“İlk başta her şey harikaydı, son durağa geldiğimi sanmıştım. Huzurlu, iyi insanlardan kurulu bir toplum. Kimse kimseyi kırmıyordu, herkes neyi neden yaptığını biliyordu ve hepsinden önemlisi, ölümün bile bir anlamı vardı. İdeallerden, hayallerden konuşabiliyordum, daha güzel bir dünya umudundan. Ama büyünün bozulması uzun sürmedi. Sadece birkaç basit soru, cevap bulmayan ve sorulmasından bile rahatsız olunan. Tüm bu görkemli yapı aslında iskambil kâğıtlarından kurulmuştu. Ancak hiç rüzgâr estirmezsen ayakta durabiliyordu. Beynini kilitlersen, inancın temel dayanaklarını asla sorgulamazsan, düşünmek yerine kabul etmeyi içine sindirebilirsen. Ben sindiremedim. Soruları sordum ve kâğıtlar yıkıldı.”
Cemaat şirketlerinin isimleri, ciroları, okullarındaki öğrenci sayısı, Hocaefendi olarak anılan liderlerinin görüşleri: Ülkenin en güçlü İslami cemaati hakkında bugüne kadar çok şey yazıldı, söylendi. Ne var ki bu yapıyı oluşturan insanların yaşamları, oradan yolu geçenlerin duyguları, düşünceleri hep bir sır olarak kaldı.
Üniversite yıllarında Hizmet’i yakından tanıma fırsatı bulan yazar, anılarından hareketle kaleme aldığı bu romanda cemaatten insan manzaralarını paylaşıyor okurlarıyla. Hizmet’e katılmanın ve kopmanın nedenlerini irdelerken hem cemaate hem cemaatin dışındaki dünyaya seslenerek, birbirlerine ve hayata farklı bir pencereden bakmayı öneriyor.
Murat, Elif, Yusufçuk ve Ahmet’le birlikte bir yol öyküsü eşliğinde..
(Tanıtım Yazısı)

YAZARLA SÖYLEŞİLER

2002 Martı?nda Perg Efsaneleri adlı serisinin ilk kitabı Korkak ve Canavar?la tanıdık onu. 1977 Kocaeli doğumlu Barış Müstecaplıoğlu, ?fantastik bir dünya kurarak? fantastik roman yazan ilk Türk romancısı oldu. Sonraki üç yılda, dörtlemesinin diğer üç kitabı geldi. Onun bu damardan akacağını beklerken, çok şaşırtıcı bir ?gerçeği? romanlaştırdı Müstecaplıoğlu. Gerçek diyoruz, çünkü yeni kitabının konusu kendi deneyimleri. ?Yüzde 95?i yaşadıklarım, gördüklerim? diyor, yeni romanı Şakird için.
Roman, cemaati anlatırken, ana kahraman Murat ve diğerlerinin özgürleşme macerasını da işliyor. Akıcı, usturuplu bir roman. Sadece cemaati merak edenler değil, edebiyatı sevenler de kaçırmamalı. Ama onunla konuşmamız, doğal olarak ?gerçekler? üzerine oldu.

Neden bu konuyu seçtiniz? Klasiktir ama bu kitap için bu soru önemli.

Hayatıma ciddi etkisi olmuş, anlatılması gereğine inandığım bir konu. Şimdiye kadar bu cemaat ve Hocaefendi hakkında kitaplar yazıldı ama hepsi Hocaefendi?nin hayatını, görüşlerini anlatır.

Hâlâ Hocaefendi mi diyorsunuz?

Benim için Hocaefendi ya da Fethullah Gülen farketmiyor da… Muhabbeti bozmayım ama romandaki gibi Hocaefendi adını kullanacağım. Çünkü romandan uzaklaşmak istemiyorum. Roman olarak okunsun istiyorum. Öykünün yüzde 50?si cemaat hakkındaysa yüzde 50?si bir insanın hayattaki anlam arayışı üzerine.

Özgürleşme hakkında…

Evet. Hayata bakışın ne kadar farklı olabileceği ve genel olarak İslamiyet hakkında. Bu cemaat beni İslamiyet üzerine düşünmeye başlattığı için bu öyküyü yazdım. Bu cemaati örnek alarak her türlü misyonerlik faaliyetinin insan hayatına nasıl girdiğini, neden insanların bu tür olaylara sıcak baktığını işlemeye çalıştım. Bu cemaatten tamamen farklı düşünen ama cemaatle aynı şeyleri yapan oluşumlar var. Sağ oluşumlar, Hıristiyan misyonerler, belli bir Atatürkçülüğün misyonerliğini yapanlar… Bu cemaat çok güçlü, etkileyici bir sistem kurduğu, ben de bunu yakından görme fırsatı bulduğum için bunları örnek verdim.

Nedir yakından gördüğünüz?

Üniversitede ciddi arayış içindeydim, her görüşü inceliyordum. Boğaziçi?nin ilk yılında her türlü bilgi kaynağına ulaşmaya çalışıyordum.

Hangi yıl girdiniz?

1994. Bu arada bu cemaat de bütün üniversitelerde yaygınlaşmıştı ve kazanmak için insan arıyorlardı. Ben arayıştayım onlar arayışta, kesişmememiz imkânsızdı. Görüşlerini incelemek için yakınlaştım. Yılın sonuna doğru şunu fark ettim; sadece dışardan bir gözle, kitaplarını okuyarak, sohbetlerine giderek tanıyamıyorsunuz. Çok kapalı bir yapı. Tanımak için biraz içlerine girmek gerekiyor. Casusluk yapayım diye değil, tanımak için onların içine girdim. İkinci yıl böyle geçti. Üçüncü yıl tanıma fırsatı bulmuştum, kafama yatmayan bir sürü şey olmuştu, biraz uzaklaştım, ama sonuçta yine arkadaşlık ilişkim var, sohbetlerine gidiyorum. Son yıl tamamen koptum, bu sefer de cemaatten kopmuş insanlarla görüştüm. Mezun olduktan sonra epey bilgi birikimim vardı cemaat hakkında. Kaç ülkede kaç okulları var, bu okullara kaç öğrenci gidiyor değil, cemaatin içinde ne hissediyorlar, neden bu cemaate meylediyorlar, nasıl yaşıyorlar, yayılmak için neler yapıyorlar, neden ayrılıyorlar, ayrıldıktan sonra hangi sorunları yaşıyorlar?.. Romancı olarak paylaşmak zorundaydım bunları. Tabii bu çok hassas, yüz binlerce insanı etkileyen bir konu, bunu işleyecek kişi ben miyim, endişesi vardı. Onun için erteledim. Perg Efsaneleri?ne başladım. Güvendiğim insanlardan iyi eleştiri alınca, bunu da romanlaştırabilirim dedim.

Yani malzeme toplama derdiniz yoktu.

Hayır. Kendi tecrübelerimi kullandım. Kitapta cemaatle ilgili olayların yüzde 90?ı ya bizzat gördüğüm ya yaşadığım olaylar. Araştırma yapmam gerekmiyordu. Sadece, yazmaya başladıktan sonra tekrar üniversiteye gittim, kaldığım cemaat yurdunu dolaştım, hafızamı tazeledim…

Hangi yurttu?

İsim vermem. Kitapta gerçek insanların hiçbirinin ismini vermedim. Ama kullandığım isimler cemaatte kullanılan isimler. Hizmet, şakird… Cemaatten bir şekilde yolu geçmiş ya da onlarla ilgilenmiş herkes bunları bilir.

Ama olumsuz bir yaklaşım var kitapta.

Cemaatten ayrılmışsam demek ki gördüğüm şeyler hoşuma gitmemiş. Kitap da tanıklık olduğuna göre, olumsuz bakış normal.

Neydi temel olarak sizi rahatsız eden?

Birkaç cümlede açıklamak zor. Sadece belli bir görüşe kendinizi adarsanız hayatınızdan çok şey kaçırıyorsunuz, görüşünüzdeki çelişkileri görmüyorsunuz. 10-20 yılınızı bu oluşuma verdiyseniz daha sonra o görüş içindeki uç, zararlı noktaları kabullenmek zordur. O zaman 20 yılınızı boşa harcamış gibi hissedersiniz. Bu noktaya gelmeden insanlara, bu olaya daha farklı bakılabileceğini göstermek lazım. Sadece kendi görüşlerine odaklanmalarından rahatsız olmuştum. Hıristiyan misyonerlerle Müslüman misyonerler arasında fark yok aslında. Nasıl bu cemaatler binlerce kaset, kitap çıkarıyor, yüzbinlerce insan halinde görüşlerini yaymaya çalışıyorlarsa, ben de yanlış bildiğim şeyi söylerim.

Ne etkiliyor o ortamda insanı?

Kitapta çok fazla karakter ve her karakterin farklı etkilenme sebepleri var. Gençlik şu anda tamamen ideallerinden uzaklaşmış, tek derdi cinsellik veya kısa yoldan köşe dönmek. Bundan rahatsız olan, az da olsa doğruluk arayışındaki insanlar bunların içine giremiyor ve bir yere sığınma ihtiyacı duyuyor. Bu cemaatler insanların sığınma ihtiyacını karşılıyor. İnsan böyle oluşumlara girerken zaten her şeyini beğenmesi gerekmez. Bir ihtiyacını karşılıyorsa diğerlerini görmezden gelebilir. Bazılarının bir ideal uğruna yaşama beklentisini karşılıyor, bazılarına herkesin yardımlaşması hoşuna gidiyor, bazıları ciddi olarak maddi destek buluyor…

Kitaptaki bazı kahramanların cemaatten uzaklaşmak istemelerinin nedeni çok dünyevi. Mesela uzaktan bir kız görüyor…

Bu hep olan bir şey. Zaten cemaatteki çocukların çoğunluğu kendi içinde bunun mücadelesini veriyor.

Boğaziçi?nde güzel kızlar, partiler var…

Cemaat çok fazla kendi içinde tuttuğu için insanları, sizi onlara yönlendirecek şeylerden uzaklaştırabilir. Partilere gitmezsiniz, güzel kızları görmezsiniz, görecek zamanınız, ortamınız yoktur. Hatta gitmenize engel olurlar. Mesela her cemaatin içinde arkadaşlıklar kurulur, herkes bir kişiye adanır. Onu kurtar; partiye gitmesine engel ol, sen de onunla git, kızlarla gitmesin.

Size adanan biriyle sinemaya gittiniz…

Evet, çok şaşırmıştım. Meğer çocuk beni kurtarmaya çalışmış o filme gelerek ve o sahneleri görünce 10 dakika gözünü kapadı. Gülerek anlatıyorum ama kendinizi onun yerine koyarsanız ilginç bir iç mücadelesi var. Başka birini kurtarmak için inancınıza aykırı bir şey yapıyorsunuz! Gerçekten gönlü kırılıyor insanın, size arkadaş gibi davranan birinin sadece sizi cemaate sokmak için uğraştığını fark ediyorsunuz. Çok sevdiğim bir arkadaşımın, ben cemaatin toplantılarına gitmeye başladıktan sonra benden koptuğunu gördüm. Derdi toplantılara gitmemmiş.

Kitapta bir bölüm var; evde bir imam, 14 çocuk…

Evet. Bu değişik şekillerde yapılır. Her yerin imamı var. Evin, yurdun imamı, bölge imamları, semt imamları, İstanbul, Marmara bölgesi imamı. Osmanlı İmparatorluğu gibi bir şeydir bu. Her sohbeti önemine göre farklı biri yapar. Evde yapılacak sohbeti ev imamı yapar. Daha büyük sohbetler olur, mesela yurt binasında, 100 kişilik, onu bölge imamı yapar. Bölge imamı çok daha fazla kitap okumuş, Hocaefendi?nin kasetlerini dinlemiş, çok daha fazla sorulara cevap verebilecek biridir. Ne kadar çok soruya cevap verme yeteneğiniz varsa, o kadar yükselirsiniz. Ne kadar satabiliyorsanız yani. Zaten kitapta Murat?ın pazarlamacı olması boşuna değil. Onlar da pazarlama tekniğini uyguluyor. Sadece bu teknik de değil. Açık açık bu abi-imamlardan biri söylemişti; komünist örgütlenme yöntemi kullanıyorlar. Yurt örgütlenmeleri filan onlardan alınmadır. Ben onlara da gitmiştim.

Peki neden komünistler olmadı da bu cemaat oldu tercihiniz?

Onların yanında üzülüyordunuz. Her şeyi yanlış buluyor ama düzeltmek için umutları yok. Cemaatin içindekiyse çok da boş bir umut değil. Yaptıkları şeyler, aldıkları sonuçlar ortada. Sürekli büyüyor. Bir şeyi değiştirebiliriz, inançlarımız doğrultusunda bir toplum yaratabiliriz ideali var. Gördüğüm kadarıyla cumhuriyeti değiştireyim gibi bir dertleri yoktu, ama toplumu değiştirmek gibi kesin bir inançları vardı. Yapabileceklerine inanıyorlardı, yapabilirler de.

Bir kahraman söylüyor, şeriat için ille yukardan bir şey olmasına gerek yok, toplum değişince de olur…

Beyinlerine yasa koyarsanız, o zaman olur. Filmde gördüğü kadından utanıyor çocuk. Kadına bakmasını kanun değil kendisi engelliyor. O zaman adı cumhuriyet olsun ne farkeder ki? Evde şeriatı yaşadıktan sonra…

Bu fikri yaymanın bazı araçları olmalı. Anladığım kadarıyla bunlardan biri de futbol.

Her şey araç. Cemaatin içinde bir dershane açılıyorsa bu bir araç. Doğu?daki şakird?lerle birlikte bir dershaneye gitmiştik, oradaki öğrencilerle tanışalım diye. Sınıfa girince bir şey hissetmiyorsunuz. Ama o hocayla bir odaya giriyorsunuz ve adam size sarılıp direkt ?Gazanız mübarek olsun şakirdler? diyor. Adam öğrencilerle tanışmanızı cihad olarak görüyor. Niye? Çünkü oradaki çocuklar, bizimle ilgileniyorlar diye dershaneye bağlanacak. Dershanenin reklamını yapacaklar, başka insanlar gelecek ve şakird yapılacaklar. Bir futbol takımında bir şakird varsa, direkt futbol takımında kazanabileceği müspet, uç noktalarda solcu olmayan, farklı görüşlere açık olanları da etkilemeye çalışacaktır. Ben namaz kılmıyordum onlarla tanıştığımda ama farklı görüşlere açıktım. O yüzden onlar için müspettim. Özelikle doğudan gelmiş, cuma namazına gidenler daha müspet. Çok ciddi gazetecilerin, yazarların cemaate kaydığını gördüm.

Bir de okuma yarışmaları var…

100 çocuk bir yerde toplanıyor, bunlara kitaplar veriliyor. İki gün boyunca sadece okuyorlar. Kitapta hep aynı şey söyleniyor. Orada en çok sayfayı okuyan ödüllendiriliyor. Ödül para değil; Hocaefendi?nin kitabı, kasedi… Okunan şey sorgulanmıyor. Karşı taraftan gelen sorulara en güzel cevabı vermek için yapıyorlar bunu. Onun için tartışmaların çoğunu kazanıyorlar. Düşünün, hayatınızda iki kitap okumuşsunuz, üniversitede sizi bir adamın karşısına oturtuyorlar, adam yüzlerce kitap okumuş. Hocaefendi?nin kitaplarını incelerseniz, çoğu soru cevaptır. Bayağı da zeki insanlar bunlar, sorgulama hafızanız gelişmemişse çelişkileri göremezsiniz. Ben başlarda çok tartışmaya girmedim. Ne zaman tartışmaya başladım, direkt kapı önüne konuldum demeyeyim ama çıkmak zorunda kaldım. Sonra koptum.

Uç noktalarda kopan oluyor mu? Deliren…

Psikolojik sorunlar yaşayanlar oldu ayrıldıkları için. Bu beni çok rahatsız etti. Kendini bu işe adayanlar cemaatten ayrıldığında şunu hissediyor: Allah?a ihanet ettim, zayıfım… İnsanlara böyle öğretiliyor çünkü. Şefkat tokadı diye bir kavram var.

O ne?

Cemaatte hizmeti gevşetenlerin başına dünyada kötü şeyler geleceğini düşünüyorlar.

Siz şakird oldunuz mu?

Müslüman hissettim ama şakird değil.

Belki cemaat öyle hissetmiştir.

Tabii öyle göstermek zorundaydım. Doğru bulsaydım şakird de olurdum, hatta çok da baba şakird olurdum. Ama ikna edemediler.

Bu roman o dünyaya ilişkin merakları giderecek gibi…

Bugüne kadar o cemaat hakkında yazılan kitapların neredeyse hepsi tek bir insan hakkında. Yüzde 90?ı Hocaefendi?nin görüşleri, hayatı nasıldır, Kestane Pazarı?ndan çıkmıştır, şuraya gelmiştirle başlıyor, sonra sayılar veriliyor. Yurtdışında şu kadar okulu vardır, finans kurumunun sermayesi şu kadardır. Şu kadar öğrenci yetiştirilir… Ondan sonra eğer seviliyorsa bu cemaat övülür, yeriliyorsa küfredilir… Ama bu cemaatin yüz binlerce ferdi ne hissediyor? Girdikten sonra nasıl bir yıpranma sürecinden geçiyorlar? Bunlar hiç konuşulmadı, yazılmadı. Giderek büyüyorlar. Şu an konuşmazsak ilerde konuşmanın anlamı kalmayabilir.

Ne yapmak lazım?

Yaşayanların yazması lazım. Çünkü ben küçük kısmını görebildim. Sayıca aslında geniş bir kısım, çünkü bu öğrenci cemaati olduğu için öğrencilerin hayatını anlatmak epey bir şey anlatmak demek. Cemaatte kadınlar ne yapıyor bilmem. Beni o da çok rahatsız etti. En azından erkekler kadar kalabalık bir kadın nüfusu var ama yoklar. Dergilerinde bunların haberi çıkmaz, zaten kadın fotoğrafı o dergilerde pek sevilmez. Ama mecbur kalınırsa el de sıkılır. Tevil yani. Telefon geliyor mesela, babası karşı o çocuğun cemaatte olmasına. Çocuğum orda mı diye adam soruyor. Görevli çocuk masanın üzerine daire çiziyor, parmağını ortaya koyuyor ve hayır burada değil diyor. Ve bunun yalan olmadığını düşünüyor. İman hizmeti için bu yapılabilir bir şey ona göre.

Ailesinden mi uzaklaştırıyorlar?

Aslında fazla ailelerle tanışmak istemezler. Ama çocuk bu işe kendini adadıysa o zaman ona sahip çıkarlar. Ailenle aranı iyi tutmaya çalış derler. Burada herşey cemaatin iyiliği içindir, eğer aile büyük sorun yaratacaksa çocuk gönderilir. Aile tuttuğunu koparan bir aile değilse o zaman tutulur. O sohbetlerde hep şey vardır, Hocaefendi?den emirler gelir, abilere verilir, abiler onu çocuklara anlatır. Direkt, anne babanızı hoş tutun ama iman hizmetinin herşeyden önce geldiğini unutmayın, dendiğini gördüm. Çünkü bu cemaatin örnek aldığı aslında sahabe toplumu. Yani peygamberin ilk başta yaptığı o yayılmayı yapıyorlar. Mesela oradaki Hicret, Hocaefendi?nin Amerika?da olmasından, yurtdışında okul açmasından çok farklı bir şey değil. Hz. Muhammed Mekke?de güçlenemedi, Medine?ye gitti orada güçlendi, ondan sonra Mekke?ye çok güçlü bir şekilde döndü. Türkiye?de güçlenemiyorlar, ordu, laik kurumlar izin vermiyor. Dünyaya yayıl, güçlen, sonra çok rahat gelebilirsin Türkiye?ye. Sahabeler nasıl aileleriyle çatıştıysa, hep bunlar örnek verilir. Çocuk kendini sahabe gibi hisseder.

Kaç kişilik bir arkadaş grubunuz vardı?

Bölge toplantılarına 150 civarında çocuk geliyordu ki bunların hepsi Boğaziçi?nin iyi bölümlerinde okuyordu.

Nerede kaldınız siz?

İlk yıl okul yurdunda. Yarım yıl cemaatin bir evinde. Bir dönem cemaatin yurdunda. Sonra baktılar sorgulama yapıyorum tekrar beni okul yurduna çıkardılar. Kibar bir dille. Orada atamalar vardır mesela. Bazılarını cemaat kendi bilinçli yapar. Okul yurdunda, Boğaziçi yurdunda kalan bir çocuk bozulmaya başladıysa, kızlara filan baktığını farkettiler diyelim, onu cemaatin evlerine, yurtlarına alırlar, oraya başka birini atarlar. Biraz daha pişmiş birini…

Askeri okuldaki cemaat öğrencileri cemaatin içinde pek bulunmuyorlar, görmesinler diye.

Bana abi-imam denilen insanlar söyledi. Askeri okullarda ayrı evlerin olduğu, bu çocukların cemaatten ayrı yetiştiği, özellikle seçildikleri… Askeriyenin araştırmalarında ortaya çıkmasın diye.

Solcu aileden seçiliyor mesela…

Tabii. Namazlarını gözleriyle kılan çocuklar bunlar. Direkt namaz kılmıyor, gözleriyle kılıyorlar. Ayrı tutuluyor, cemaatteki diğer çocuklarla gezdirilmiyor. Onların yalancısıyım eğer bu yalansa. Çok daha emin olduğum bir şey var. Yurtdışındaki okullar heyecan verici gelmişti. Oralarda yetişen yabancı öğrenciler Türkler?i seviyor, Azeri, Kazak, Rus çocuklar birbirleriyle Türkçe konuşuyor. Hani hep bu okullarda İslam misyonerliği yapılmaz derler ya. Yapılmaz yoksa okul kapanır. Ama eğer ?müspet? dedikleri, yani kazanabilecekleri bu çocuklar Türkiye?ye gelirlerse propagandaya başlıyorlar. O okulların açılma sebebi, 3-5 nesil sonra İslam misyonerliği yapabilmenin altyapısını kurmak. Cemaatin gözden kaçan tarafı bu. Hocaefendi?nin yazılarında da görürsünüz. Gelecek nesillerden bahseder sürekli. Orada yetişen çocuklar ilerde önemli mevkilere gelecek, açılan okullar çok daha rahat işlev görecek, denetimler seyrekleşecek… Bu, Hıristiyanlar?ın Türkiye?de yaptıklarından çok farklı değil. Robert Kolej?i açmalarının amacı da Türkiye?yi kalkındırmak değildi ilk başta.

Orduya sızmak bu kadar kolay mı?

Bunların şeriat devleti kurma gibi bir dertlerinin olmaması çoğu insan gibi orduyu da rahatlatıyor. Ama adamların devleti değil toplumu değiştirme projeleri var. Bu görülmüyor. Niye gençler başörtüsü takmak istiyor son zamanlarda? Belki bunu bir kural olarak getirmiyorlar ama genç kızlar başörtüsü takmayı çlerinden gelerek istemeye başlarlarsa sonuç ne olacak? Bunun uzun vadeli plan olduğunu görmek istemiyorlar. Görseler üç zenci çocuk İstiklâl Marşı söyledi diye sevinmezler.

İsim vermeseniz de kitapta bazı kişileri çağrıştıracak cümleler var. Mesela sporla yakından ilgilenen bir armatör; topa iyi kafa vuran bir futbolcu…

Bu muhabbeti duyduğum için oraya yazıyorum. Bunu bir de sevinerek, hoşlarına giderek anlatıyorlar. Ünlü birinin cemaate üye olması onlar için reklam, pazarlama taktiği. Bunu her yerde anlatıyorlar zaten, o bizdendir, öyle bir adam bizden oluyorsa sen neden olmuyorsun diye…

Duyulmasını istiyorlar…

Tabii, bunu kullanıyorlar. Zaten kendisi de açıkladı bu futbolcunun. ?Evet, sempati duyuyorum Hocaefendi?ye? dedi.

Yazarken endişe duydunuz mu?

Tepki gelecek kesin, korkunun ecele faydası yok. şaka bir yana, roman yazıyorsanız korkuyu hayatınızdan çıkarmanız lazım. Böyle bir şey yapmam gerektiğini düşündüm. Yoksa hayat boyu aynada korkak birini görecektim.

Nasıl bir tepki gelir mesela?

Bu röportaj bile benim için sorun. İlerde başka şeyler soracaklar; kitabı düşmanlık için mi yazdın gibi. Tek tepkiyi cemaatten beklemiyorum. Sert yaklaşmadın, anlamaya çalıştın diyen olacaktır. Tepkinin ötesinde bir şeyden korkmuyorum. Cemaatte şiddete meyil görmedim.

Tepkilerin, o dünyanın insanlarını Hocaefendi?ye daha da bağladığını söylemiştiniz…

Tabii. Cemaate yapılan eleştirilerin büyük çoğunluğunda ya küfrediliyor ya dalga geçiliyor. Öyle aşağılayarak söylüyorlar ki… Beyni yıkanmış zavallılar diye. Bu daha uç noktalara itiyor onları.

Abidin Parıltı, ?Kendini Arayan İnsan, Kitaplık, Mart 2006

Barış Müstecaplıoğlu, fantastik seri romanlarından sonra bir anlamda geçmişini sorguya aldığı, kendine ve inanç sistemine sorular sorduğu yeni romanı Şakird?te, temelde cemaate içerden bakarken bireyin inanç sistemlerinden sıyrılıp, paraya tapan bir kul olmaktan çıkıp kendine inanmaya başlamasını işliyor.
İnsan her zaman, hep aramış, bulamamış, bulamadığında dublörlerle zaman geçirmiş ve inancın kollarında mazoşist bir yerde bulmuştur kendini. Max Scheler, insan ya bir Tanrı?ya sahiptir ya da bir puta, der. Çoğu zaman da Tanrı?nın gölgesinde kendini puta dönüştüren, insanların onlara inanmasını sağlayan ve bir cemaatin kanatları altında yaşamasına olanak veren, ama bütün yaşama olasılıklarını cemaatin hayrına bağlıyormuş görüntüsündeki kişi ve onun peşi sıra giden, huzuru ve mutluluğu onun gölgesinde arayan kişiler vardır. Bu insanlar bir anlamda her sözünü vahiy bildikleri kişinin dediklerini yaparak hayata karşı bütün savunma noktalarını ona emanet bırakırlar. O yüzden bir süreliğine bile olsa hayata karşı görevlerini yerine getirmenin huzuru içindedirler. Romanın temel kahramanı olan Murat da böyle bir döngünün içindedir. Üniversite zamanlarında Hizmet olarak adlandırılan cemaatin içinde huzuru bulmuş, uzun zamanlar onun içinde kalmış, girdisini çıktısını öğrenmiştir. Şakird?tir orada. Yani çıraktır, öğrenendir. Başlarda her şey yolundadır. İyi insanlardan kurulu bir toplum vardır ve kendilerine inananlara canlarını dişlerine takarak yardım etmektedirler. ?kimse kimseyi kırmıyordu, herkes neyi neden yaptığını biliyordu ve hepsinden önemlisi, ölümün bile bir anlamı vardı. Duygularım ciddiye alınıyordu, incitilmiyordum. Kendimi eskisi kadar yalnız hissetmiyordum o insanların arasında?? ancak insanlar soru sormaya başladığı zaman her şey sanki bir dönüşüme uğrar. ?Neden? sorusu belki de hayatın en büyülü, hem koparıp hem bağlayan sorusudur. ?Neden?? sorusunu başkalarına sorduğunuzda vicdanınızı rahatlatır, egonuzu tatmin edersiniz. Çünkü bu durumda sorun sizde değil başkalarındadır. Ancak bu soruyu kendinize yönelttiğinizde, önünüze en azından iki yol çıkar. Ve tek yol artık çoğalır. Romandaki birçok kişi başlangıçta Hizmet?in içindeyken bu soruyu başkalarına sorar. Kendilerine sormaya başladıklarında kopuş başlar. Romanın kahramanı Murat (aslında gittikçe bir anti-kahramana dönüşür. Başlangıçta sürekli kazanan kahraman giderek kaybetmenin yollarını seçtikçe bir anti-kahraman olur.) bu büyülü soruyu ve ardıllarını kendine sormaya başladığında yaşamı da bir kırılma noktasına girer. Bu kavşakta cemaatten ayrılır, sonrasında ise bir şirkette tam bir satış canavarına dönüşür. Yeni sorular üretmeye başladığında, hayata karşı memnuniyetsizliği artar. Kapitalist dünyanın kuralları yemenin üstüne kuruludur. Çevredeki herkes yenilip tüketildikten sonra, kişi kendinden yemeye başlar. Murat da çalıştığı ve nerdeyse en tepede bulunduğu şirketten böyle bir anlayıştan dolayı vazgeçer ve yola çıkar. ?Her sabah aynı işleri yap, aynı yere aynı yoldan git, aynı kişilerle aynı inanmadığın projeler üzerinde çalış, aynı sevmediğin insanlara aynı anlamsız parayı kazandır ve aynı yatakta aynı sabaha uyanacağını bile bile uyumaya çalış?? Böyle bir varoluş problemi yaşayan Murat?ın asiliği, karşı çıkışı bir zaman sonra sükûta dönüşür. Dili evcilleşir. Oysa beklenti onun karşı olduğu dünyaya bir intikam içinde olmasıydı. Öfkesini bir şekilde dile getirmesiydi. Müstecaplıoğlu ise daha çok gerçek hayat gibi davranmış ve anti-kahramana dönüşen Murat?ı bir kadının kollarına teslim etmiştir. Sonrasında ise bir dostunun mektubuyla geçmişe dönmüştür.
Her yolculuğun aslında önce insanın kendi içine olduğu ve kişinin oradaki karanlıkların üstüne gittiği bilinir. Murat büyük işinden vazgeçtiğinde o kentte durmaz ve arabasıyla yolculuğa çıkar. Bu yolculuğunda hem geçmişi, kirlenen zamanları geride bırakır hem de kendine bir daha dönüp bakabilmektedir. Nitekim yolda dinlenme tesisinde arabasına aldığı Elif?le yaşadığı aşk devreye girerken, yeni bir yaşam başlamıştır aslında.
Şakird?in temelinde iki nokta vardır. Bu noktalar aslında iki farklı okumaya açıktır. Birincisi, Türkiye?nin sosyolojik bir gerçeğini, Fethullah Gülen ve cemaatini, onun işleyiş biçimlerini, cemaate adam kazandırma yollarını anlamak ve içerden bir bakışla tanık olmak ikincisi ise Murat?ın sorgulamalar sonucunda sürekli değiştirdiği kimlikler, çıktığı yollar, gittiği güzergâhlar, uğradığı konaklardır. İşte tam da burada kitabın eksik noktalarından biri yüz gösterir. Kitabın merkezi yeterince netleştirilmemiş, çelişkide kalınmıştır. Merkezin her iki tarafında sözünü ettiğimiz güçler (buna birey ve cemaat de diyebiliriz) olmasına rağmen merkezde güç yoktur. Boşluktadır. Temelde anlatmaya çalıştığı sosyolojik bir sorunsal olduğu için önce o sorun var edilmiş ve sonra hikâyeler onun etrafında örülmüş. Dolayısıyla bu okuyucuya da geçiyor. Bu durum romanda merkezden kaynaklanan bir kopukluk yaratmış. Müstecaplıoğlu, sosyolojik olarak aktaracağı hikâyenin aslında edebi değerinin çok da olmadığını ve bu yönüyle insanları enterese etmeyeceğini bilerek, konuya yeni boyutlar getirmiş ve yeni anlatım olanakları sunmuştur. Temel hikâyenin yanında yan hikâyeler, yoğun çevre betimlemeleri ve ayrıntıların içinde fazlaca gezinme, sinema diline ve onun kurgu estetiğini yaslanma, mektuplarla geçmişten haberdar etme. Bu yöntemlerden bazıları örneğin sinemasal dil, sanki farklı kameralar kullanılmış gibi kişilere ve durumlara farklı açılardan bakma (bu anlamda kitabın girişi oldukça hoş), mektuplarla geçmişten haberdar etme, gerçekten hikâyeyi güçlendirip, onu ilgi çekici bir hale getirmiş. Merak öğesini diri tutan bir teknik de atılan düğümlerin geleceğe değil geçmişe yönelik olmasıdır. Yani klasik yazım biçimlerinde olduğu gibi şimdiki zamanda atılan düğüm gelecekte ortaya çıkıp, onu aydınlatmaz. Yazar beklentiyi kırar ve düğümlerin çözülmesini geçmişte oluşturur. Ayrıntıların gerekli gereksiz kullanılması romanı pürüzlü bir hale getirip romandan kopuşlara neden olurken, yan hikâyelerin asal hikâyeye güçlü bağlanamaması da romanı zayıflatan noktalardan birini oluşturur.
Kimlikler, kartvizitler, konumlar, konumlandırmalar, insana biçilen roller, insanın kendine biçtiği roller, kaybedişler, tükenişler, intikam, bütün bunlar hesaplandığında asi, saldırgan, gücünü kelimelerden alan, en azından evcil olmayan bir dil beklenir romandan. Ancak son derece yalın, inişleri çıkışları oldukça az olan, belli bir yönde seyreden bir dil karşılar bizi. Bu romanın kolay okunmasını ve kolay anlaşılmasını sağlarken derdin büyüklüğünü taşıyamaz gibi görünür. Her çevrenin kendi içine hapsettiği ve orada geliştirdiği bir dili vardır. Romanda cemaatin kullandığı dil hemen dikkati çeker. Şakird, istişare, ehl-i dünya, sevap, hizmet, hoca efendi gibi kelimeler bu cemaat içi dilin belkemiğini oluşturur. Özellikle cemaatin içindeki zamanlarda kullanılan dil-tavır-çevre ilişkisi de oldukça iyi verilmesine rağmen kanımca romanının bütününü kurtaramamış, Murat?ın cemaat dışı dönemleri evcil kalmıştır.
Sonuç olarak Şakird, kör inancın kollarından sıyrılıp, şüpheden aydınlanmaya doğru giden, kendini var etmeye çalışan ve bunun sonuçlarına katlanan bireyin hikâyesidir. Kendini arayışın, ararken savruluşun, sorgulamaların gerçekleştiği romanda kişiler, hayatta olduğu gibi, ararken önce karanlığa bakarlar. Aydınlanmamış yerlerde sorun aranır ve orada akıl ve sorgulamalar bir fener olup kişiyi kuyudan çıkarır. Aslında oldukça samimi ve açık olan bu roman kişilerini de hayata yaklaştırmak için gerekli bütün çabayı harcıyor.

Derviş Şentekin, ?Hizmet’ten manzaralar?, Radikal Kitap Eki, 27 Ocak 2006
Fantastik eserler veren bir yazarın, günümüz dünyasını kaleme aldığı bir kitap şaşırtır. Fantastik kitaplarla başımın hoş olmadığını -çok eskiden birkaç Le Guin okumuş olmama rağmen- bu türe burun kıvırarak baktığımı belirtmeliyim. Kaba hatlarıyla tarif edebileceğim geçerli bir nedenim var: Değme fantastik maceralara taş çıkartacak bir ülkede yaşıyoruz. Bu tür kitaplarda yaratılan ‘dünya’lar bizlerin yaşadığı ‘dünya’nın yanında soluk kalıyor (Bakınız: gazeteler ve televizyonlar).
‘Perg Efsaneleri’ başlığı altında dört kitap (Korkak ve Canavar, Merderan’ın Sırrı, Bataklık Ülke ve Tanrıların Alfabesi) yazan Barış Müstecaplıoğlu, yeni romanı Şakird’le günümüze dönüyor ve ‘kanatlarımız’ın değil ‘ayaklarımız’ın altındaki Türkiye’de geçen bir öykü anlatıyor.
Müstecaplıoğlu, ‘Perg Efsaneleri’ serisinin ilk kitabı olan Korkak ve Canavar ile Türkiye’de de fantastik roman yazılabileceğini göstermiş, “20. yüzyıl fantastik roman geleneği ile Türkiye fantastik kültür geleneğinin bir araya gelmesinden ne denli güçlü bir anlatı çıkabileceğini gösteriyor” diye tanıtılmıştı. Müstecaplıoğlu’nun ilk kitabındaki başarısı diğer kitaplarında da sürmüş, türü sevenler ‘Perg Efsaneleri’ni başucu kitapları yapmıştı.
Yazar, kendisiyle yapılan söyleşilerde Şakird’te Fetullah Gülen cemaatini anlattığını açıkça söylüyor. Yukarıda andığım burun kıvırmanın gerekçesi tam da burada hayat buluyor: Anayasasında laik olduğu yazılan bir ülkede İslami bir cemaat liderinin peşine bunca insanın takılmasının, cemaat şirketlerinin akıl almaz/bankalara sığmaz cirolarının, dünyanın dört bir yanına dağılmış okullarının, örgütlenme şeklinin vs. anlatıldığı bir maceranın fantastikliğini düşünebiliyor musunuz?
Müstecaplıoğlu, üniversite yıllarında bu cemaati yakından tanımış, anılarından yola çıkarak ilginç bir roman kurgulamış. Roman, dört karakter etrafında şekillense de Fetullah Gülen cemaatinden insan manzaraları sunuyor. Yazarın yaşamıyla benzer bir geçmişi olan Murat, bir zamanlar canciğer dost oldukları Ahmet’in ölümüyle büyük bir sarsıntı yaşar. Bir şirkette başarılı bir ‘yönetici’ iken, bir gün kimselere haber vermeden arabasına atlayıp Ahmet’ten kendisine kalan mektubu almak için yola çıkar. Kimselere haber vermeden dedik ama burada bir parantez açıp Murat’ın aşık olduğu kıza bir mektup yazdığını belirtelim. Romanın bir diğer kahramanı ise, okura, Murat’ın yolculuğu boyunca telefon mesajlarıyla eşlik edecek bir başka kız. Kahramanımızın bu kıza âşık olması ise an meselesi. (İnsanın yüzünü bile görmediği birine âşık olması, yaşamı hakkında en büyük kararı alırken bir tek o -modern zamanlar deyimiyle sanal- kişiyi önemsemesinden daha fantastik bir şey olabilir mi? Ama bugün bakıldığında böyle bir durum normal, hatta sıradan bile sayılıyor, yalan mı?) Murat, yolculuk boyunca, geri dönüşlerle, okuru, Hocaefendi’nin Hizmet’iyle tanıştırıyor. Hizmet’in en dış halkasını oluşturan sıradan insanların birbiri ve çevresiyle olan ilişkilerine tanık oluyoruz. Murat, yolculuğu sırasında romanın bir diğer kahramanı Elif ile tanışır. Kocası öldükten sonra hayata bakışı değişen, dünyanın öyle kazık çakılacak bir yer olmadığını düşünen bu nedenle de yaşadığı andan keyif almaya bakan bir kadındır. Bunu yapmak için yeteri kadar paraya da sahiptir. Zira kocasının ölümünden sonra kendisine iyi para kazandıran bir inşaat şirketi kalmıştır.
Şakird’in bir diğer kahramanı ise üniversite sınavını kazanamamış bir genç: Yusufcuk. Bu genç adam dünya nimetleri ile Hocaefendi’nin söyledikleri arasında gidip gelse de kendini ucundan kıyısından Hizmet’in içinde buluyor. Aşk acıları çeken; Dostoyevski, Yaşar Kemal hatta Paul Auster bile okuduğunu tahmin ettiğimiz, bunların çok ötesinde Marx’tan bile haberdar olan bir genç Yusufçuk.
Yazar, hakkında onlarca kitap yazılan, yaptıkları çok tartışılan Fetullah Gülen’in cemaatinin büyüyüp gelişmesinin sonucunu çok önemli bir noktaya parmak basarak tespit ediyor; Murat, bikinili bir kadının yer aldığı afişin çevreden gelen şikâyetler sonunda olduğu yerden indirilmesi üzerine şöyle düşünür: “Belki Türkiye’de dini kurallara göre yaşamak, hiçbir zaman zorunluluk olmayacaktı. Ama gidişat değişmezse, görünen o ki günün birinde çoğunluk bunu gönüllü yapıyor olacaktı.”
Fetullah Gülen ve cemaatinin yaptıkları bir dönem ayyuka çıkmamış olsaydı (ya da bir an Türkiye’de böyle bir şeyin hiç yaşanmamış olduğunu düşünelim) ‘Müstecaplıoğlu, fantastik hikâyelerine devam ediyor’, diyecektik. Başta da söyledim, fantastik bir ülke burası.
Son söz olarak, sakın ola ki sıkıcı bir Fettullah Gülen cemaati anıları sanmayın Şakird’i. Kurgusu ve dil akıcılığı mükemmel bu romanda her bir karakteri kanlı canlı yaşayan tipler yaratmış Müstecaplıoğlu. Eğer dikkat edilmezse Türkiye’nin gelecekte nelerle karşılaşacağını özetliyor da diyebiliriz Şakird için.

Ahmet Hakan, “Fethullahçılığın romanı yazıldı mı”, Hürriyet, 20 Mart 2006

Barış Müstecaplıoğlu genç bir yazar.
Boğaziçi Üniversitesi’nde öğrenim görürken Fethullah Hoca Cemaati’ne girmiş ve yaşamını ‘hizmet’e adamış.
Yani…
“Işık evleri”nde kalmış, “Ev imamları”nın eğitiminden geçmiş, “Altın nesil” idealine biat etmiş.
Ama gün gelmiş, tamamen ontolojik nedenlerden dolayı cemaatle yollarını ayırmış.
Sonra da tutmuş, cemaatte edindiği deneyimlerden yola çıkarak, Şakird adlı bir roman yazmış.
Metis Yayınları’ndan çıkan romanı su gibi okudum.
Bitirdiğimde…
Zekice kurgulanmış, Türkçesi mükemmel ve dört başı mamur bir roman okumanın keyfiyle dopdolu oldum.
Ama hepsi bu değildi tabii ki.
***
Öncelikle şunu vurgulamakta yarar var:
Barış Müstecaplıoğlu’nun romanı, “Ben bir Fethullahçı idim” başlığına uygun düşecek bir kitap değil.
Cemaat hakkında üstü açılmamış itiraflar ya da cemaatin iç yüzüyle ilgili ifşaat yok kitapta.

Yani…
Sansasyonel bir “ihbar” kitabıyla karşı karşıya değiliz.
O nedenle “malzeme” bulmak beklentisiyle kitaba el atacak “Azılı Fethullah Gülen düşmanları”nın hayal kırıklığına uğraması kaçınılmaz.
Peki kitapta ne var?
Her şeyi abilerin, yani büyüklerin belirlediği bir cemaat yapısı içinde erimeye kişisel bir isyan var. O cemaatin, yazarın kişisel arayışlarına karşılık vermekte yetersiz kalışının öyküsü var. Cemaat içinde “Hizmet” adına söylenen küçük yalanların ve hilelerin nasıl da meşruiyet kazandığının örnekleri var. Ve bütün bunların üzerinde genç bir insanın tatminsizlikleri, açmazları ve muazzam arayışı var.Ancak…
Yazar, cemaatle hesaplaşırken, “Bu cemaat devleti ele geçirmek için türlü hileler ve desiseler çeviren acayip tehlikeli bir yapıdır” filan demiyor. Tam tersine cemaat içindeki insanların nasıl da iyi niyetli, nasıl da özverili olduklarını anlatıyor…
Yazarın sorunu şudur:
Bu tür cemaat yapıları, insanların zihinlerine ve hayatlarına hükmediyor. Sorgulamanın ve hesap sormanın hiç de hoş karşılanmadığı, bunun yerine yüzde yüz itaatin geçerli olduğu bir yapı bu… Ve kafasını çalıştıran bireylerde sürekli kuşku üreten bu yapı, kişisel arayışlara ve açmazlara ne yazık ki karşılık veremiyor!

***
Peki sorun bu mudur?
Bence bu, “büyük sorun”un sadece bir parçasıdır.
Sorunun bir de şu yönü var:
Bu tür cemaat yapıları, toplumdan kopuk bireyler yetiştiriyor. Toplumu dönüştürmeye kendini adamış ama toplum içindeki farklı yaşam tarzlarına yabancı bireyler.
Cemaate giriyorlar ayrı bir dünya, sokağa çıkıyorlar ayrı bir dünya.
İki dünya arasında sıkışıp kalmışlık. Ve bu durumun neden olduğu tuhaf trajediler.
Bence asıl bu durumun romanı yazılmalıdır.
Yani. Barış Müstecaplıoğlu, tam anlamıyla bir Gülen Cemaati romanı yazıp konuyu tüketmemiştir.

OKUMA PARÇASI
İSTİŞARE, s. 63-65.
Yine geç kalmıştı!
Bu sefer kesin yiyecekti paparayı.
Mutfağa girdiğinde yüzünde kadere boyun eğmiş birinin ifadesi vardı. Kararlıydı, ne söylense ağzını açmayacaktı. Yüzüne tükürseler hak etmişti valla. Kapıdan bir adım içeride durdu, sırtı ona dönük delikanlıya usulca seslendi.
“Selamın aleyküm Cafer abi…”
Delikanlı, sesi duyunca irkildi. Arkasına dönüp sıcacık gülümsedi. Orta boylu, saçları kısa kesilmiş, temiz yüzlü bir çocuktu bu, taş çatlasa yirmi iki, yirmi üç yaşlarında ama daha olgun gösteriyordu. Sinek kaydı tıraşlı çenesinde iri bir et beni vardı. Burnu hafifçe kemerliydi. Kumaş pantolon giymiş, uzun kollu, beyaz gömleğinin eteğini dışarıda bırakmıştı. İnce, yazlık gömleğin kolları dirseklerine kadar kıvrıktı….

Kitabın Künyesi
Şakird
Barış Müstecaplıoğlu
Metis Yayınları
Kapak Tasarımı: Semih Sökmen, Emine Bora
Kitabın Baskıları:
İlk Basım: Aralık 2005
2. Basım: Ocak 2006
224 sayfa

Previous Story

“Acı”yı “Kurtarıcı”ya Dönüştürmek İçin – Müslüm Kabadayı

Next Story

Sivas 93’ü anmaya itirazı olanlara… – Zeynep Altıok Akatlı

Latest from Politika

SLAVOJ ŽIŽEK: Tabiat zaten kaotiktir, en vahşi afetleri, anlamsız ve öngörülemez felaketleri yaratmaya eğilimlidir. Bizlerse onun hain kaprislerine acımasızca tabiyiz, bizleri kollayıp gözeten Tabiat Ana diye bir şey yok. Tabiatın dengesini bozuyor filan değiliz, sadece onu sürdürüyoruz.

Sakınmanın Yolları Peki, ekolojik tehditler gerçekten de o kadar başa çıkılamaz mı? Liberal kapitalizmin bazı müdafileri çevreci harekete “XXI. yüzyılın Komünizmi” diye dudak büküyor;
Go toTop

OKUMA ÖNERİLERİMİZ