almasına dair bir başka örnek şöyle: ?Sanki çalışıyormuş da işten biraz erken çıktığı bir günmüş gibi, ağır adımlarla eve doğru yürüyerek Abasıyanık Sokak?ta ilerliyordu.? (s.94)
?Sarsılmak?ta toplumda meydana gelen değişme ve gelişmelerin boyutları üzerinden karakterlerin psikolojik çözümlemeleri yapıldığı gibi, toplumsal psikoloji kapsamında nedensellikle bunun verildiğine tanık oluyoruz. İşte bir örnek: ?İşin kötüsü, yoksul olan bir kişi, zenginin karşısına geçip ona karşı sesini yükseltemiyordu. Sen fazla zengin olduğun için ben yoksulum, diyemiyordu. Kimse çıkıp da benim böyle kötü bir işte çalışmamın nedeni, senin o rahat koşullarda çalışmandır, diye haykıramıyordu. Hiç kimse, benim batmamın nedeni, senin başarılı olmandır, diye açıklayamıyordu. Çünkü bütün bunlar, kişisel başarılar veya başarısızlıklar olarak görülüyordu.? (s.400)
Yazarın, psikolojik tahlillerde zengin betimlemelere başvurduğu da görülüyor. ?Bir film izlerken duyduğuna benzer bir heyecan duyuyordu. Kendi hareketlerini, sanki bir oyuncunun macerasıymış gibi izliyordu. Zaten kararları kendisinin verdiğini düşünmüyordu. Yaptığı her şeyi, sanki tek seçenekmiş gibi yapıyordu.? (s. 59)
?Birkaç gün sonra ise, kalıcı kararlarını verecekti. Safiye ile de açıkça konuşacaktı. Bu işin ne olduğunu, ne yapacaklarını? Birlikte karar vermek istediğini söyleyecekti. Aslında ayrılmak? Başarısız bir erkeğin, karısı tarafından terk edilmesi anlamına mı gelirdi acaba? Mutlaka öyle düşünülürdü hakkında. En çok da annesi hakkında öyle düşünülecek olması kötüydü. (Anlatım bozukluğu var.) Oğlunun bir işi beceremediğini, karısını da elinde tutamadığını konuşacaktı mutlaka birileri.? (s.185)
?Suç? kavramının, nedenselliğini toplumsal çerçevede betimleyen şu bölüm, romanın toplumsal psikoloji bakımından önemsenmesi gereken bir çıktısı olarak değerlendirilmelidir:
?Zaten hiçbir suç bireysel değildir. Bir suçun bütün cezası, sadece onu işleyene yüklenmemeli. Her toplum, her sistem, kendisi ne kadar suçluysa, cezaların o kadar ağırlaştırılmasını talep eder. Çünkü, işlenen her suçu, sadece o kişinin suçu görüp vicdanını rahatlatmak isteyen bireylerden oluşuyordur, suçlu toplumlar.? (s. 280)
Romandaki psikolojik betimlemenin dikkat çektiği önemli bir kesit de, işkenceyle ilgilidir. ?Katılmadığı olaylara katılmış gibi Serhan?ın adını söyleyenlerin mazereti, olsa olsa birkaç isim verip o andaki acılardan kurtulmak olabilir. Anlaşılır bir şey gibi geldi bu Serhan?a. Sonra kendine kızdı. Benzer şeyleri kendisinin de yapabilecek olmasından dolayı, hafifletici sebepler ve suç ortakları mı arıyordu kendine? Belki de kimse onun ismini vermemişti, sorgucuların uydurmasıydı hepsi.? (s. 300)
Yazarın, doğru ve zengin betimlemeler yanında çok az da olsa, yanlış betimlemeler yaptığına tanık olmaktayız. ?Laz Teyze?nin evinin önündeki günebakan, yüzünü o sıralarda açmaya başlardı.Dibinde yaşadığı duvarın köşesinde gölge devrilip de güneş görünmeye başladığında, başını kaldırdı.? (s.129) Oysa, gölgenin devrildiği taraftan güneş görünmez.
Romanda anlatımı zaman zaman zayıf düşüren ifadelere rastlanıyor. Özellikle anlatım bozukluklarında, aynı ya da benzer sözcüklerin tekrarı dikkat çekiyor. ?Filiz?e, okulların tatil olduğunu hatırlatıp, her yaz yaptığı gibi 2-3 ay, güzel güzel tatilini yapmasını önermişti.? (s.21) ?Bir şeyler yapılması gerekiyordu, ama ne yapması gerektiği konusu, Serhan için, herkesin birbirine sorduğu sorular gibi cevapsızdı.? cümlesinde ?konusu? yerine ?sorusu? sözcüğünü kullanmak gerektiği gibi cevapsız olanı benzetme yoluyla vurgularken kullanılan ?herkesin birbirine sorduğu sorular gibi?de anlamsızlık var.
?Herkes kendi canının derdindeyken, başkasının canını dert edebilir miydi??(s.42) cümlesinde, ?dert edinebilmek?in kullanılması doğrudur. Yine yanlış sözcük kullanımına rastlamaktayız. ?Sabah kalktığında, kesik bir yorgunluk hissetmişti bedeninde. Bir önceki gün epeyce yorulmuştu demek.? cümlelerinin çağrışımı düşünüldüğünde ?kesik? sözcüğünün yerine ?yoğun? anlamına gelen ?kesif?in kullanılması gerekiyor. Bir dizgi hatası olabilir. Dizgi sırasında gözden kaçan bir ifade bozukluğu, belki sanatsal bir anlatım örneği olarak da gösterilebilir. Doğrusu, yazarın bu tür örneklerle nasıl bir sanatsal anlatıma başvurduğuna açıklık getirmesi gerektiğini belirtmek durumundayız. Örnek şu: ?Esen rüzgarda gözünden yüzüne serin yollar ilerledi.? (s.409) ?Esen? sözcüğünün gereksiz olduğu, rüzgarın zaten esmeyi içermesinden dolayı açık. Ancak, ?yüze serin yolların ilerlemesi? imgesel bir söyleyiş mi, onu bilemiyoruz.
Yine, aynı anlama gelen sözcüklerin yan yana kullanıldığı cümlelerle karşılaşıyoruz. ?Ama yardım edebilecek durumda değildi Harun. Birsel ve Filiz?le birlikte, beraber geldikleri arkadaşının ailesini de alarak fabrikaya döndüler.? (s.388) ?Birlikte? ve ?beraber? sözcüklerinin yan yana kullanımları farklı bir anlam çağrıştırıyor olsa da, algı bakımından sorunlu bir cümleye yol açmaktadır.
Anlatım bozukluğuna yol açan kip ve kişi uyuşmazlığıyla ilgili cümlelerle karşılaşmaktayız.
?Uyku hapı mı kullansam, diye düşündü. Herhalde uykusuzluğa iyi geliyorlardır.? (s.114)
?Sağıralinin Ahmet, kahve yapmak için mutfağa gittiğinde, birbirlerini görmeden ve biraz seslenerek konuşmaya başladı.? (s.438) Bu cümle, ?başladılar? olarak bitmeliydi.
?Ama ne yapabilirdiler ki?? (s.244) Konuşma dilinde rastlayabileceğimiz kip-kişi dizilişi, yazarın anlatıcı olduğu bir bölümde şöyle olmalıydı: ??yapabilirlerdi ki??
Romanda ilginç muhakeme ya da ilişkilendirmelere de rastlanmaktadır. ?Daha iyi olanın ne olduğu bilinemediğine göre, daha yanlış olan da tam olarak bilinemez.? (s.44)
?Serhan, kimliğini kendisine veren yanındaki adamın kolunu yumuşakça ama uzunca sıktı..? (s.37) cümlesindeki ?ama? bağlacının yanlış kullanıldığı görülmektedir.
Yazarın romanda sayıları rakamla yazması bir tutarlılık olmakla birlikte, yazım kurallarından farklı kullanması dikkat çekmektedir. ??saat 1?de buluşacaklardı.. (?) saat 12?de buluşacağı?? (s.37)
Yukarıda değişik yönleriyle alıntılarla örneklediğimiz üzere, ?Sarsılmak? romanının neden toplumcu politik bir roman olduğuna dair temel bir fikir verebildiğimi sanıyorum. Kuşkusuz, bu kısa değerlendirme yazısında romanın tüm yönleriyle ve ayrıntılı biçimde incelenmesi mümkün olmamakla birlikte, içerik-biçim diyalektiğiyle ?Sarsılmak?ın edebiyatımızda önemsenmesi gereken tarafını öne çıkarabildiğimi söyleyebilirim. Romanın önemli bir handikapı ise, olayların zincirinde yer alan tema ve konuların zenginliğine karşılık, bunların romanın merkezinde yer alan çatışmanın yoğunluğunun dağılmasına yol açmasıdır. Doğrusu bu kadar yan tema ve konunun, romanın kurgusu içinde verilmesinin zorluğu da ortadadır. Burada çok iyi bir seçicilik yapmak önem kazanmaktadır.
Zafer Köse?nin, yeni toplumcu politik romanlarında bunları dikkate alarak çok daha güçlü yapıtlar ortaya koyabileceğinin tüm emarelerini görüyoruz.

Müslüm Kabadayı

Kitabın Künyesi
Sarsılmak
Yazar: Zafer Köse
Yayınevi: Siyah Beyaz Yayınları
İstanbul, 2009
Sayfa Sayısı: 444

Yazarın romanda sayıları rakamla yazması bir tutarlılık olmakla birlikte, yazım kurallarından farklı kullanması dikkat çekmektedir. ??saat 1?de buluşacaklardı.. (?) saat 12?de buluşacağı?? (s.37)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir