Tarihsel Eleştiri – Berna Moran

Şu ilkeden hareket eder tarihsel eleştiri: Okurun geçmiş yüzyıllarda yazılmış bir eseri anlayabilmesi, tadına varabil­mesi ve değerlendirebilmesi için eserin yazıldığı çağdaki koşullar, inançlar, dünya görüşü, sanat anlayışı ve gelenek­leri hakkında bilgi sahibi olması gerekir. Bundan ötürü ese­ri tam anlamıyla kavrayabilmek, ona doğru bir açıdan baka­bilmek için okurun o çağa dönebilmesi, yazarın amaçlarını anlayabilmesi ve o çağın okurunun gözleriyle bakabilmesi lâzımdır esere. Bu imkânı sağlamak en çok edebiyat tarihçi­lerine ve araştırmacılara düşer.
Eseri aslında olduğu gibi görebilmek, çerçevesi içine oturtabilmek için bazı incelemelerde bulunmak ve esere ilişkin bilgiler sağlamak şarttır. Tarihsel eleştiri bu amaçla en çok şu gibi noktaları aydınlatmaya çalışır.
Her şeyden önce elimizdeki metnin doğru ve yanlışsız olarak tespit edilmesi önemlidir. Birkaç yazma nüshası bu­lunan bir şiirin bütün nüshaları birbirini tutmayabilir. Bun­ları karşılaştırmak, doğru metni bulmak, yazıldığı tarihi saptamak yapılacak işler arasındadır. Eserin dili üzerinde de durmak gerekir. Geçmiş yüzyıllarda yazılmış bir eserde bazı sözcükler o günkü anlamlarını kaybetmiş olabilirler. Edebiyat bilgini eserin dili üzerinde yapacağı açıklamalarla bu gibi güçlükleri ortadan kaldırmaya çalışır.

Tarihsel eleştiri biyografiye de geniş yer verir. Yazarın ha­yatına ait bilgilerden yararlanarak eserlerini aydınlatmaya girişebilir. İleride göreceğimiz ?sanatçıya dönük? eleştiriyle tarihsel eleştiri bu noktada örtüşürse de amaçları tamamıyla aynı değildir.

Tarihsel eleştirinin en önemli yanı eseri belli bir sanat geleneğindeki yerine oturtmak, o tür eserlerin özelliklerini ortaya koymak, böylece eserde gözetilen amaçlan, esere şe­kil veren ilkeyi belirtmek ve ona hangi açıdan bakılacağını bulmaktır. Eseri tarihsel çerçevesi içine yerleştirerek daha iyi anlamak için bazen yazıldığı çağın dünya görüşünü, inançlarını ve bunların meydana getirdiği uzlaşımları (conventlon) bilmek gerekir. Ahmet Hamdi Tanpınar, Tazminat?tan önceki edebiyatımızda yer alan aşk anlayışını, sevgi­li tipini, şairlerin kullandıkları benzetmeleri ve simgeleri, belli bir dünya görüşünü ve bu görüşün içinde saray ve hü­kümdar öğelerini inceleyerek açıklar. Tarihsel eleştirinin belli bir türüne iyi bir örnek olduğu için aşağıdaki uzunca parçayı alalım.

“Eski şiirin Tanzimat?tan sonra üzerinde en fazla du­rulan ve tenkit edilen tarafı şüphesiz ki, hayal dünya­sıdır. Şiirimizde birdenbire bir bütün halinde görülen ve o kadar zevk değişikliğine rağmen asırlarca devam eden bu hazır hayallerin, değişmez sembollü ve çok renkli hususî bir dil yarattığı muhakkaktır.

Bütünü ile bakılınca bu hayal ve sembollerin, bu aşk tarzının ve sevgili tipinin alelade bir belagat oyu­nunda kalmadığını, asırlar boyunca süren bir çalış­manın neticesi -olsa bile şairin hayat şartlarıyla oldu­ğu kadar, içtimaî nizamla da alâkalı bir sistemi ortaya koydukları inkâr edilemez.

Filhakika bütün bu dağınık unsurlar… bize geniş ve büyük bir saray istiaresi gibi görünürler. Bu uygunlu­ğu göstermek “için saray kelimesi üzerinde duralım. Saray aydınlığın ve feyzin kaynağı muhteşem bir merkeze, hükümdara, onun cazibesine ve iradesine bağlıdır. Her şey onun etrafında döner. Ona doğru koşar. Hükümdar, gölgesi telâkki edildiği manevî âle­mi, Allah?ı -Müslüman Şark?ta olduğu kadar Hıristi­yan Garp?te de- nasıl yeryüzünde temsil ediyorsa ha­yatı da öyle düzenler. Bütün tabiat ve eşya, müessese­ler onun temsil ettiği bir hiyerarşiye göre tanzim edilmişti. Aşk, zihnî hayat, hayvanlar ve bitkiler âle­mi, kozmik nizam, varlık, hatta âdem… Bütün bu mefhumlar, vücudumuzun kendisi, hepsi saraydır… Binaenaleyh aşk da bu cinsten bir istiare olacak, sevgili, hükümdara benzeyecekti. O kalp âleminin hükümdarıdır. Bu sistemde hükümdara, dolayısıyla sevgiliye asıl hususiyetlerini veren güneştir. Ortaçağ hayallerinde hükümdar daima güneştir. Onun gibi kendi menzilinde ağır ağır yürür. Rastladığını aydın­latır. Gül, bulunduğu yeri, tıpkı güneş gibi parıltısıyla bir merkez, bir nevi saray yapar. Hayvanlar âlemin­de aslanın hükümdarlığı da yüzü güneşe benzediği içindir. Böylece hükümdara, dolayısıyla güneşe ben­zeyen sevgili, onun unvan ve vasıflarını, kudretlerini elbette ki taşıyacaktır.

İşte edebiyatımızın aşk etrafındaki hayalleri bu sis­temi bize verir. Sevgilinin bütün davranışları hüküm­darın davranışlarıdır. Sevmez, bir nevi tabiî vergi gibi sevilmeyi kabul eder. İsterse iltifat ve lütfeder. Hattâ hükümdar gibi ihsanları vardır. Yine onun gibi, ister­se, bu lutfu ve ihsanı esirger. Hattâ cevr eder, işkence eder, öldürür. Kıskanılır fakat kıskanmaz.

Namık Kemal?in Azerbaycan şairi Cabir?le beraber eski şiire hücum ederken o kadar alay ettiği, güzelliğe ait teşbihlerin çoğu, iyi düşünülürse, haddizatında bir kahraman olması icabeden hükümdarın üstünde ve şahsında bulunan şeylerdir. Filhakika göz kamaştıran aydınlığıyla güneşe; güzelliği, naz ve istiğnasıyla güle benzeyen sevgili, kaşı, gözü, kirpiği, yan bakışı ile de hükümdar gibi silâhlıdır (hançer, kılıç, ok, yay, ke­ment, doğan ve şahin). Namık Kemal bizim halk dili­mizde bile çok tabiî şekilde yaşayan şahin bakışlı, ça­kır pençe, atmaca gibi, bir hayal sistemini kelimesi ke­limesine alarak bir karikatür çıkarmıştı. Halbuki bu av ve harp silâhlarını yerli yerine koysaydı, Behzat?ta veya herhangi bir Şark ressamında gördüğümüz zarif, baştan aşağı silâhlı, avcı ve muharip hükümdar min­yatürlerinden birini kendiliğinden elde ederdi.”

Görülüyor ki, A.H. Tanpınar eski şiirimizde karşımıza çı­kan aşk anlayışını, sevgili tipini, onun özelliklerini Orta-çağ?dan kalan bir dünya görüşündeki saray istiaresine daya­narak açıklamakta ve böylece şiirleri tarihsel çerçeveleri içi­ne yerleştirerek onlara ışık tutmaktadır.

Genellikle tarihsel eleştiri eski çağlarda yazılmış eserleri doğru anlamamıza yardım eder ve bu bakımdan şüphesiz ki çok yararlıdır. Fakat sakıncalı yönleri de vardır. Tarihsel eleştiri yapanlar, bazen eserleri, değerlendirmeye gelince, yanlış bir ilkeye saplanırlar. Derler ki, eser çağındaki amaca ulaşabilmiş ve o çağın okurunun eserden beklediklerini yeri­ne getirmişse başarılı bir eserdir. Biz bugünün açısından yargılamamalıyız eseri, o çağın açısından, o çağın zevkine göre yargılamalıyız. Oysa eseri kendi geleneği, kuralları içinde, aslında olduğu gibi görmek başka bir iş, aslında olduğu gibi görülen bir eserin iyi veya kötü olması başka bir iştir. Her çağın güzellik anlayışı başkadır, bundan ötürü eseri kendi alıştığımız ölçülere göre yargılamayalım, o çağın yargısını kabul edelim dersek tam bir göreciliğe düşeriz. Tersini yap­mak, dar bir anlayışa kapılmak da yanlıştır, çünkü edebiyat eserlerinin çeşitleri zengindir. Herhalde bir edebiyat eserini hem kendi çağındaki hem de onu izleyen çağlardaki eserleri göz önünde tutarak, belli bir çizgi üzerinde aldığı yere göre değerlendirmek daha doğru olacaktır.2

Tarihsel eleştirinin hücuma uğradığı bir nokta da bazen edebiyatın özünden uzak düşmesi, ağırlığı eser hakkında bilgiye vermesidir. Bu tutumla yazılmış edebiyat tarihleri ya da incelemeler tarihsel bilgiyle doldurulur, ama eserlerin sanat değeri üzerinde durulmaz veya sanat yönü, olsa olsa, yuvarlak bir iki lâfla geçiştirilir.”

Berna Moran

Kaynak: Edebiyat Kuramları ve Eleştiri, Berna Moran, İletişim Yayınları, 14. baskı 2005

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir