Acının biçimleri

Acının AntropolojisiAcının biçimleri
Acı belli bir süre içinde etkisiz kalmaz, ne olduğu pek belli olmayan farklılıklara göre yoğunluğu değişir, saatlere ve günlere göre farklılık gösterir, yakalanması zor verilerin etkisindedir, ortama, günün belli bir anına, bir hareketin ya da bir tedavinin derin etkisine bağlıdır. Acı çeken insan, acı yaşamı zehir etse bile, kendisini, çoğu zaman kestirilemeyen bir acının etnologu yapmayı başaramaz. Acı, insanı koşullara göre farklı biçimde etkileyen tek bir formül içinde değerlendirilmesine olanak tanımaz. Yoğunlukları ve süreleri farklı acılar görülür. Temel bir acı fenomenolojisi kuvvet çizgilerini ve dünyayla çok özel ilişkileri gündeme getirir.

Çok şiddetli acı geçicidir, bir düşme, yanma, şiddetli diş ağrısı, bir yere çarpma, iyileşmesi geciken bir yara, sözgelimi baş ağrısı gibi bir keyifsizliğin sonucudur. Bu acılar sıradan acılardır, gündelik yaşamı aksatırlar, geçici sıkıntılar verirler, insanın kendisine ya da beceriksizliğine karşı öfkelenmesine neden olurlar, ağrıyı ya da sindirim güçlüğünü rahatlatmak için bir teneffüstür; pratisyen hekime baş vurulur ya da rahatsızlık veren dişi tedavi etmesi için dişçiye gidilir. Bu rahatsızlıklar kimi zaman başka bir acıyı dindirmek amacıyla uygulanan tedavilerin paradoksal sonucudur: Bir yarayı temizlemek, bir kırığı alçıya almak vb. Ameliyat sonrası ağrılar ve acılar değişik örneklerdir bu bağlamda. Olası bir nedene bağlanan ve sadece geçici kötü bir an olarak yansıyan bu acıların çoğunun algılanmasında bunalım büyük bir rol oynar. Bu duygular ihtiyat getirir, bireyin özellikle kendine rağmen çevresindeki tersliklere karşı yararlı bir mesafeli olma durumunu ve dikkatli olmayı öğrenen çocuğun tedbirli davranmasını sağlarlar. Geçip giden günler ve insanın sayısız etkinliği içinde kaçınılmazdır bunlar, insana yaşamının kırılganlığını ve ortama karşı hassas olduğunu hatırlatır.

Hastalığın, sinsice ilerleyen ölümcül bir ağrının ön belirtileri olan öteki acılar daha endişe vericidir. Çoğu zaman sıradan ama sıkıntı veren bu dirençli ağrılar ve acılar tıbbi muayenelerin hareket noktasıdır. Soljenitsin’in Kanserliler Koğuşu adlı yapıtında bir kadın birkaç gündür aralıklı olarak acı çekmekte ve inlemektedir/’Kadın kanser uzmanı olmasaydı bu acıya hiç önem vermeyecekti ya da tersine korkusuzca muayene olmaya gidecekti. Ama bu çarkı çok iyi biliyordu ve içine girmekten korkmuyordu… şöyle düşünüyordu: “Kim bilir, geçer belki! Kimbilir belki de sinirseldir!”14 Acı burada bir işaret gibi algılanır ya da tedavi edilmesi gereken patolojik bir gelişmeye eşlik eder. İlk tedavilerin amacı ağrıları dindirmek ve nedenlerini anlamaya çalışmaktır ve daha sonra kaynaklandığı organik rahatsızlık üstünde yoğunlaşırlar. Batılıların çoğunluğuna göre hekim ağrı ya da acıyı teşhis eder ve dindirir, gerekli ve kaçınılmaz bir muhataptır. Bildiğimiz (ya da bildiğimizi sandığımız) ve küçük bir korkuya neden olan bir sıkıntı için kendi kendimizi tedavi yoluna başvurma kimi zaman hekime gerek bırakmaz. Kimileri eklemlerden kaynaklandıklarına inandıkları ağrılar için kültürel aidiyetlerine ve durumu değerlendirme biçimlerine göre, şarlatanlara, büyücülere, masajcılara, kemik uzmanlarına vb. giderler. Kimileri ise bütün bunlara sırt çevirirler, saldırılara karşı müthiş bir direnç gösterirler ya da kendi moral olanaklarıyla yetinirler.

Bu alışılmamış ve kısa süreli acı ve ağrılardan yakınma kültürel açıdan anlaşılabilir ve kabul edilebilirdir; sosyal ilişkileri pek fazla etkilemez ve bir korunma tavrı getirir. Bu ağrılar ve acılar, hayata, başkalarının, bir migrenin ya da bir düşme olayından kaynaklanan sonuçların kendilerini aynı sıkıntılara sokmasını bekledikleri gibi saygılı olmayı kabullendikleri, zararsız bir kesinti, acı bir renk getirirler. Meslektaş dayanışmasına ya da yakınların ilgisine vesile olurlar. Bu dikkat işaretleri insanın kendisini tanımasına yardımcı olurlar, bireyde kişisel değer duygusunu güçlendirirler.

İnsan saatler, günler, hatta haftalar boyu kendine rağmen, yaşam koşullarını değiştiren ve sürdüğü takdirde kendisini bunalım ve umutsuzluğa sürükleyen bir işkenceye katlanır. Ama rahatlama hatta sağlığa kavuşma ilke olarak yıkımdan sonra gelir. Acının genellikle geçici özelliklerini tanımak onun yavaş yavaş geçeceği duygusunu verir. Hekimin kısa müdahale süresi içinde dişleri biraz sıkmak gerekir sadece; dişçinin müdahalesinden önce birkaç saat ya da bir damla krizinin geçmesini beklerken birkaç saat. Sonunun gelmekte olduğunu düşündüğümüz acı şiddetini kısmen yitirir, kimlik duygusunu yıpratmaz. W. Styron şöyle diyor: “Uykuya, Tylenol’e, hipnoza ya da bir pozisyon değişikliğine veya çoğu zaman bedenin sahip olduğu bir kendi kendini iyileştirme gücüne bağlı olarak gelen rahatlamaya güveniyoruz ve gelecek bu rahatlama anlarını, bize geçici olarak ne kadar yiğit, yürekli, iyimser ve yaşama bağlı iyi oyuncular olduğumuzu göstermek amacıyla gelen doğal bir ödül gibi kabul ediyoruz.”

Ağrının ya da acının yakında kesinlikle dineceği duygusu direnci güçlendirir ya da en azından ağlamaları, inlemeleri hafifletir ancak tedavisinin mümkün olmadığı sanılan bir sıkıntı söz konusu olduğunda, bir hastalık tehdidi olarak ortaya çıktığında şiddetlenir ağrı ve acılar. Kronik ağrı yaşamın önünde uzun ve zahmetli bir engeldir. Şiddeti değişir, çok fazla sıkıntı veren etkileri kesintili biçimde gelebilir ve gündelik yaşam akışını değiştirebilir ya da hiç aman vermeden etkinliklerin büyük bölümünü felç eden, yakında bir rahatlama belirtisi vermeden, sürekli bir ağrı biçiminde görülebilir. Tıp, günümüzde eskiden ölümle sonuçlanabilen hastalıkları tedavi ederken ve yaşamın son safhasını özel bir biçimde denetimi altına alırken, bir yandan da daha önce ölüm olayıyla daha çabuk biten ya da daha erken ölümler nedeniyle rahatça gelişme olanağı bulamayan az ya da çok sert ve kalıcı acıları ve ağrıları kesin ve kaçınılmaz yapmaya çalışmaktadır. Batı toplumla- rına daha uygun yaşam koşullarına bağlı yaşam süresinin uzaması kronik hastalıklarla ilgili ya da yaşlılığın sonuçlarıyla ilgili acıları artırmaktadır.

Aynı şekilde bütün acı ve ağrıların yararsız olduğu ve bir suçluluk yakınlığı içinde olmadıkça bunlardan bir an önce kurtulmak gerektiği yaygın inancı, tıbbın, bir zamanlar çalışma koşullarının ya da bireylerin yaşamının gerekli ve sıradan bir bedeli gibi kabul edilen ağrı ve acılara önem vermesi sonucunu getirmiştir. Sözgelimi sırt ağrıları batı toplumlarında en sık görülen ağrılar arasındadır. Zaman içinde iyice yerleşen bu isyankâr acıların içinde aynı zamanda migrenler, travma sonrası sıkıntılar, nörolojik sıkıntılar vardır… Bunlar kimi zaman, nevraljilerde, hayali uzuv ağrılarında görüldüğü gibi çok şiddetli olabilirler. Etkileri az ya da çok, özelliklerine, yoğunluklarına göre ve kültürel ya da kişisel savunma durumlarına göre belli olan bir kırmızı çizgiyi gösterir bunlar. Kronik ağrılar çoğu zaman tıbbı, bunların teşhis ve tedavisi konusunda aciz bırakırlar. Hoş bir tabirle “işlevsel hastalıklar” denen rahatsız tıklardan muzdarip hastaları etkilerler: Hekimlerin yeteneklerini, tıp teknolojilerini (röntgen, ultrason, ekografi, radyografi vb) başarısız kılan hastalar. Hastalar acı çekerler ama pratisyen hekimler “hiçbir teşhis” koyamazlar.

Ağrı vücuda bir kez yerleşince yaşamın her anını iğneler. İnsanın dünyayla bütün ilişkilerine damgasını vurur ve işleri kenara bıraktıran bir perde gibi araya girer.”Her tarafa, gözlerime, duyularıma, düşüncelerime nüfuz eden acı; bir sızıntı bu” diyor Alphonse Daudet günlüğünde ve şöyle devam ediyor: “Anemiyle boşalmış, oyulmuş, sefil iskeletimde acı, eşyaları, halıları olmayan bir evde çınlayan ses gibi çınlıyor. Bende acıdan başka canlı bir şeyin kalmadığı bir yerde geçen günler, uzun günler…”16 Acı insanı dünyanın dışına atar, acı çeken insan en sevdiği hareketleri bile yapamaz. Bedenine olan güvenini yitiren insan kendine ve dünyaya karşı güvenini de yitirir, kendi bedeni, kendi yaşamını süren sinsi ve acımasız bir düşman olur. Yargıç İvan İlyiç kronik bir ağrı çekmektedir, kimi zaman unutur ağrılarını, kimi zaman ise artık kesildiğini sanır bu ağnların/’Ama birdenbire yaklaşıveriyordu ağrı, mahkeme falan ilgilendirmiyordu onu, sağır ve inatçı bir tavırla işine başlıyordu. İvan İlyiç kafasını takmamaya çalışıyordu ağrıya ama ağrı işine devam ediyordu, geliyor, önünde duruyor ve ona bakıyordu. İvan İlyiç felç olduğunu sanıyordu, gözlerindeki ışık sönüyor ve kendi kendine soruyordu gene: “Gerçek olmasın sakın bu!” Meslekdaşları, yardımcıları, onun gibi parlak, akıllı bir yargıcın şaşırmasını, hata yapmasını şaşkınlıkla izliyorlardı.”17 Acı yalnızlık duygusunu keskinleştirir, insanı kendi sıkıntısıyla ayrıcalıklı bir ilişkiye sokar. Acı çeken insan içine kapanır ve başkalarından uzaklaşır. Kendisini kimsenin anlamadığını sanması, böyle bir acının başkalarının merhametine ya da basit idrak duygularına kapalı olduğuna inanması onun bu eğilimini daha da güçlendirir. Acı insanlığın durumunun sınırlarının zorunlu ve şiddetli bir deneyimidir, yeni bir yaşam biçimini başlatır, aman vermeyen bir kendi içine hapsolma durumudur.”Acılarım bütün ufku kaplıyor, her şeyi dolduruyor” diyor gene Daudet (s. 45). Acı sinirleri canlandırır, küçük bir rahatsızlık, bir gürültü, bir hoşnutsuzluk tüm çevreyi şaşkınlık içinde bırakan boyutlar kazanır. Acı, zaman kavramını tahrip eder ve gündelik olayları egemenliği altına alır, insanı esasla ilgilenmekte zorlanan ilgisiz bir seyirci durumuna düşürür.

Acı çeken insan için dünya acılarla dolup taşar. Bu koşullardan doğan bunalım, yaşamın son bulabileceği tehlikesiyle birlikte gelen işkence duygusu, acıları daha da katlanılmaz kılar. Dış dünyadan soyutlanma ve içine kapanma her türlü bedensel değişikliğe gösterilen özel ilgiyi besler, yaşamın kısalması duygusuna bağlı sıkıntı tüm acıyı istila eder ve tam bir kötümserliğe yol açar. Tüm fiziksel sıkıntılar abartılır ve sağlıklı insanın kestiremeyeceği acılar olarak algılanır. 18 Acıya karşı direnç kapasitesi kesinlikle zayıflar. İşkence bitmeyecek gibidir, o günkü acıların dayanılmazlığmdan çok uzak olan eski acılar nostaljisine götürür. Katherine Mansfield’e kulak verelim: “Düşünülürse, insanın çektiği acıların sınırları yoktur. Şimdi denizin dibine dokundum, daha aşağı inemem artık”, ve işte daha derinlere inildi. Ve bu böyle sonsuza kadar gider. Geçen yıl İtalya’da “bir gölge daha ve arkasından ölüm gelecek” diye düşünüyordum”. Ama bu yıl, Casetta’da dehşet içinde düşündüğüm gibi korkunç geçti.”

Günün birinde mümkün olursa eğer, rahatlama, yalnızlık ve terk edilmişlik duygusunu siler. İnsan önceki saatlerin ve günlerin sadece acıyla damgaladığı yaşamından yararlanmaya başlar yeniden. Kimi zaman aylar, yıllar boyunca kurşun gibi ağırlık veren sıkıntıdan kurtulan insan bu anı kimi zaman bir rönesans gibi, “normal” yaşama dönüş coşkusu gibi algılar. Acı anılarında dağılır ve içeriği artık bir anlam taşımayan, anlaşılmaz, iğrenç bir deneyim olarak kalır sadece. Sözgelimi Henri Michaux kendisinin çekmiş olduğu sıkıntılar aracılığıyla acıyla olan karmaşık ilişkiyi anlatıyor: “Acıyla ve dolayısıyla tüm yeni duyarlıklarla kurulması çok zor yeni ilişkiler… acı çeken insanın başaramadığı şey budur işte… gerçek acısı bu- dur… acı içinde acı, başarısızlığı… Acı çeken insan, gözlerini aptalca geleceğe çevirmiş, daha iyi günleri bekler, kendisine hayatı zehreden şeyi unutur, kesinlikle hatırlayamaz onu, oysa o acı çok önemliydi ve her şeyin yerini almıştı hayatında.”

Aman vermeyen acı insanın dünyaya sadece acısının yansımasıyla bağlı olduğu âna damgasını vurur; duyumları ya da duygulan onu hiçbir boşluk bırakmadan saran bir acıyla istila edilmiştir. René Allendy, böbrek iltihabından ölmeden kısa süre önce şunları yazmıştır: “Korkunç, insanı aşan bir yorgunluk hissediyorum; yatakta pozisyon değiştirme düşüncesi bitirici bir teşebbüs gibi gözüküyor. Bedenimin her parçası acı veriyor, paramparça ve dövülmüş gibi”. Bir hafta sonra devam ediyor: “Kaburgalarım gitgide daha fazla ağrı veriyor, uzuvlarım yavaş yavaş ölüyor, ayaklarım ağırlaşıyor. Ağzımda kül tadı var ve öksürünce sert bir amonyak kokusu geliyor burnu- ma[…] Bu acı veren, nemli, sağlıksız bedene girmek iğrenç bir iş gibi geliyor bana, ıslak, kirli, kokan, iyice sertleşmiş ve daralmış, dayanılmaz ağırlık veren giysilerini giymeye çalışan bitkin düşmüş bir askere benzetiyorum kendimi.”21 Aman vermeyen acı çoğu zaman kanser ya da aids hastalıklarının son evresinde görülür. Hiç kesilmez ve ağırlaşır, sonunda sürekli bir umutsuzluk durumu yaratır. Hiçbir iyileşme başlangıcı olarak kabul edilemez, hastalığın kaçınılmaz biçimde ilerlediğinin işaretidir ve yaklaşan ölüm nedeniyle bunalıma yol açar. Acıyı artıran her gelişme bireyin egemenliğindeki bir yitimdir ve sona doğru kaçınılmaz gidişin bir işaretidir.” Akşam ya da sabah, Pazar ya da Cuma günü, İvan İlyiç için değişen bir şey yoktu: bir an aman vermeyen o sağır ağn, kaçınılmaz bir biçimde elinden kaçıp giden ama bütünüyle de yok olmamış bir yaşam… yaklaşmakta olan korkunç ve iğrenç ölüm, tek gerçeklik ve her zaman aynı yalan”22 diyor gene Tolstoy. Tutarsız, dakik acı hastalığın son anında bireyi yok eden ve onu bir bilinç kalıntısına dönüştüren mutlak bir acı haline gelir. Yaşam en küçük bir ilgi belirtisi sunmaz, kendi cehennemine kapanmıştır, insan bir an önce ölmek ister ve kimi zaman da hekime bu dileğini iletir.

Aman vermeyen acıların ve ağrıların ilaçla dindirilmesi hasta için ağır sonuçlar doğurabilecek etik sorunlar getirir çünkü yararlanılan mevzuat yaşamın son dönemlerinin kalitesi ve yakınlarla ilişkilerle bağlantılıdır. Ölme biçimini belirler. Acı ya da ağrı hissedildiğinde, dindirilmesi için çevredekilerin büyük çabalar harcaması ve çok daha şiddetli bir ağrı ya da acının yaklaşmakta olduğunu hatırlatan bir saldırının dayanılmaz baskısını kırabilmek amacıyla ağrı kesicilerin dozunun git gide artırılması gerekir. Deneyler göstermiştir ki ağrıları tedavi etme ya da önleme konusunda acemilik ya da çekingenlik yaşamın son anlarını zehir eden çok kuvvetli bir bunalıma yol açar. Belli bir yönteme dayanmadan ya da zamanı iyi ayarlanmadan morfin verme kısa süre sonra yeni ağrı dalgalarına yol açar ve hasta acılar içinde, tekrar acılarının dinmesini beklemeye başlar. Bazı hastalar bu çevrim takıntısı içinde beklerler yaşamlarının son bulmasını. Acı, getirdiği bağımlılık duygusuyla artar: “Hemşireyi çağırıyorum ve ona acı çektiğimi söylüyorum; ‘Şimdi geliyorum’ diyor ve gelmiyor. Bu daha da artıyor acımı” diyor ölümü yakın olan bir hasta. Düzenli biçimde yapılan iğnelerle hastanın ağrıları önlenmeye ve özel durumuna bağlı beklenmedik hareketlerinin denetlenmesine çalışılır. Ağrıların ve acıların yoğunluğunun tedavi eden personel tarafından genellikle yeterince değerlendirilememesi ve hekimlerin ikincil sıkıntılar çıkarma korkusu ya da çok sıkı bir bağımlılık nedeniyle yaşama geçirilmesi zor bir simyadır bu. Buna karşılık hastane personeli hastaya, bilincini yok eden, yaşamının son anlarının durumunu ondan gizleyen ve yalanlarını son bir görüşmeden mahrum eden yüksek dozda ağrı kesici ilaçlar verir/’Hastanın acı çekmesi ve ona yüksek dozda ağrı kesici verme arasında bir ara çözüm olmadığı düşünülür.

Duyumsal algıların tümünü bozmadan acıyı dindirmenin mümkün olmadığına inanan hekim bu alternatifin kaçınılmaz olduğuna inanır.” Bireyin bilinci, acı çekmemesi için nötralize edilir ama bu bağlamda hekimlerin vicdanlarının rahat olmasıyla birlikte ilaç acıyı aşar çünkü aynı zamanda hem bilinci hem yaşam ilişkisini yok eder. Bu durumda hasta uyuşukluk içinde, yaşamının son anlarının farkında olmadan, yakınlarıyla son kez görüşemeden ve dolayısıyla onlarda bir suçluluk duygusu uyandırarak ölür. Bir tedavinin tercih edilmesi genellikle örtük biçimde belli bir ahlakın, belli bir görüşün tercih edilmesi anlamına gelir.  Özellikle, insan acıdan başka bir şey olmayınca ölüm hızla yaklaşırken hekim ya da hastane personeli de etkilenir doğal olarak bu tercihten. O zaman hastanın baş ucunda, servislere ve uygulamaya konan etik duyarlıklara göre karşıt ahlaklar ve görüşler çarpışır.

Hastalığın son safhasında daha uygun ve hastanın bilincini son nefesine kadar koruyan başka bazı tedavi biçimleri de vardır. Bu bağlamda hastayı iyileştirmeye yönelik tedavilerin yerini hastayı rahatlatmak amacıyla uygulanan palyatif tedaviler alır: Her acı ve ağrı ya da her sıkıntı veya keyifsizlikle mücadele etme olanağı vardır, bunların çevresinde rahatlatıcı olabilecek koşullar oluşturulur, ölüme doğru elverişli bir ortamda eşlik edilebilir hastaya ya da baş ucundaki yakınları cesaretlendirilir. C. Saunders ve M. Baines’i dinleyelim: “Amaç hastayı iyileştirmek değildir artık, onun maksimum olanaklarla yaşayabilmesini sağlamaktır, rahat olmasına ve fiziksel etkinliklerde bulunabilmesine olanak sağlamaktır, ölümüne kadar kişisel ilişkilerini sürdürebileceğinin güvencesini vermektir ona önemli olan.” Britanya’da San Christopher ekibi tarafından başlatılan tedavi yöntemlerini örnek alan bazı servisler yaşamlarının sonuna yaklaşmış hastaları kabul ediyorlar ve onların acılarım onurlarını dikkate alarak ve bilinçlerini açık tutmaya çalışarak dindirmeye çalışıyorlar. Hatta belli bir özerkliğe kavuşmalarını da sağlamaya çalışıyorlar ve bu amaçla inisiyatifi hastaya bırakmakla birlikte ağrı kesicileri ağızdan vermeyi (iğneden çok) tercih ediyorlar.

Acının hastalığın son safhasındaki saldırısı birtakım hassas ötenazi sorunları çıkarır. Hasta, yaşamının artık acılar yaratmaktan başka bir işe yaramadığını düşünüyorsa ve uygulanan zahmetli tedaviler bu yaşamı ve geri kalan süreyi en küçük bir egemenlik şansı tanımadan uzatıyorlarsa ölme isteği şiddetli bir hal alır. Bu tercih kimi zaman stoacı bir kararlılıkla uzun sürede olgunlaştırılır. Ölmeyi bilmek yaşamayı bilmek kadar önemlidir. Freud, daha sonra özel hekimi olan Max Schuı’la ilk kez görüşürken şunları söylemiştir ona: “Bana şu konuda da söz verin: Zamanı geldiğinde boşuna acı çekmeme izin vermeyeceksiniz.” On bir yıl sonra, kanserin kemirdiği Freud bu sözünü hatırlatır hekimine: “Sevgili Schur sizinle ilk görüşmemizi hatırlayın. Zamanı geldiğinde beni terk etmeyeceğinize dair söz vermiştiniz. Şimdi işkenceden başka bir şey değil hayatım ve bunun da bir anlamı yok.” Freud aman vermeyen acıları içinde, ama kendi kararıyla, gözleri açık olarak ayrılır hayattan. Çoğu zaman, ailesine ya da tedavi eden ekibe bir yük olduğunda (ya da öyle sandığında) kişisel bir anlamsızlık duygusu egemen olur hastaya. Dünyayla hiçbir ilişkisi kalmaz, kimi zaman, çektiği acı dışında, en küçük hareketler için bile başkalarına bağımlı olma durumu kabullenilmediğinden ya da çevrede bir ilgisizlik, sıkıntı, rahatsızlık hissedildiğinden bir onur meselesi çıkar ortaya. Onur, bir ruhsal durum değildir, kendine saygı ve başkalarının onaylamaları arasında en küçük bir dengesizliği kabul edemeyen sosyal bir ilişkidir. Acı dünyayla ilişkiyi keser ve hastada başkaları için bir yük olduğu duygusu uyandırır ve durumu ya da yaşı gereği hiç umudu yoksa bu duygulan kesindir. Acıların beslediği ölme arzusu, bu koşullarda, dayanılmaz olur ve hasta bu arzusunu hekime ya da hastabakıcılara açıkça söyler veya intihara ya da daha fazla tedavi olmayı reddetme tavrına dönüşür bu arzu. Ölümün kucağında yaşamın çok zor olduğu izlenimi, var olabilmek için ölüm arayışlarını getirir.

Çok sayıda araştırma ve inceleme göstermiştir ki ötenazi arzusu anlamsız bir yaşamla yüz yüze gelen, insanların saygı ve ilgisinden yoksun, tedavi eden ekibin azarladığı ve acısı yeterince dikkate alınmayan hastanın terk edilmesinden doğar. Hastanın fazlalık hatta “onursuzluk” gibi gördüğü bir yaşamın hiçbir önemi kalmamıştır artık. Bununla birlikte refakat, bireyi yalnızlıktan kurtararak ölme arzusundan vazgeçirir ve hastanın yaşama tekrar değer vermesi sonucunu doğurur. Hastaların baş ucunda bulunanların deneyimleri refakatin acıları hafiflettiği hatta kimi zaman askıya aldığını göstermiştir. Acının dinmesi, mümkün olursa eğer, nitelikli bir çevrenin varlığı ve huzur veren bir ihtimamla güçlenir. Yaşamın sonuna doğru hasta rutin bir tedavi altındaysa tıbbi tedavi yeterli olmaz. Sadece hastanın kendisine yakın bulduğu bir yüz, ona, dünyanın değerini bilerek son saatlerini doldurması zevkini verebilir.

David le Breton
Acının Antropolojisi
Türkçesi: İsmail Yerguz
Sel yayıncılık

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir