Felsefenin Temel İlkeleri – 2. Ders: Diyalektiğin birinci çizgisi; her şey birbirine bağlıdır, Georges Politzer

Felsefenin Temel İlkeleri, Georges Politzer’in 1935-1936 ders yılında İşçi Üniversitesi’nde verdiği derslerin, öğrencileri olan Guy Basse ve Maurice Caveing tarafından geliştirilerek ve onun imzası altında Principes fondamentaux de philosophie (Editions Sociales, Paris, 1954) adıyla yayınlanmıştır.
İkinci Ders
Diyalektiğin Birinci Çizgisi
Her Şey Birbirine Bağlıdır
(Karşılıklı Etki Ve Evrensel Bağlantı Yasası)

I . Bir örnek.
II . Diyalektiğin birinci çizgisi.
III . Doğada.
IV . Toplumda.
V . Vargı.

I. Bir Örnek
Bir yiğit adam barış için savaşıma katılıyor: Stockholm çağrısına imza topluyor. Dünya Halkları Kongresi için kart dağıtıyor, iş arkadaşları ile ya da tanımadığı bir kimseyle Almanya sorununun barışçı yoldan çözülmesi konusunda, Vietnam Savaşının durdurulması konusunda tartışmaya girişiyor ya da barış için ulusal birliği sağlamak üzere kendi evinde öteki kiracıları toplantıya çağırıyor.
Bazıları “Ne yaptığını sanıyor zavallı? Zamanını da emeğini de boşuna harcıyor.” diyeceklerdir. Gerçekten de, ilk bakışta, bu adamın yaptığı iş saçma bir şeydir; adam ne bakan, ne milletvekili, ne general, ne bankacı, ne diplomat. Öyleyse? (sayfa 57)
Bununla birlikte, onun hakkı var. Neden? Çünkü o tek başına değildir. Kişi olarak ne denli alçakgönüllü olursa olsun, onun girişkenliği işe yarar, çünkü tecrit edilmiş değildir. Onun eylemi, koskoca bir bütünün, dünya halklarının barış için savaşımının bir bölümüdür. Aynı anda milyonlarca insan, onun gibi, onunla aynı doğrultuda ve aynı güçlere karşı hareket ediyorlar. Aynı zincirin halkaları olan bütün bu girişkenlikler arasında evrensel bağlantı vardır. Ve bu girişkenliklerin her biri, kendi örneğiyle, kendi deneyimiyle, başarısızlıkları ve başarılarıyla ötekine yardım ettiği (karşılıklılık) için bütün bu girişkenlikler arasında karşılıklı etki vardır. Kendi seçeneklerini karşılaştırdıkları zaman, tecrit edilmemiş olduklarını anlarlar, aynı zamanda, her şeyin birbirine bağlı alduğuna inanırlar.
İşte pratikten alınmış pek basit bir örnek. Görülüyor ki, yalnızca diyalektik yöntemin ilk yasası, doğru yorumlamaya olanak veriyor. Burada diyalektik, metafiziğe kökten karşıdır: “Kendini bu kadar sıkıntıya sokmak, basit insanları tedirgin etmek, insanlarla tartışmak neye yarar? Barış bu basit insanlara bağlı değildir…” demek, metafizikçi gibi uslamlamaktır. Metafizikçi gerçekte, ayrılabilir olmayanı ayırır. 1952 Ekiminde, Barış için Asya ve Pasifik Konferansına, Los Alamos’a, ilk atom bombasının yapılışına katılan bir bilgin, Joan Hinton da geldi.
“Nagazaki üzerine atılan ilk bombaya ellerimle dokundum. Derin bir suçluluk hissi duyuyorum ve insanlığa karşı bir cinayetin hazırlanışında bir rol oynamış olmaktan utanç duyuyorum. Nasıl oldu da bu görevi yerine getirmeyi kabul ettim? ‘Bilim için bilim’ yanlış felsefesine inanıyordum da ondan. Bu felsefe, modern bilimin zehiridir. Bilimi toplumsal yaşamdan ve insanlardan ayırmak demek olan bu yanılgı yüzündendir ki, savaş sırasında, atom bombası yapımında çalışmaya sürüklendim. Bilgin olarak kendimizi ‘salt bilime’ vermemiz gerektiğini ve geriye kalanın da mühendislerin ve devlet adamlarının işi olduğunu düşünüyorduk. Beni fildişi kulemden çekip çıkarmak ve bana ‘salt bilim’ olmadığını ve (sayfa 58) bilimin ancak insanlığın çıkarlarına hizmet ettiği ölçüde bir anlamı olduğunu anlatmak için Hiroşima ve Nagazaki bombardımanları faciasının gerekmiş olduğunu söylemeye utanıyorum. Birleşik Devletler’de ve Japonya’da hallen atom silahlarının yapımında çalışan bilginlere sesleniyorum ve onlara ‘Ne yaptığınızı iyi düşününüz’ diyorum”.
Metafizikçi, kendi yaptığı işin, başkalarının yaptıkları ile bağlantılı olduğunu düşünmez; işte bu, atom bilgininin durumuydu, o “bilimsel düşünüce” uygun davrandığını düşünürken, gerçekte bilime karşı bir tutum almıştı, çünkü kendi mesleki eyleminin nesnel koşulları ve çalışmasının yararlılığı üzerinde, kendi kendini sorguya çekmeyi reddediyordu.
Bu gibi davranışlar çok yaygındır. Başka bir örnek almak istersek, örneğin, her firsatta: “Spor, spordur; siyaset siyasettir. Ben hiçbir zaman siyaset yapmadım.” diyen sporcunun durumu. Sporla siyasetin başka başka eylemler olduğu doğrudur. Ama onlar arasında hiçbir ilişki olmadığı yanlıştır. Eger sporcunun satınalma gücü azalırsa, ve eğer işsiz kalırsa, spor gereçlerini ve giysilerini nasıl satın alabilecektir? Ve eğer savaş, spor için ayrılan bütçeleri, ödenekleri kemirip yutarsa, stadlar ve yüzme havuzları nasıl yapılabilecektir? Görülüyor ki: spor, metafizikçinin bilmediği, ama diyalektikçinin bulduğu bazı koşullara bağlıdır; ödeneksiz spor olmaz; ama bir barış siyaseti olmadan da ödenek olmaz. Demek ki, spor siyasetten ayrılmıyor. Bu bağı bilmeyen, unutan sporcu, yalnız spor davasına hizmet etmemekle kalmaz, onu savunmanın çarelerini de elinden kaçırır. Niçin? Çünkü her şeyin birbiriyle bağ1antılı olduğunu anlamadığı için, savaş siyasetine karşı savaşım vermeyecektir; bir an gelecektir, sporu, onun koşullarını gerçekleştirmeden istediği için, ister ülkenin yıkımı spor ekiplerini ortadan kaldıracağı için olsun, ister savaş gelmiş olacağı için olsun, artık hiç spor yapamayacaktır.

II. DİYALEKTİĞİN BİRİNCİ ÇİZGİSİ

“Diyalektik, metafiziğin tersine, doğaya, birbirinden (sayfa 59) kopuk, tek başına ve birbirinden bağımsız ayrı ayrı nesnelerin ve görüngülerin (phénomène)[14] rasgele bir araya toplanmış bir yığını olarak değil, nesnelerin ve görüngülerin organik olarak birbirlerine bağlı bulundukları, birbirlerine bağımlı oldukları ve karşılıklı olarak birbirlerini koşullandırdıkları bağlantılı tam bir bütün olarak bakar.
“Bu yüzden diyalektik yönteme göre, hiçbir doğa olayı, tek başına, çevresindeki olayların dışında ele alındığında anlaşılamaz; çünkü doğanın herhangi bir alanındaki herhangi bir olay, çevresindeki koşulların dışında düşünülürse ve bu koşullardan ayrılırsa anlamsız bir şey haline geliverir; tersine, herhangi bir olay, çevresindeki olaylarla çözülmez bağları açısından kendisini kuşatan olayların onu koşullandırdıkları gibi düşünülürse, anlaşılabilir ve açıklanabilir.”[15]
Diyalektiğin birinci çizgisinin açıklanışı, onun çok genel olan niteliğini gösteriyor: bu çizgi, doğada ve toplumda, evrensel olarak doğrulanır.

III. DOĞADA
Metafizik, kaba maddeyi, canlı maddeyi, düşünceyi ayırır; metafizikçiye göre, bunlar, mutlak olarak birbirlerinden yalıtılmış, birbirlerinden bağımsiz üç ilkedir.
Ama düşünce, beyinsiz varolur mu? Ve beyin, bedensiz? Fizyoloji (canlı varlığın işlevlerinin bilimi) bilinmiyorsa, psikoloji (düşünen eylemi inceleyen bilim) olanaksızdır ve bu da sıkı sıkıya biyolojiye (genel anlamıyla yaşam bilimi) bağlıdır. Ama yaşamın kendisi kimyasal süreçler bilinmeden anlaşılamaz;[16] (sayfa 60) kimyaya gelince, o da molekülleri ele aldığında, onların atom yapılarını bulur; oysa atomun incelenmesi fiziğin alanına girer. Eğer şimdi biz, fiziğin incelediği bu öğelerin kökenini bulmak istersek, bize bu öğelerin oluşumunu gösteren yeryüzü bilimlerine kadar gitmemiz gerekmeyecek mi? Ve buradan, yeryüzünün bir parçası bulunduğu güneş sisteminin incelenmesine (astronomiye) kadar uzanmayacak mıyız?
Böylece, metafizik, bilimsel ilerlemeyi engellediği halde; diyalektik, bilimsel olarak kurulmuştur. Kuşkusuz, bilimler arasında kendilerine özgü ayrılıklar vardır: kimya, biyoloji, fizyoloji, psikoloji farklı, özgül alanları inceler; buna tekrar döneceğiz. Ama bu yüzden, bütün bilimler, evrenin birliğini yansıtan temel bir birlik oluşturmaktan geri durmazlar. Gerçek bir bütündür. İşte diyalektiğin birinci çizgisi bunu anlatır.
Elbette ki, karşılıklı etkilemenin, karşılıklı koşullandırmanın ne olduklarını örnekleriyle iyice belirtmek yararlı olacaktır.
Madeni bir yayı ele alalım. Bu yayı, çevreleyen evrenden ayrı olarak değerlendirebilir miyiz? Yay, insanlar tarafından (toplum) topraktan (doğadan) çıkarılmış bir madenden yapıldığına göre, besbelli ki hayır. Ama daha yakından bakalım. Şurada dururken, yayımız, çevreleyen yerçekimi, ısı, oksitlenme, vb. gibi koşullardan bağımsız değildir. Bu koşullar, onun yalnız konumunu değil, yapısını da değiştirebilir (pas). Yaya bir kurşun parçası asalım: bu yay üzerinde oluşturduğu bir kuvvetle, yay gerilir; yayın biçimi belirli bir direnç noktasına kadar değişir; ağırlık yay üzerinde etki yapar, yay ağırlık üzerinde etki yapar; yay ve ağırlık bir bütün oluştururlar; aralarında etki, karşılıklı bağlantı vardır. Bundan başka; yay, moleküllerden bileşmiştir, bu moleküller birbirlerine öyle bir çekim kuvveti ile bağlıdırlar ki, belirli bir ağırlığın ötesinde yay artık gerilemez, kopar: bazı moleküller arasındaki bağ çözülmüştür. Gerilmemiş olan yay, gerilmiş yay, kopmuş yay ? her seferinde, moleküller arasında başka (sayfa 61) bir bağ tipi vardır. Eğer yay ısıtılırsa, moleküller arasındaki bağlar başka bir biçimde değişir (genleşme). Biz diyeceğiz ki, yapısında ve çeşitli biçim değişikliklerinde, yay, kendisini oluşturan milyonlarca molekül arasındaki karşılıklı etkiyle kurulmuştur. Ama bu karşılıklı etkinin kendisi de, yay (bütünüyle) ve çevreleyen ortam tarafından koşullandırılmıştır: yay ve çevreleyen ortam bir bütün oluştururlar; kendi aralarında karşılıklı bir etki yaparlar. Eğer bu etki bilinmezse, o zaman yayın oksitlenmesi (pas), yayın kopması anlamsız, saçma olaylar haline gelir. Stalin, diyalektiğin birinci çizgisini yorumlarken şöyle yazar:
“Bu yüzden diyalektik yönteme göre, hiçbir doğa olayı, tek başına, çevresindeki olayların dışında ele alındığında anlaşılamaz; çünkü doğanın herhangi bir alanındaki herhangi bir olay, çevresindeki koşulların dışında düşünülürse ve bu koşullardan ayrılırsa anlamsız bir şey haline geliverir; tersine, herhangi bir olay, çevresindeki olaylarla çözülmez bağları açısından kendisini kuşatan olayların onu koşullandırdıkları gibi düşünülürse, anlaşılabilir ve açıklanabilir.”[17]
En anlamlı karşılıklı etkileme örneklerinden biri de, canlı varlıkları, onların varoluş koşullarına, “ortam”larına birleştiren bağdır. Bitki, ömeğin havadan oksijeni alır, ama o da havaya karbonik gaz, ve su buharı verir. Ama bu, yalnızca, bitki ile ortam arasındaki karşılıklı etkinin en basit görünümlerinden biridir. Güneş ışığının sağladığı enerjiden yararlanarak, bitki, topraktan çekip aldığı kimyasal öğelerin yardımıyla kendi öz gelişmesine olanak hazırlayan bir organik maddeler bireşimi oluşturur. O gelişmekteyken, aynı zamanda, toprağı ve bunun sonucu olarak da, kendi türünün sonraki gelişmesinin koşullarını da dönüştürür. Kısaca, bitki, ancak, kendisini çevreleyen ortam ile birlikte vardır. Bu karşılıklı etki, canlı varlıkların bütün bilimsel teorilerinin hareket noktasıdır, çünkü karşılıklı etki onların varlığının evrensel koşuludur: canlı varlıkların gelişmesi, onların varlık (sayfa 62) ortamlarının dönüşümlerini yansıtır. Miçurinci bilimin ilkesi, başarılarının kaynağı buradadır. Miçurin, canlı türlerle ortamın birbirinden ayrılmaz bir bütün olduğunu anlayarak, ortamı değiştirmek yoluyla türleri de dönüştürmeyi başardı.
Aynı şekilde, büyük fizyoloji bilgini Pavlov, organizma ile ortam arasındaki ayrılmaz birliği iyi bilmeseydi, üstün sinirsel işleyiş bilimini kuramayacaktı. Beyin kabuğu (korteks), organizma ile ortamın karşılıklı etki süreçlerinin tamamlandığı organdır. Organizmanın tümü korteksin buyruğu altındadır, ama korteksin kendisi de, her an, dış ortamdan (organizmadan) gelen, geçmiş ve şimdiki uyarıların buyruğu altındadır. Bedende oluşan bütün olgular ?örneğin bir hastalık? çeşitli görevleri düzenleyen ve doğal ortamda ?insan için? toplumsal ortamda varolan koşullardan ayrılmaz olan üstün sinirsel işleyişe bağlıdırlar.
Bu, olguların birliği ve karşılıklı etkisi ilkesi, bu büyük ilke, bütün bilimlerin ilerlemesi için her zaman zorunlu olan bir ilkedir. Bu konuda örnekler çoğaltılabilir. Örneğin atmosfer basıncının Torricelli tarafından bulunuşunu (1644) alalım:
Civa ile dolu bir tüp, gene civa ile dolu bir kabın içine ağzı aşağı gelecek biçimde konursa, tüpteki civa belirli bir yüksekliğin altına düşmez, ve kaptaki civa düzeyinin üstünde kalır.
Bu olgu, kendi koşullarından yalıtıldığı sürece anlaşılamaz. Eğer tersine, tüpün daldırılmış olduğu (kap içindeki) civanın yüzeyinin yalıtılmamış olduğuna, atmosferle temas halinde bulunduğuna ve tüpün içinde olup bitenlerle çevreleyen koşullar arasındaki karşılıklı etkiye dikkat edilirse, o zaman, açıklama olanaklı olur: civa, tüp içinde asılı kalır, çünkü hava, kaptaki civa üzerine bir basınç (atmosfer basıncı) yapar. Torricelli, kap, bir hava okyanusunun dibindeymiş gibi dikkate alınmalıdır, der.
İncelenen olgu, kendisini çevreleyen koşullardan ayrılırsa, diyalektiğin birinci yasası bozulur, bilimde buluşlar yapılamaz. (sayfa 63)

IV. TOPLUMDA

Metafizik, toplumsal olguları birbirinden ayırır, soyutlaştırır; iktisadi gerçek, toplumsal yaşam, siyasal yaşam da bir o kadar birbirlerinden ayrılmış alanlardır. Ve metafizik, bu alanların her birinin içine, binlerce bölmeler sokar. Bu durum, insanı şöyle konuşmalara götürür: “Amerika hükümeti, suçsuz Rosenbergler’i elektrik sandalyesine gönderiyor, bu budalalıktır, anlamsız bir davranıştır.” Diyalektikçi bunu şöyle yanıtlar: bu idam olayının bir anlamı vardır; Amerikan yöneticilerinin bütün siyasetini, yalana ve yıldırmaya gereksinme duyan savaş siyasetini yansıtır.
Metafizikçiye göre, toplumların tarihi anlaşılmaz bir şeydir: olumsallıklar (yani nedensiz olaylar), saçma raslantılar kaosudur. Dünyanın esasının kesin olarak saçma bir şey olduğunu öne süren filozoflar (Albert Camus gibi) vardır. Felsefe, felaket kışkırtıcılarının pek işine yarar. Diyalektikçi, doğada olduğu gibi, toplumda da her şeyin birbirine bağlı olduğunu bilir. Eğer okullar yıkılıyorsa, bu, yöneticilerin yeteneksizliğinden değildir, savaş siyasetleri uğruna okul binalarını zorunlu olarak feda etmelerindendir. Aragon’un da belirttiği gibi, yöneticiler, bizim ölüm süremizi uzatmak için yaşam süremizi kısaltıyorlar. “Her şey, yer ve zaman koşullarına bağlıdır.” Diyalektik, toplumsal olguları kavramayı ve açıklamayı başarır, çünkü, diyalektik, bu olguları, kendilerini doğrudan, bağlı oldukları ve karşılıklı etki ilişkisi içinde bulundukları tarihsel koşullara bağlar. Metafizikçi, yer ve zaman koşullarını hesaba katmaksızın, soyutta kalır.
Bunun gibi, bazı kişiler, 1944’te, Komünist Partisinin yönettiği Fransız proletaryasının iktidarı alacak güçte olduğuna ve bunu yapmamakla “otobüsü kaçırdığına” içtenlikle inanırlar. İlk bakışta çekici bir değerlendirme ama yanlış. Neden yanlış? Çünkü bu değerlendirme ancak bütünle ilişkisi bakımından bir anlamı olan bir yönü, keyfi olarak bütünden ayırıyor. Daha yakından bakalım. (sayfa 64)
İlkin Direnişin niteliği ve amacı konusunda yanılma var. Elbette ki, devrimci parti, Komünist Partisi tarafından yönetilen işçi sınıfı en büyük güç oldu. Ama Direnişin amacı, proletarya devrimi değil, ülkenin kurtarılması ve faşizmin yok edilmesiydi. Böyle bir amaç, her durumda Fransızı biraraya topladı (büyük bir kesimi Vichy hükümetinden bağını koparan burjuvaziyi bölecek ölçüde). Direniş çok çeşitli biçimler aldı: silahlı savaşım, işçi grevleri, kadınların alış-veriş konusundaki gösterileri, köylülerin ürünü teslim etmeyi reddetmeleri, vişici baskı aletinin (memurlar tarafından) sabote edilmesi, gençlerin STO’ya karşı, öğretmenlerin, bilginlerin hitlerci gerici öğretimine karşı savaşımı, vb., vb.. Direniş büyük bir ulusal davranış oldu. Onun başat çizgisi budur. Fransız komünistlerinin değeri, durumu bütünü içinde anlamaları oldu: onun için Hitler’e ve suç ortaklarına karşı savaşımda geniş bir ulusal cephe kurmaya çalıştılar, ve Direnişin, halkımızın geniş yığınlarından kopmuş bir tekke halinde dejenere olmasına izin vermediler. Gitgide daha çok tecrit edilmiş hale gelen düşmana karşı 1944 ulusal ayaklanması böyle olanaklı oldu.
Eğer o sırada, işçi sınıfı, “devrim yapma”ya, “sosyalizmi kurma”ya kalksaydı ne olurdu? Eğer, 1944’te Hitlere karşı savaş devam etmekteyken, komünistler, “artık Fransayı ve dünyayı nazilerden kurtarmak sözkonusu değildir, derhal proleter devrimi yapmak sözkonusudur” demiş olsalardı, işçi sınıfının, ülkenin kurtuluşu için savaşmaya kararlı, ama devrimci bir hareketi desteklemeye hiç de hazırlıklı olmayan her sınıftan milyonlarca Fransız yurttaşı ile bağlarını kopardığını göreceklerdi. Ve hitlerciler, suç ortakları, gerici burjuvazi, vişiciler bayram ederdi buna. Tecrit edilmiş bir işçi sınıfı, Direnişin yönetimini, en çetin fedakarlıklar pahasına üstlendiği yönetimi kaybederdi. Böylece diktatörlük kapıları, Amerikan ordusunun da yardımıyla De Gaulle’e ardına kadar açılmış olurdu.
Amerikan ordusu, gerçekten de ?bu, aydınlatılacak ikinci noktadır?, ancak Sovyet zaferleri Avrupa’da ikinci cepheyi (sayfa 65) kacınılmaz kıldığı için çıkartma yapmıştı. Amerikan yöneticilerinin art-düşüncesi, Hitler’in yenilgisinin, o zamana kadar Wehrmacht’ın işgali altında bulunan ülkelerde komünizme yararlı olmasını önlemekti. Eğer bu nesnel koşulları iyi bilmeyip, işçi sınıfı birdenbire iktidara atılsaydı, halkımız bir kıyıma uğrayacak, Amerikan ordusu, daha o andan itibaren, bugün de sahip olduğu işgal ordusu niteliğini alacaktı: ve bu kez, baskı, yeni Oradourlar yaratmak için geri gelen nazilerin suç ortaklığıyla yapılacaktı. Hitler Almanyası’nın, büyük Alman burjuvazisinin (örneğin, Amerikalıların sayesinde serbest bırakılan Krupplar’ın) umudu, Üç Büyükler arasındaki ittifakta bir kopma meydana gelmesi değil miydi? Münih ittifakı böylece yeniden perçinlenmiş olur, gerici burjuvazinin, sosyalist ülkelere karşı, halkların kurtuluşunda kesin rolü oynayan Sovyetler Birliği’ne karşı Kutsal İttifakı daha 1944’te gerçekleşmiş olurdu. Dört yıllık bütün çabaların bütün acıların kazancı, Fransız halkının kanında boğulurdu.
Buna karşılık, o zaman, “çevreleyen koşulların” tümü, komünistlerin yaptıkları gibi, faşizmin tasfiyesini, bir burjuva demokratik cumhuriyeti istemeye uygundu. Fransız halkının geniş yığınlarınca kabul edilebilir olan bu istem, gerçekleşebilir bir istemdi, ve büyük bir ileri adım sağladığı için de, ilerici bir istemdi. Gerçekten de, işçi sınıfı, burjuva demokratik cumhuriyette kendi sınıf savaşımı için en elverişli koşulları bulur: bu, Fransız işçi hareketinin, kurtuluşu izleyen aylardaki ileri atılımını açıklar, bu atılım, komünistleri iktidara getirdi, halkımıza, ekonomisini yeniden yaratmayı, yaşam düzeyini yükseltmeyi, toplumsal güvenliği, ulusallaştırmaları, işletme kurumlarını, demokratik bir anayasa, oy pusulası, kadınlar için seçilme hakkını, memurlar tüzüğünü vb., vb. sağladı. Bu sayededir ki, işçi sınıfı, 1947’de, gerici güçlerin karşı saldırısına meydan okumak için kendisini en iyi savaşım koşulları içinde bulabildi.
Uluslararası planda, Hitler Almanyası’na karşı Üç Büyükler arasındaki ittifakın devamı Wehrmacht’ın ezilmesini (sayfa 66) sağladı. Ama hepsi bu olmadı: Birleşmiş Milletler örgütünün kurulmasını ve Potsdam antlaşmalarını vb. mümkün kıldı ? ki bunlar, sonradan Amerikan emperyalizminin gizli dolaplarına engel teşkil edeceklerdi. Üç Büyüklerin antantı, Avrapa’nın genç halk demokrasilerinin işini kolaylaştırdı, ve bu nokta da birinci derecede önemlidir, 1944’te Fransız komünistlerinin serüvenci bir siyaseti, bu başarıları tehlikeye düşürürdü: bu başarılar, uluslararası kapitalizmi son derece zayıflatmıştır. Bir ülkenin işçi hareketi hiçbir zaman kendi başına değil, ama bütünle ilişkisine göre değerlendirilmelidir.
Olayları karşılıklı etkileri ve bütünlükleri içinde dikkate almanin ve bir olguyu, onu “çevreleyen koşullar”dan asla ayırmamanın zorunluluğunu gösteren daha başka örnekleri tahlil edebiliriz. Şu örnekle yetinelim:
Faşist burjuvaziye karşı burjuva demokratik cumhuriyeti istemek, Fransız işçi hareketinin bugünkü durumuna tamamıyla uygun düşen bir istemdir. Bu istem, en başta gelen düşmana karşı yaşamını sürdürmek için kendi yasasına uymayanı boğmaktan başka çıkar yolu olmayan gerici burjuvaziye karşı, işçi sınıfının çevresinde geniş bir halk toplaşmasını sağlamaya en elverişli istemdir. Ama Sovyetler Birliği’nde aynı isteme başvurmak saçma bir şey olur. Niçin? Çünkü nasıl ki, burjuva demokratik cumhuriyet, faşizme göre bir ilerleme ise, (emekçilere üretim araçları mülkiyetini sağlayan) sovyet sosyalist cumhuriyeti de burjuva cumhuriyetine göre kesin bir ilerlemedir. Bizim halkımız için ileri bir adım olacak olan şey, Soyyetler Birliği için geri bir adım olurdu. Metafizikçi, kibrinden, zaman ve yer koşullarını bilmez. Demokrasiyi kendi koşullarından ayırır; burjuva demokrasisi ile sovyetik demokrasi arasında ayrım yapmaz. Ve burjuva demokrasisinden başka demokrasi tanımadığı için de, burjuva demokrasisini demokrasiye özdeşleştirir: Sovyetler Birliği’ni “bir demokrasi” olmamakla suçlar. Ve bunun, bir burjuva demokrasisi olmadığı doğrudur, çünkü o, kapitalist sömürüyü tasfiye ederek, bütün iktidan emekçilere veren yeni bir (sayfa 67) demokrasi yaratmıştır.
Kısaca, metafizikçi, politik biçimi, kendisini doğuran ve açıklayan tarihsel koşulların bütününden soyutlar, tecrit eder; diyalektikçi bu koşulları yeniden bulur.

V. VARGI

Ne doğa, ve ne de toplum, anlaşılmaz bir kaos değildir: gerçeğin bütün görünümleri zorunlu ve karşılıklı bağlarla birbirine bağlıdırlar.
Bu yasanın pratik bir önemi vardır.
O halde, bir durumu, bir olayı, bir işi kendisini meydana getiren ve açıklayan koşullar açısından değerlendirmek gerekir.
Her zaman olanaklı olanı ve olanaklı olmayanı hesaba katmak gerekir.
“İnsan kendi dileklerini gerçek gibi almamalıdır. Bir devrimci için, her şeyden önce, görüngüleri bütün gerçeklikleriyle ve doğru olarak saptamak sözkonusudur. … Kabul ediyorum ki, belli bir durumda, belli bir karar alınır, ve bu durum değişince ilkin alınmış olandan farklı bir karar alınır. Başarı için koşullar artık yeterli görünmüyorsa, düşmanın önünden çekilinir; tersine, eğer hareketi şiddetlendirmekte daha büyük bir başarı şansıyla sonuç alabilmek umudu varsa, derhal savaşa gidilir. Her ne olursa, bir formülle, bir kararla bağlı kalınamaz, hareketimiz bu noktada tehlikeye sokulmaz.”[18]
Eylemin koşullarını unutmak, dogmatizmdir.
Elbette ki, devrimci proletaryanın, diyalektiğin bu birinci yasasına saygı göstermekte çıkarı vardır, oysa burjuvazi bu yasayı unutturmak isteyecektir, çünkü çıkarı buna karşıdır. Toplumsal adaletsizlikten sözedenlere “Bu, geçici bir kusurdur!” diye yanıt verir. Aynı şekilde, iktisadi bunalımları, yüzeysel ve gelip geçici görüngüler olarak gösterir. Diyalektik (sayfa 68) bilimin yanıtı: toplumsal adaletsizlik, bunalımlar, kapitalizmin zorunlu sonuçlarıdır.
Burjuva filozoflar, gerçeği parçalara bölmek ve bu yolla, sömürücü sınıfın yararına, gerçeği olduğundan başka göstermek olanağını sağladığı için metafiziğe taparlar. Düşünce bütünü içinde gerçek olana ulaşır ulaşmaz derhal karşı çıkarlar: bu artık usule uygun değildir, bu artık “felsefeye” uygun değildir. Felsefe onlara göre, her kavramın uslu uslu yerini koruduğu bir klasördür: burada düşünce, şurada madde; burada “insan”, ötede toplum vb., vb..
Tersine, diyalektik, her şeyin birbirine bağlı olduğunu öğretir. Ve bunun sonucu olarak, bir amacın gerçekleşmesi için hiçbir çaba yararsız değildir. Barış savaşçıları, savaşın kaçınılmaz olmadığını bilirler, çünkü savaşa karşı her eylem, değeri olan, barışın zaferini hazırlayan bir eylemdir.
İşte bunun içindir ki, diyalektikle donatılmış her devrimci militan, yüksek bir sorumluluk duygusuna sahiptir: hiçbir şeyi raslantıya bırakmaz, her çabayı gerçek değeriyle ölçer.
Bu, gerçeğin tam olarak kavranılması, uzağı görme olanağını sağlar. Yenilmez bir cesaret verir, öyle bir cesaret ki, Alman askerleri tarafından kurşuna dizilen diyalektikçi filozof V. Feldmann, son nefesinde, “Ahmaklar, sizin için ölüyorum” diye bağırabilir onlara.
Onun hakkı vardı. O, Fransız halkı için olduğu kadar Alman halkı için de savaşım veriyordu, çünkü her şey birbirine bağlıdır. (sayfa 69)

YOKLAMA SORULARI

1. Karşılıklı etkiye örnekler arayınız.
2. Neden, bir olgu (doğal ya da toplumsal) koşullarından yalıtıldığı zaman kavranılmaz?
3. Belirli bir örnek üzerinde, burjuvazinin, emekçileri yanıltmak için olayları tarihsel koşullarından nasıl ayırdığını gösteriniz.

________________________________________
Dipnotlar

[14] Phénomène = görüngü sözcüğünden, doğa yasalarının (düşen bir taş, kaynayan su) ya da toplum yasalarının (iktisadi bir bunalım) bütün belirtileri anlaşılır.
[15] Stalin, “Diyaletik Materyalizm ve Tarihsel Materyalizm”, Leninizmin Sorunları, s. 653.
[16] Biz yaşamın kimyasal süreçlerden ibaret olduğunu söylemiyoruz; bu, diyalektiğe aykırı bir iddia oluyordu: bu konuyu ilerde yeniden ele alacağız. Biz, düşünme eyleminin fizyolojiye indirgenebileceğini de söylemiyoruz. Dediğimiz şudur: canlı varlık olmadan canlı varlık fikri olmaz; fiziksel-kimyasal bir evren olmnadan canlı varlık olmaz, organizma olmaz.
[17] Stalin, “Diyalektik Materyalizm ve Tarihsel Materyalizm”, Leninizmin Sorunları, s. 653.
[18] M. Thorez, “Emekçiler Yeraltı Birliği Federasyonu III. Kongresinde Konuşma”. Fils du Peuple, Editions Sociales, Paris 1949, s. 43.
________________________________________

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir