Ne Anlatayım Ben Sana! – Ece Temelkuran

Kaç kişi sustuk biz? (…)
Bazen en uzak halk kendimizinkidir bize. Okyanus aşırı bir memlekettir bazen Türkiye. Bu toprağın yeniden bizim toprağımız olmasını istiyorsak eğer yeniden birleştirmemiz gerekiyor tepelerimizin hikâyelerini. Söküldüğümüz yerlerden, “çilemizi” çözüp çözüp yeniden örmemiz gerekiyor kendimizi. Yoksulluğun vahşetiyle sertleşen hikayeleri neresinde bıraktıysak o sahneye dönüp yeniden takip etmemiz gerekiyor film şeridini. Korkup gözümüzü kapattığımız sahnelere dönüp bu kez gözlerimizi dört açıp bakmamız gerekiyor.
Ece Temelkuran, F tipi cezaevlerini, açlık grevlerini, ölüm oruçlarını anlatıyor. Bu suskunluğu kıracak yeni bir dil bulmak için… (Tanıtım Yazısı)

Ece Temelkuran’la Söyleşi / Filiz Aygündüz
27 Ağustos 2006 Tarihli Milliyet Gazetesi Pazar Eki
“Kimseyi suçlamamak için Gökçe’ye anlattım!”
Ölüm oruçlarını ele alan yeni kitabında bütün hikayeyi Gökçe adlı genç bir kıza anlatan Ece Temelkuran: “Gökçe’ye anlattım hikayeyi. Kimseyi utandırmak, suçlamak istemediğim için. Gökçe kitapta diyor ya ‘Ölüm orucu hâlâ devam ediyor mu?’ diye”

Ece Temelkuran’ın F tipi cezaevlerini, açlık grevlerini ve ölüm oruçlarını yazdığı “Ne Anlatayım Ben Sana!” kitabevlerindeki yerini aldı. Başına, ölüme yatan çocuklarını geri isteyen annelerin kırmızı kurdelesini takan kitap, ilk dört günde dört baskı yaptı.
Tam 10 yıldır cezaevlerinde devam eden ölüm oruçları karşısındaki kolektif suskunluğu kırmak için yeni bir yas dili öneren Temelkuran, kitabında “memleketin bu en günahlı hikayesi”ni aynı dil üzerinden birbirimize anlatmamız gerektiğine değiniyor sık sık. Bunu yaparken kimseyi suçlamıyor, yeterince ağır ve ağrılı olan konuyu objektif ve çözümcül bir damarda sessizce yürütüp hem gazeteciliğin hem de edebiyatın hakkını veriyor.
Ve ekliyor: “Bir kere ama topluca ağlayalım, bitsin!”

Venezüella ile ilgili kitabınızdan sonra başka projelerden söz etmiştiniz. İçlerinde “Ne Anlatayım Ben Sana!” yoktu. Nasıl öne geçti bu kitap?
1996’da yazdığım “Oğlum Kızım Devletim”in yeni baskısının önsözünü yazmak için Ankara’ya gittim. 10 yıl önceki tutuklu anneleriyle görüşmek istedim. Galiba insanın içinde vicdan azabı oluyor ve o sana sen istemesen de yapacağını yaptırıyor.

Neyin vicdan azabı?
Adını da o zaman koydum zaten. Ankara’ya gittiğimde anneler benimle konuşmadı. Onlar benimle konuşmayınca tuhaf bir suçluluk duygusu duydum. Bu ölüm oruçları meselesine, Hayata Dönüş Operasyonu öncesinde ve sonrasında doğru dürüst bakmadığımı, kafamda kestirip attığımı düşündüm. Hayata Dönüş Operasyonu’ndan sonra milli bir sansür başladı. Ardından ilgilenmeme dönemi geldi. Bu ilgilenmeyişi kafamızda şu şekilde meşrulaştırdık galiba, hiç değilse ben öyle yaptım: Ölüm orucunu onaylamıyorum ben, bu eylem biçimi yanlış! Fakat giderek bu hal bir onay merciinin durumu tasdik edişine benzedi. İktidarın suskunluğuyla bizim suskunluğumuz arasındaki fark ortadan kalktı. Bu kitabı biraz da onun için yazdım zaten.

Sözünü ettiğiniz, konuyla ilgilenmeme dönemi nasıl başladı?
Ülkenin “çaresizlik” gibi gözüken meseleleri o kadar yordu ki bizi… Artık bu meseleyi küçük bir gruba ait bir sorun olarak düşünmek istiyoruz. Öte yandan, bir tarafın duyarsızlıkla itham edilmesi, diğer tarafın da “İnat ediyorsunuz” diye ölüm orucu yapanlara kızması, bütün hikayeyi anlaşılmaz ve anlatılmaz kılıyor. Benim derdim bunun anlatılabilir bir hale gelmesi.

Kaçma refleksi yerine bunları anlatmak gibi bir model öneriyorsunuz yani…
Bu garantili bir yoldur, yüzde 100 sonuç verir demiyorum; hiç değilse deneyelim. Anlatalım bu hikayeleri ama duyulmayacağımıza dair hıncımızı bileylemeden ya da kabul edilmeyeceğimiz korkusuyla hikayelerimizi eksiltmeden! Ve bakalım adresine varıyor mu? Ben yeni bir dil öneriyorum aslında. Bütün yaraları çözecek bir yas dili. Çünkü o kadar çok tutulmamış yasımız var ki..

Gene mi yas diye sormazlar mı?
Tabii; gene mi yas, gene mi acı, gene mi kötü şeylerden bahsedeceğiz diyecekler. Ama gerçek bir yetişkin gibi davranırsak bu yasın içinden efendi bir şekilde, aklımızla çıkabiliriz.

Kitapta var oluş alanını mutfaktan sokağa taşıyan kadınları görüyoruz. Bir yanıyla çok umut veriyor bu kadınlar…
Ben yeni dil icat edelim, yeni sözcükler bulalım diyorum ama bunun yanı sıra bu dil zaten var Anadolu’da. Kadınların, annelerin dili.

Peki kaderine yön verecek kudretteki o kadınlar niye kurumsallaşmıyor?
Birincisi, çok ciddi yasal engeller var. İkincisi de, toplumsal geleneksel engeller… Şunu da unutmamak lazım. 1980’de kimse ortada yokken bu kadınlar çıkıp İHD’yi kurdular. Hiç kurumsallaşmadılar değil. Ama insan bekliyor ki bu annelerin kendi dilleriyle, kendilerine has yöntemleriyle kendi politikalarını ürettikleri, bütün erkek muktedirlerden de azade oldukları bir yerleri olsun.

Hareketin içine giren kadınlar, çocuklarını geri aldıktan sonra mutfaklarına geri dönüyor ama…
Onu ben Veli’nin annesine sormuştum, Kezban teyzeye. O da çok güzel bir cevap vermişti: “Yalan gelir bana şimdi bağırmak Veli yanımdayken.” Hakiki bir ihtiyaç gerekiyor belki. Bütün örgütlenmeler böyle, gerçek bir ihtiyaç olmadan biraz yalan oluyor.

Kitapta baştan sona bütün hikaye, 22 yaşında gazeteci olmak isteyen bir genç kıza, Gökçe’ye anlatılıyor.
Gerçek o Gökçe, öyle biri var.

33 yaşındaki Ece bir anlamda 22 yaşındaki Ece ile mi hesaplaşıyor Gökçe üzerinden?
Aynen öyle. Şimdi yazdığım eski kitaba bakınca biraz da Cumhuriyet gazetesinde çalışmanın etkisiyle fazla didaktik, o yaşa göre fazla iddialı, gereksiz argümanlarla dolu yerler gördüm. Gökçe de 22 yaşında, tam benim kitabı yazarkenki yaşımda. Bu yüzden o nasıl görüyor, hep buna baktım.

Yapılan eylemlerde 122 kişi öldü. İnsanların çoğunun bu rakamdan haberi yok…
İşte bu yüzden Gökçe’ye anlattım hikayeyi. Kimseyi utandırmak, suçlamak istemediğim için. Gökçe kitapta diyor ya “Ölüm orucu hâlâ devam ediyor mu?” diye…

Bütün bu malzeme bir romana da dönüşebilirdi. Neden bir gazeteci kitabı?
İnsanların bunun gerçek olmadığını bir an bile düşünmeleri benim için katlanılmaz. Böylesi daha zengin, daha hakiki gibi geliyor bana. Batı’da 20-30 yıldır süren söz üstüne söz söyleme kültürü artık sona yaklaştı. Yazı anlamında söz başka bir yere gidiyor. Artık herkes hakikatten bahsetmek zorunda kalacak.

Tezgahta başka neler var?
Kürtlerle ve Ermenistan’la ilgili bir şeyler var kafamda ama hangisine başlayacağım bilmiyorum.

“Çok da hoş, güzel bir kadın niye böyle ağır meselelerle uğraşıyor?” diye tuhaf şeyler söyleyenler çıkıyor mu?
Olmaz mı, var tabii. Ama bu meselelerle uğraşırken kendimi daha iyi hissediyorum. Şimdi eylemlerde de çok güzel kızlar var ayrıca. Bir de benim yüzüm hikayemi anlatmaz. 20’lerde gibi göründüğümü söylüyorlar; aslında ben 19 yaşından beri memleketin habis meseleleriyle uğraşıyorum. Kendimi çok ihtiyarlamış hissediyorum.

ÇİĞDEM SU, 18/08/2006 Tarihli Radikal Gazetesi Kitap Eki
Ece ile Cihangir’deki Orhan Kemal’in gölgesinin serinlettiği İkbal Kahvesi’nde buluştuk. Amacımız belli, 1996 yılında yayımlanan Oğlum Kızım Devletim-Evlerden Sokaklara Tutuklu Anneleri kitabının yeniden basımına karar verildi, bunun üzerinde çalışacağız… Elimde Oğlum Kızım Devletim, karşımda kederli oturan Ece, kafamızda bin bir düşünce… Kederi şundan: Nasıl yapmalı? 1996’da yazılmış bir kitabın üzerinden tamı tamına on yıl geçmişken, kitabı bugüne nasıl taşıyacağız, nerelerine dipnot koyalım, diye düşünüyoruz…
Karıştırmaya başladım 1996’da olanları…
Sonra bugün ölüm oruçlarını hâlâ sürdürenleri düşündüm, biri avukat Behiç Aşçı… Bu satırlar yazılırken, F tipi hücre ve tecride karşı sürdürdüğü ölüm orucunun 123. gününe girmişti.
Böyle olmayacaktı… Bu kitap yeniden basılmamalı, yeniden yazılmalıydı… Bunu söylediğimde Ece’nin gözleri parladı, kederli yüzü aydınlandı; çünkü o da aynı şeyi düşünmüş.
Ne değiştiğinden, on yılda neler olduğundan, F Tipi cezaevleri ve tecride karşı başlatılan ölüm oruçlarının sonunda yitirilen, şimdilik 122 kişi’den söz edilmeliydi. Bir iki gazetenin arada sırada küçük bir kutucuğa ve kuytuya yerleştirdiği, iki-üç cümle dışında artık yok sayılan ölüm oruçlarının son hali anlatılmalıydı. Ece yerinden kalktı, “Ben gidiyorum,” dedi, “gidiyorum, on yıl önceki insanları bulacağım ve önce onlarla konuşacağım…” Gitti, geldi, İstanbul’un ‘öte tepelerinde’ dolaştı, çalıştık, çalıştı, çalıştı… Derken kitap çıktı ortaya. Kitabın adını, Ne Anlatayım Ben Sana! koydu. Biliyorum, söyleşiye başladığımızda soracağım ilk sorunun yanıtını da bu olacak “Ne anlatayım ben sana, öyle çok ki…” Ama anlatacak, çünkü hikâyeler anlatılmadan, dinlenilmeden yaraların iyileşmeyeceğine inanıyor, işte bu nedenle anlatacak…
Kitabı yeniden yazmaya karar verdikten sonra, on yıl önceki tutuklu ve hükümlü anneleriyle konuşmaya gittiğinde neler oldu?
Ankara’nın en sıcak yazıydı. Yapmayı düşündüğüm röportajları birkaç günde bitirip dönmeyi düşünüyordum açıkçası. Fakat öyle olmadı. Gazeteciliğe ilk başladığım yıllarda sık sık gördüğüm, hatta kişisel ilişkiler kurduğum eski tutuklu ve hükümlü annelerine ulaşamadım, ulaştırılmadım. Önce bunun kitabın yazılması önünde bir engel olarak düşünsem de sonra anladım ki zaten asıl yazılması gereken bu. Kitabı tam da buradan, bu engelden, bu hakiki serüvenden başlatmak gerekiyordu. Ne oldu da bu memleketin tepeleri, acı çekenler tepesi ile acıları izleyenler tepesi arasındaki dil bu kadar birbirinden ayrı düştü? Ne oldu da geçmişte onların haberlerini yapan, evlerine gidip çaylarını içen, onlar hakkında kitap yazan ben bile onların uzağında birisi oldum? Bu soru başka sorulara yol açtı ve sonunda bu toprak üzerine bu toprak büyüklüğünde sorular sorulmaya başlandı. Bizi söken ne? Birbirimizin ölümüne kör eden ne? Bu ülkeye ne oluyor? Bu sadece ölüm oruçlarıyla da ilgili değil. Memleketin kanlı bıçaklı olmuş bütün meseleleriyle ilgili. Ama ölüm oruçları bu durumun en kanlı ve en beter örneği. Yani en görmek istemediğimiz ve bu görmezliğin en geniş kabul gördüğü mesele. Bu yüzden buradan soruyorum bütün bu soruları.
Ne Anlatayım Ben Sana!’da sürekli vurguladığın bir konu var; ölüm oruçları ve tecrit ile ilgili medyada yaşanan koyu karanlık… Sen aynı zamanda sözü edilen medyanın ‘göbeğinde’ yer alan biri olarak bu karanlığın neresindesin?
Anneler, geçmişte sarılıp ağladığım o kadınlar benimle konuşmadılarsa elbette ben de payımı almış olmalıyım bu karanlıktan. Yani bu “tepelerin birbirinden sökülmesi” dediğim suçta benim de payım olmalı. Bu görmezden gelme denizinde ben de boğulmuş olmalıyım. Ama öyle bir şey oluyor ki kitapta da anlattım gazetecinin bu çaresizliğini- sansürden daha beter bir ‘memnuniyetsizlik’ atmosferi oluşturuluyor. Tek başına bırakılıyorsun böyle ‘sevimsiz’ konulardan söz ettiğinde. Ve insan, ‘mahallenin delisi’ olmaya çok uzun süre katlanamıyor. Belki daha güçlü olmak gerekiyor. Ama belki de insanın bu kadar güçlü olmasını gerektiren düzende bir yanlışlık var.
“Hikâyeler anlatılmalı, tepeler söküldükleri yerden dikilmeli,” diyorsun. Bu iki dil nerede, nasıl birleşecek? 12 Eylül darbesini bile ‘mazur’ görmüş bir memlekette, ölüm orucu eylemlerini ‘yanlış’, yok sayılmasını ise ‘doğru’ bulan bunca insan varken bu tepelerin yeniden ‘dikilebileceğini’ düşünüyor musun?
Başka çaremiz kaldı mı? Yasımızı ortaklaştırmaktan ve bu toprakta yaşanan bütün acıları bu toprağa ve hepimize ait kılmaktan başka bir çaremiz yok. Bu memleketteki ‘delirme halinin’ en önemli nedenidir yasımızın eksikliği. 12 Eylül’den sonra bu ülkede hiçbir şey olmamış gibi yapılırken neler olduğunu, şimdi neler yaşandığını anlatarak ve dinleyerek ‘yetişkin’ gibi davranmak zorundayız. Bu berbat, kanlı ve içinden çıkılamayacak bir süreç gibi geliyor belki hepimize. Oysa öyle değil. Biz bu yası efendi gibi, aklımızla tutabilir, bu işin içinden onurumuzla, vicdanımızla çıkabiliriz. 1996 açlık grevleri bir dönemeçti, bunu şimdi bakınca anlıyorum. 1996’dan sonra ölüm kültü artık bir daha iyileşmeyecek bir biçimde sol kültürün içine yerleşti. 2006’ya gelindiğindeyse artık tanıyamadığımız bir direniş kültürü var karşımızda. Üstelik bugün birçok insan ölüm oruçlarının sürdüğünü bile bilmiyor. Bu mesafeyi nasıl geçtik biz? Bunu anlamazsak birbirimize doğru bir adım atamayız ve bana kalırsa artık bir toplum olamayız. Yani topraklarımızın parçalanmasından daha çok korkacak şeylerimiz var bizim. İnsanlar kül oluyor. Bir ülke toprağıyla mı ülke olur yalnızca? İnsanlar ne olacak? Ya insanlar parçalanırsa? Bizim şimdi ciddiyetle ve acilen bu soru üzerine düşünmemiz gerekiyor.
1996’da aydınlar F tipi cezaevlerine karşı yapılan eylemlerde çok etkindiler. Diğer yandan birçok sol örgüt de destek veriyordu bu sürece. Oysa şu anda sadece tek bir örgüt sürdürüyor eylemi… Bugün ne oldu? Nereye gittiler?
Ölüm orucu yapanlar ‘duyarsızlık’ diye kestirip atıyor bu soruyu, duyarsızlıkla suçlananlar ise, ölüm orucunu ‘yanlış’ bulduğundan söz edip susuyor. Benim meselem zaten tam da bu sökülmeye bakmaktı. Bu sürece suçlu aramadan bakmak gerekiyor. Bu yüzden yeni bir dil kurmak gerekiyor diyorum zaten. ‘Hain aydınların’ arandığı tepelerle, ‘ölüm orucunda bir bit yeniği’ arayan aydınların tepelerini birleştiren bir dil, bir duruş. Diğer örgütlere gelince; kendini üreten bir süreç bu. Bir grup insan şiddete uğradıkça o grup sertleşiyor, sertleştikçe yalnızlaşıyor, yalnızlaştıkça daha da sertleşiyor. Meseleye sahip çıkanlar azalıyor, azaldıkça katılaşıyorlar ayakta kalmak için. Sert kalabilmek için de kendi içine kapanıyor insanlar. Ama mesele bu süreci atlamamakta. Bunu atlarsanız, muktedirin gördüğü gibi görmeye başlıyorsunuz kendi insanınızın acısını.
Venezüella’da yaşananları anlattığın, Biz Burada Devrim Yapıyoruz Sinyorita’da da, bu kitapta da gerçeklik, hikâye kurgusu üzerinden edebi bir dille anlatılıyor. Yirmi iki yaşında Gökçe adında bir genç kadına anlatıyorsun bütün hikâyeyi. Bu kurgunun gerekçesi ne?
Birincisi bütün dünyada edebiyatın böyle bir yana evrileceğini düşünüyorum. Sözün üzerine söz söylendiği düşünsel hayat geride kaldı. Artık hakikat üzerine söz söylenecek. Dünya bunu mecburi kılıyor. İkincisi de hikâyelerin gücüne inanıyorum. Eğer yaşadıklarımızı bileyleyip insanların burnuna dayamazsak, ya da anlatırken eksiltmezsek, hikâyelerimizi hikâye olarak anlatırsak bütün sözlerimizin adresini bulacağını düşünüyorum. Bunu, bu ülkenin bütün netameli konuları için söylüyorum. Kürt meselesi için de, Ermeni meselesi için de, yoksulluk için de. Gökçe’ye gelince; kitap için bana yardım ettiği günlerde onun bu kitabın aynı anda hayali kahramanı olması gerektiğini düşündüm. Böylece bu konuları hiç bilmeyen bir kız çocuğuna anlatır gibi anlatabilecektim.

Kitabın Künyesi
Ne Anlatayım Ben Sana!
Ece Temelkuran
Everest Yayınları
262 sayfa, Ağustos 2006

Ece Temelkuran Hayatı
1973, İzmir doğumlu. Bornova Anadolu Lisesi?ni 1991?de, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi?ni 1995?te bitirdi. İlk yazıları Patika dergisinde yayınlandı. 1993?te, Cumhuriyet?te gazeteciliğe başladı. Kadın hareketi, siyasi tutuklu ve hükümlüler, Güneydoğu sorunu üzerine çalıştı, röportajlar yaptı. Bütün Kadınların Kafası Karışıktır adlı kitabı 1996?da yayınlandı. Aynı yıl Alman hükümeti tarafından yılın gazetecisi seçildi ve Almanya?da kadın hareketi üzerine bir araştırma yaptı. 1997 yılında Oğlum Kızım Devletim ? Evlerden Sokaklara Tutuklu Anneleri adlı araştırma kitabı yayınlandı. Ardından avukatlık ruhsatnamesini aldı ve bu mesleği ?henüz- hiç icra etmedi. Cumhuriyet Dergi için yazdığı ?Bekaret Testi Suçtur? adlı yazısıyla Tabipler Odası Yılın Araştırma Yazısı ödülünü aldı.

Yurtiçinde ve dışında çeşitli dergilerde yazılar yazdı, CNN Türk?te muhabirlik yaptı. Daha sonra şiir-metin(poem&prose) türündeki İç Kitabı(Everest,2002) yayınlandı. Eylül 2002?de şiir-metin türündeki üçüncü kitabı Kıyı Kitabı?nı yazdı. Milliyet?teki köşe yazıları sebebiyle BAL Vakfı tarafından Beyaz Yorum Ödülü?ne layık görüldü. Dünya Sosyal Forum sürecini izlemek için 2003?te Brezilya?ya, 2004?te Hindistan?a gitti. Arjantin?de ekonomik krizden sonra oluşan halk hareketini inceledi. Bu harekete ilişkin yazıları ?Buenos Aires?te Son Tango? adı altında yazı dizisi olarak Milliyet?te yayınlandı. 2004 yılında İçeriden ve Dışarıdan adlı gazete yazılarından oluşan kitapları Everest Yayınları tarafından yayınlandı. Savaş karşıtı yazıları sebebiyle Çağdaş Gazeteciler Derneği?nden Barış Kalemi Ödülü?nü aldı.

Biz Burada Devrim Yapıyoruz Sinyorita! Adlı kitabıyla Türk Tabibler Birliği?nin Düşünce ve Demokrasi Ödülü?nü kazanmıştır. 2006’da yayınlanan kitabı Ne Anlatayım Ben Sana ise dört günde dört baskı yaptı. 2008’de İnsan Hakları Derneği’nin Ayşenur Zarakolu Düşünceye Özgürlük Ödülü’ne layık görülen Ece Temekluran, en son Ağrı’nın Derinliği kitabını yayımladı. Milliyet gazetesinde Kıyıdan adlı köşesinde yazmaya devam ediyor.

Bir yorum

  1. Sağol Ece Temelkuran. Gerçeklere ışık tuttun ve bizi aydınlattın..

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir