insanin-hikayesiHer türlü canlının amacı hayatta kalmaktır, ama biz insanlar hayatta kalmaktan daha fazlasını yaptık. Kitab-ı Mukaddes’e göre Tanrı’nın bize yapmamızı buyurduğu şeyi yaptık: “Zürriyetli olun, çoğalın ve yeryüzünü doldurun.” Ancak şunu açıklamama izin verin: Bu bölüm, geçmişte biz insanların sayısının neden çok yavaş arttığıyla ilgili. Daha sonra, On Altıncı Bölüm’de bu kez insanların hızla çoğalmasını ele alacağız.

Yakın bir zamana kadar sayımız bir hayli yavaş artıyordu. Yaklaşık 10.000 yıl önce, atalarımız avcı ve toplayıcıyken nüfusları yalnızca beş ile 10 milyon arasındaydı. 10.000 yıl sonra, 1600’lerde, dünya çapındaki nüfus patlamasının hemen öncesinde, yeryüzündeki insanların sayısı aşağı yukarı 500 milyondu. Evet, bu büyük bir artış; sayımız beş, altı, hatta belki de yedi kez ikiye katlanmış. Fakat artışın hızı yavaşmış. Nüfusumuzun iki katına çıkması için her defasında yaklaşık 1.500 yıl geçmesi gerekmiş.

Geçmişte nüfusumuzun bu kadar yavaş artması bir bakıma şaşırtıcıdır. Yakın zamana kadar, yeterince uzun yaşayan evli çiftler beş ila yedi çocuk yapardı. Bu çocuk yapma yeteneği göz önüne alındığında, uzun zaman önce Dünya’yı kaplamış olmamız gerektiği düşünülebilir.

Sayımızın bu kadar yavaş artmasının nedenini bulmak güç değil: Doğduğumuz oranda ölüyorduk. Tarihimizin büyük bölümünde doğumlar, ortalama olarak, ölümlerden yalnızca biraz daha fazla oldu.

Bu, nüfusumuzun yavaş da olsa kararlı bir biçimde arttığı anlamına gelmiyor. Tam tersine. En azından yakın zamana kadar, insanlar daima artış ve düşüş dalgalanmaları yaşadı. Nüfusumuz çok fazla olana ve sorunlar baş gösterene kadar arttı ve sonra azaldı. Bu süreci grafik üzerinde bir çizgi olarak gösterseydik, birbirini götüren bir dizi “artış-doruk-düşüş” ortaya çıkardı. Ancak yüzyıllar, belki de binyıllar içindeki değişimine bakarsak bu dalgalı çizginin çok yavaş bir biçimde yükseldiğini görecektik.

Çin’i ve nüfusundaki değişimleri ele alalım örneğin. Çin tarihinin ilk dönemindeki artışlara ve düşüşlere ilişkin hiçbir şey bilmiyoruz. Fakat 1200’ler ve 1300’lerde büyük bir düşüş gerçekleşmiş olmalı. Çinliler önce kanlı Moğol istilasına uğradılar ve (daha sonra) bir iç savaş yaşadılar, kıtlık ve salgınlarla boğuştular. Sayıları bilmesek de bu felaketierin on milyonlarca Çinli’yi öldürdüğüne kesin gözüyle bakabiliriz.

Sonra Çin’in nüfusu arttı. 1400’ler ve 1500’lerde, Minğ hanedam döneminde, Çinliler büyük olasılıkla bir hayli hızlı çoğaldı. Bu iki yüzyılın sonunda bir tarihçi yönetimin resmi nüfus sayımı verilerinden hoşnutsuz bir biçimde söz ediyordu. Söz konusu sayım Güneydoğu Çin’de nüfusun yalnızca yüzde 20 ila 30 arttığını ortaya koymuştu. “Uzun bir barış döneminde,” diye yazıyordu tarihçi, “nüfusun büyümesi ve birkaç kat artması gerekirdi … imparatorluk, yaklaşık 200 yıldır, tarihte benzeri olmayan kesintisiz bir barış döneminin keyfini sürüyor. Bu toparlanma ve ekonomik gelişme döneminde nüfus birkaç katına çıkmalıydı … ” Çağımızın uzmanları da aynı görüşte. Çinlilerin, yalnızca güneydoğudakilerin değil, bütün Çiniiierin sayısı Minğ hanedam döneminde hızla artmış olmalıydı.

Bu uzun süren artış dönemi, bitmek bilmez haydut savaşlarının, köylü ayaklanmalarının ve Mançu istilalarının yaşandığı 1600’lerde sona erdi. Çin’in nüfusu tabii tekrar azaldı, ancak ne kadar insanın savaş yüzünden ya da açlıktan ve hastalıktan öldüğünü bilmiyoruz ve veri o kadar az ki, hiçbir zaman da bilemeyeceğiz. 1600’lerin başına ilişkin nüfus sayım verileri hiç güvenilir değil. Örneğin, 1644’te Pekin’in düşmesinden az bir zaman önce, hanedanlığın yıkılacağını düşünmeyen bir görevli, 1644’ten sonraki birkaç yıl için kendi kafasından sayım verileri hazırlamış!

Dolayısıyla Çiniiierin bu felaketlerden önceki ve sonraki nüfusunu kimse gerçekten bilmiyor. Kayıpların büyük boyutta olduğu açık, ama nüfusbilimciler yalnızca kaba tahminlerde bulunabiliyor. Bir uzman Çin’in nüfusunun dörtte birini kaybettiğini söylerken, bir diğeri üçte birini kaybetmiş olabileceğini dile getiriyor.

Bu şiddetli düşüşten sonra yine bir artış yaşanmıştı. Çok sayıda Çinli’nin ölmesiyle, hayatta kalanlar tarım yapılacak bol miktarda araziye sahip oldu, iyi bir yaşam sürdüler, evlendiler, çocuk yaptılar. 1700’lerin başına gelindiğinde, Çin’in nüfusu, 1600’lerin dehşet dolu günleri başlamadan önceki düzeyine yeniden çıkmış gibi görünür. 1700’Ier boyunca insan sayısı yeniden çok fazla olana dek nüfus artmaya devam etti ve yine bir düşüş devresine girildi.

Çin’in nüfusuna ilişkin bu öykü, yakın zamana dek dünyanın her yerinde geçerli olan alışılmış seyre uyuyor. İnsanoğlu (belirli bir bölgede) on yıllar hatta yüzyıllar boyunca çoğalıyordu. Sonunda nüfus, pek çok insanın yeterli yiyecek bulamayacağı düzeye erişiyordu. Bu noktada kötü gidebilecek her şey kötü gitmeye başlıyordu: Kıtlık (veya en azından kötü beslenme), sefalet ve açlığın yol açtığı iç savaşlar ve salgın hastalıklar. Düşüş bazen yavaş, bazen de hızlı ve korkunç oluyordu.

Binlerce yılda gerçekleşen kademelİ artışımız, dünyanın her yerinde yaşanan bu artış ve düşüş döngüleriyle bağlantılıydı. Her defasında, insan sayısındaki bir kabarmayı neredeyse eşit bir alçalma izliyordu. Bir yüzyılda yaşanan artış, bir sonraki yüzyılda neredeyse yok oluyordu. Neredeyse yok oluyordu, ama tamamen değil. Yavaş artış ve hızlı düşüş döngüsünün sonunda sayımıza küçük bir miktar ekleniyordu. Tarımın başlamasından aşağı yukarı 1750’ye kadar olan süreçte, toplam sayımızı artıran, her bir döngünün sonundaki işte bu küçük eklentilerdi. Sayımız bir vadiden aşağı yavaş yavaş kayan bir buzulun hızıyla artıyordu.

Avrupa’nın nüfus tarihi de Çin’inki gibi yükseliş ve düşüşlerle doludur. Ancak Avrupa için, daha iyi nüfus verilerinin yanı sıra ölüm nedenlerine ilişkin de daha doğru bilgilere sahibiz. Düşüşlerin artışları nasıl dengelediğini ve bu artışlara neden olan şeyleri daha iyi görebiliyoruz.

Avrupa’nın karışıklıklada dolu Karanlık Çağı kabaca 1000 yılında sona ermişti. Sonraki üç yüzyılda, yaklaşık 1300’e kadar, ortalama insan ömrü uzamış ve bunun sonucunda da nüfus artmıştı. Bu artışın en açık kanıtı kentlerin büyüme biçimidir. Güvenlikleri için insanlar çoğunlukla kentlerinin çevresine duvarlar inşa ediyordu. Daha sonra, işte burası önemli, duvarların inşa edilmesinden sonra kentin hemen dışına yapılan evleri içine alacak yeni duvarlar inşa ettiler. Bu yeni duvarlar nüfus artışının kanıtıdır: Karanlık Çağ’dan sonraki yüzyıllarda hızlı bir nüfus artışının yaşandığını gösterirler.

Avrupalılar ayrıca, artan nüfuslarını doyurmak için tarım alanlarını da genişletiyor veya daha verimli kullanıyorlardı. Kuzey İtalya’daki Milano kenti yakınlarında, çiftçilerin farklı ürünler yetiştirebilmesi için ırmak suyunu dağıtan bir kanal şebekesi kurulmuştu. Hollanda’da insanlar kıyılara deniz suyunu tutan bender inşa ederek binlerce dönüm toprak elde etmişti. Almanya’da bataklıkları kurutmuş, Fransa’da da tarım arazileri elde etmek için ormanları açmışlardı.

Ancak 1300’lü yıllara gelindiğinde Avrupalıların nüfusu çok artmıştı. Dayurulması gereken çok fazla boğaz olduğundan her yerde kıtlık yaşanınaya başlandı. Kıtlıklar, aşırı yüklenilip zayıf düşürülen tarımın en çarpıcı işaretleridir. Nüfus sayım bilgilerine sahip değiliz, ama her yıl çok sayıda insanın kötü beslenme ve kötü beslenmeden kaynaklanan hastalıklardan öldüğünden kuşkumuz yok.

Bu dönemde kıtlıktan çok daha korkunç bir katil ortaya çıktı. 1347 yılının sonbaharında, (50 yıl önce Polo kardeşlerin yaptığı gibi) Karadeniz’de ticaret yapan Avrupalı tacirler, birbiriyle savaş halindeki iki orduda birdenbire veba baş gösterdiğinde dehşete kapılmışlardı. (Ordulardan biri, bukorkunç hastalığı düşmaniarına yaymak için, askerlerinin cesetlerini mancınıkla düşmanlarının kamp kurduğu yere fırlatıyordu.) Bu yüzden Avrupalı tüccarlar gemilerine bindiler ve evlerine geri döndüler. Veba mikrobu taşıyan pirelerle kaplı fareleri de büyük olasılıkla beraberlerinde götürdüler. Veba kısa sürede Avrupa’nın güney kıyısındaki birçok limanı kasıp kavurmaya başladı. Ardından hızla iç bölgelere yayıldı ve 1348, 1349 ve 1350’de veba bazen yavaş, bazen hızla yayılarak Avrupa’nın büyük bölümünü etkisi altına aldı. Hemen bir ad da edindi: Kara Ölüm.

İrlanda’nın güneyinde bir rahip veba zamanında yaşamanın ve ölmenin nasıl bir şey olduğunu anlatan bir tarihsel kayıt tutmuştu. “Bu salgın hastalık,” diye yazıyordu John Clyn, “köylerde ve kentlerde, kalelerde ve kasabalarda insan bırakmadı, öyle ki oralarda yaşayan birini bulmak neredeyse olanaksızdı; salgın o kadar bulaşıcıydı ki, hasta birine veya bir ölüye dokunan herkes hemen hastalığı kapıyor ve ölüyordu… Çoğu bacaklarındaki ve koltukaltlarındaki çıbanlar, apseler ve kabarcıklar yüzünden öldü; bazıları başlarının ağrısından çılgına dönüyor, bazıları da kan tükürüyordu … Hatırlanınaya değer şeyler zamanla silinmesin ve bizden sonra yaşayacak olanlar bilsin diye … bunları yazdım; ve korkarım yazılanlar yazanla birlikte yok olacak … Belki biri hayatta kalır, Adem’in soyundan biri bu salgından kurtulur da benim başladığım çalışmayı sürdürür diye bu parşömeni bırakıyorum.”

Clyn, veba yanı başında insanları kırıp geçirirken başka bir kayıt kaleme alacak kadar uzun yaşadı. Sonra onun kaleme aldığı kayıtta başka birinin el yazısıyla şu cümle yer alır: “Burada yazarın öldüğü anlaşılıyor.” •

Kara Ölüm büyük olasılıkla, dış dünya ile arasında kilometrelerce tozlu yol olan köylere pek uğramamıştı. Ancak kentlerde insanların en az sekizde birini, en fazla üçte ikisini öldürmüştü. Bütün Avrupalıların en azından dörtte biri vebadan öldü. İtalya’nın bir kentinde kayıt tutan biı:i, “Bir duvar dibine işeyen tek bir köpek [bile] kalmadı” diye yazıyor. Yaklaşık 100 yıl boyunca veba, bir orada bir burada defalarca ortaya çıktı. Roma yakınlarındaki küçük bir kentte kayıt tutan biri şöyle yazıyor: “İlk veba salgını 1348’te yaşandı ve en kötüsüydü.” Ardından sıralıyor: “İkinci salgın, 1363. Üçüncü salgın, 1374. Dördüncü salgın, 1383. Beşinci salgın, 1389. .. ” Başka birinin el yazısıyla şu cümle eklenmiş: “Altıncı salgın, 1410.” Avrupa’nın büyük bölümünde yaklaşık 1450 yılına dek veba salgını tekrarlamaya devam etti.

Ardından Avrupalıların nüfus döngüsü yeniden başladı; nüfus arttı. Bu artışın nedenleri bir hayli açık gibi görünüyor. Veba artık daha az yaygındı (nedenini kimse bilmiyor) ve Fransa ile İngiltere arasındaki Yüz Yıl Savaşı sona ermişti. En önemlisi de, daha önce vebadan o kadar çok insan ölmüştü ki, hayatta kalanlar için yeteri kadar arazi ve yiyecek vardı. İyi beslenen bir insan topluluğu hastalıklara karşı daha dayanıklıydı.

Avrupalılar nüfuslarının arttığını fark ettiler. Almanya’da tarihsel kayıt tutan biri, “En kasvetli ormanlarda ve en yüksek dağlarda bile yerleşime açılmamış ve yerleşilmemiş bir köşe bulmak zor” diye yazıyordu. Bir başkası, “Bütün köyler o kadar çok insanla dolu ki hiç kimsenin girmesine izin verilmiyor. Almanya’nın tamamı çocuk kaynıyor” diye belirtiyordu. Fransa’da görev yapan bir büyükelçi 1561’de ülkenin “çok kalabalık olduğunu … her yerin barındırabileceğinden daha fazla sayıda insan barındırdığını” yazıyordu.

Bu artışa ilişkin daha kesin kanıtlarımız var: Avrupa tarihinin bu döneminden başlayarak güvenilir nüfus verilerine sahibiz. Bazı ülkelerde “ocak” veya vergi ödeyen aile sayısına ilişkin birkaç kayıt günümüze kadar ulaştı ve bu sayılarda bir artış gözleniyor. İtalyan kentlerinde “ocaklar” değil, tek tek insanlar sayılıyordu ve bu sayımlarda da büyük artışlar göze çarpıyordu. Bu verileri inceledikten sonra 1500 yılında Avrupalıların nüfusunun 80 ile 85 milyon arasında olduğu söylenebilir. Bir yüzyıl sonra 100-11 O milyona ulaşmışlardı. Yaklaşık yüzde 25’lik bir artış.

Ancak, aynı dönemdeki Çin gibi Avrupa’da da sıkıntılar baş gösterdi. Nüfus çevrimlerine ilişkin bildiklerimiz bize böyle bir dönemin yaşanınası gerektiğini söylüyor ve gerçekten yaşandı da. Aşağı yukarı 1600 yılına gelindiğinde Avrupa’daki nüfus artışı sona ermişti. Bazı bölgelerde artış yalnızca yavaşlamış ve neredeyse durmuştu; bazılarındaysa nüfus azalmaya başlamıştı.

Hıristiyanların bir duasında şöyle bir dilek vardır: “Bizi kıtlıktan, savaştan ve salgın hastalıktan koru Tanrım.” Şimdi bu nüfus azaltıcı etkenlerİn, özellikle on yedinci yüzyılda nasıl işlediğini göreceğiz.

Kıtlık daima bir tehlikeydi. O dönemlerde dünyadaki çoğu insan topluluğu gibi Avrupalıların da beslenme biçimleri temelde belli bir tahıl ürününe dayalıydı. Bu ürün, ister buğday ister arpa, mısır veya dan olsun, yaşamsal bir öneme sahipti. Kıtlıklar ve büyük kayıplar, yağmurun ya çok fazla ya da çok az yağması nedeniyle hasat zarar gördüğünde yaşanıyordu. Belli bir bölgede, hasadın iyi olduğu yıllarda bile tahılın kıtı kıtına yetmesine neden olacak kadar çok sayıda insan yaşadığını düşünelim. Böyle bir bölgede kötü hasat kıtlığa ve büyük can kaybına yol açabilirdi. Bir savaş, kıtlığı daha da öldürücü yapabilirdi. Ordular hazır yiyeceği yiyor, büyüyen ekinleri yakıyor ve çiftçilerin yiyecek taşıyan yük arabalarının geçmek zorunda olduğu yolları kapatıyordu.

Her yerde yiyecek sıkıntısı vardı, özellikle çok fazla insanın yaşadığı veya toprağın verimsiz olduğu ya da ikiimin sert olduğu yerlerde. Örneğin İspanya’nın ortasındaki “Eski” Kastilya yarı çoraktı. (Bir efsaneye göre İsa, Avila kentini ziyaret etmiş ve güneşin kavurduğu toprakları görünce ağlamıştı;) İspanyollar yöredeki ikiimin “dokuz ay kış, üç ay cehennem” olduğunu söylerler. Bu bölgede kötü hasatlar ve tahıl fiyatlarının yükselmesi, aşağı yukarı 10 yılda bir yaşanan şeylerdi.

Fransa’nın kuzeyindeki Beauvais kentinin tarihi, kıtlıkların insanları nasıl öldürdüğünü açıkça ortaya koyuyor. 1600 yılında burada yaklaşık 12.000 kişi yaşıyordu. Çoğu Beauvais’li dokuma işçisi, vasıfsız işçi veya hizmetkar olarak çalışıyordu ve ikide bir çöken bir katedralin çevresinde, yıkılıverecekmiş gibi duran tıklım tıkış evlerde yaşıyorlardı.

Pek çok yerde olduğu gibi Beauvais’de de yiyecek sıkıntısı vardı. Kentin yakınındaki köylüler kendilerini ve kenti besieyecek tahılı güç-· bela yetiştiriyordu. Yiyecek kaynağının bu kadar sorunlu olmasının nedeni çiftçilerin çoğunlukla tek bir ürün yetiştirmesiydi: Ya buğday ya çavdar. Afet durumunda bir çeşit güvence olabilecek başka tarımsal ürünler yetiştirmiyorlardı ve çok soğuk bir kış veya yağmurlu bir yaz bir yıllık yiyeceklerini yok edebiliyordu. Mahsul iyi olduğunda bölge kendini besleyebiliyor, ama başarısız olduklarında ekmeğin fiyatı fırlıyordu. Ardı ardına yaşanan yiyecek sıkıntıları sonucunda pek çok insan açlık ve hastalıktan ölüyordu.

Sıradan bir dokuma işçisinin halini düşünün. Günde yaklaşık yedi buçuk kuruş kazanıyordu. Tabii en azından bir kuruş vergilere, kiraya ve kiliseyle zanaat örgütüne gidiyordu. Geri kalan altı kuruş, ailesinin teme1 gıdası olan ekmek içindi. Hasadın iyi olduğu zamanlarda ekmeğin fiyatı uygun oluyordu; kendisi, karısı ve bir veya iki çocuğu için ekmek alabiliyordu.

Ekmeğin fiyatının iki, üç, hatta dört katına çıktığını düşünün. 1670’lerin başıyla 1700’lerin başı arasında bu sık sık olurdu. Kötü geçen hasatlar tahılın, dolayısıyla da ekmeğin fiyatının bu süre içinde 12 yıl iki katına, dört yıl üç katına ve üç yıl da dört katına çıkmasına neden olmuştu. Fiyatlar böyle arttığında aile yeterli ekmek satın alamıyordu. Kayıtlar, hasadın başarısız olduğu yıllarda Beauvais’deki ölüınierin sayısının normal düzeyinin üç veya dört katına fırladığını ortaya koyuyor.

Bütün fertleri ip eğirici ve dokumacı olarak çalışan beş kişilik bir ailenin, Cocus ailesinin yaşadıklarına bir göz atalım. 1693 yılının yazında verimsiz bir hasat, ekmeğin fiyatının aşırı artmasına yol açmıştı. Aynı dönemde, hasadın kötülüğü tekstil ticaretinde de bir bunalıma yol açmıştı. Bu nedenle iş bulmak güçleşti ve ailenin geliri tam da ekmeğin fiyatının arttığı dönemde azaldı. Cocus ailesine ne olduğunu tahmin etmek zor değil. Başlangıçta, diyor tarihçi Pierre Goubert, büyük olasılıkla kara günler için ayırdıkiarı üç beş kuruşu kullanmış, sonra da az sayıdaki eşyalarını rehin vermişlerdi. Ardından, “Sağlığa yararsız yiyecekler, kepek ekmeği, pişirilmiş ısırganotu, küflenmiş tahıllar, mezbahaların civarından topladıkları hayvan iç organlarını yemeye başlamışlardı.” Kısa bir süre sonra açlık çekmeye başladılar, zayıfladılar ve halsiz düştüler; “tehlikeli ve kangrene yol açan ateşli hastalıklara” yakalandılar. Kış geldiğinde Yoksullar Bürosu Cocus ailesini listesine almıştı. Üç ay sonra en küçük kız çocuk öldü, ondan iki ay sonra da en büyük kız ve baba öldü. “Bütün fertleri çalıştığı için diğerlerine göre talihli sayılabilecek bu aileden geriye yalnızca dul bir kadın ve öksüz bir çocuk kaldı. Her şey ekmeğin fiyatı yüzünden olmuştu.'”

İnsan yaşamını tehdit eden ikinci şey savaştı. Birbiriyle kavgalı pek çok ulusun bulunduğu Avrupa’da savaş neredeyse hiç bitmiyordu. 1540 ile 1640 arasında yalnızca üç yıl Avrupa’nın veya Akdeniz’in herhangi bir yerinde savaş yaşanmadı. Daha önceki bir bölümde gördüğümüz gibi, o dönemde savaşlar daha amansızdı. Ordular hala kargı ve kılıç kullanıyorlardı ama aynı zamanda fitilli tüfek de taşıyorlardı, çarpışmalar çoğunlukla kazananların kaybedenleri acımasızca öldürmesiyle sonuçlanıyordu.

Avrupa’nın Otuz Yıl Savaşları bu tür savaşlara iyi bir örnektir. Çarpışa çarpışa ilerleyen, gerektiğinde kışlayan, sonra yeniden ilerleyen ve yeniden çarpışan ordular düşünün. Ülkeler askerlerine fazla para vermediğinden ve nadiren giysi, yiyecek veya barınak sağladığından, askerler geçimlerini sağlamak için yağmalamak zorundaydılar. Gezginleri soyup öldürüyor, yiyecekleri ve atları Qereye sakladıklarını söyleyene kadar köylüleri kendi ocaklarında ateşe tutuyorlardı. Zavallı köylüler sık sık çiftçiliği bıraktığından, kısa bir süre sonra kıtlık baş gösterdi. Bu arada ordular kasabalari ve kentleri harabeye çevirmişti. Leipzig’i beş defa, 1631’de tamamen yakıp yıktıkları Magdeburg’u da on defa kuşatmışlardı. En kötüsü de orduların, asker ve sivil çok sayıda insanın ölümüne yol açan veba ve tifüs hastalıklarını yaymasıydı.

Bugünkü Almanya’nın sınırları içinde yer alan bazı bölgelerinin nüfusu bir hayli azalmıştı. Berlin’den Kuzeydoğu Fransa’ya uzanan bölgedeki kırsal alanlarda yaşayan beş kişiden dördü yaralanmalar, açlık, hastalık sonucu ölmüş veya daha güvenli bölgelere göç etmişti. Almanya’nın tamamında kentte yaşayanların üçte biri, köylülerin de beşte ikisi ölmüştü.

1600’lerde hastalıklar, savaş ve açlıktan bile daha öldürücüydü (hastalıkla yalnızca salgınları değil, sıradan hastalıkları da kastediyoruz). Daha önce, ortaçağda, salgın hastalıkların en kötüsü vebaydı. 1600’lerdeyse birkaç hastalık birden çok sayıda insanı yiyip bitiriyordu: Yalnızca veba değil, çiçek, dizanteri ve kısmen tifüs.

Günümüzde insanların üzerindeki bitlerin tifüs hastalığını bulaştırabildiğini biliyoruz. Örneğin derisinin üzerinde, tifüs mikrobunu taşıyan bir bitin dışkısmı bıraktığı yeri kaşıyan birine hastalık bulaşır. Dışkıdaki tifüs mikroplan deriden içeri girer ve mikropların ürettiği zehirli madde arttığında hastada ani bir baş ağrısı ve ateş görülür. Ardından çoğunlukla halsiz düşer, her yeri kırmızı lekelerle dolar, sonra öksürük nöbetine tutulur, soluksuz kalır, sayıklamaya başlar, komaya girer ve ölür.

Tifüs bitlerin bulunduğu her yerde ortaya çıkmıştı: Hapishanelerde, gemilerde ve savaş alanlarında, yani insanların toplu olarak bulunduğu ve giysilerini nadiren değiştirdikleri, pis samanların veya battaniyelerin altında koyun koyuna yartıkları her yerde. 1586’da tifüs İngiltere’nin Exeter kentindeki bir mahkemeyi vurmuştu. Yöre halkı daha sonra hastalığın izlediği yolu ortaya çıkarmıştı. İlk olarak, askerler yakaladıkları tifüslü yabancı denizcileri kalenin hapishanesine atmışlardı. Denizciler hastalığı diğer tutuklulara, duruşmalarını bekleyen İngilizlere bulaştırmış, bunlardan bazıları ölmüştü. Ardından hayatta kalan İngiliz tutuklular, ayakta duramayacak kadar hasta olmalarına rağmen, mahkemeye çıkarılmışlardı. Mübaşirler bu tutuklulardan bazılarına mahkeme salonuna giderken yardım etmiş, bazılarını tekerli arabalarla taşımış ve bazılarının da koluna girmişti. Bekleneceği gibi mübaşirler de hastalığı kapmıştı. Duruşma sırasında ve sonrasında tifüs yargıca ve jüri üyelerine bulaşmış ve mahkeme salonundan bütün kent halkına yayılmıştı.

Avrupalılar hastalıkların kendileri için daima bir tehdit olduğunu gayet iyi biliyorlardı. Çocuklar yüzyıllarca şu İngiliz çocuk şarkısıyla dans ettiler:
Ring-a-ring o’roses
A pocket full of posies
Ashes! Ashes!
We all fal/ down.

Halka halka güller
Çiçek dolu keseler
Küller! Küller!
Hepimiz öleceğiz.

Bu şarkıda anlatılan vebadır. Vücuttaki kırmızı bir halka hastalığın bir belirtisiydi; insanlar hastalığı savuşturmak için yanlarında çiçekler (burada şifalı ot anlamında) taşıyordu ve hastalığın hava yoluyla yayılmasını önlemek için çerçöp yakıyorlardı (küller de buradan geliyor). Ve açıklamaya gerek olmayan, “hepimiz öleceğiz” dizesi …

Büyük salgınlarda binlerce insan ölmüştü, ama olağan zamanlardaki dizanteri, gizli “ter” ve “humma” nöbetleri gibi önemsiz görülen hastalıklardan daha fazla sayıda insan ölüyordu. Ölüınierin nedenlerine ilişkin güvenilir bilgi kaynaklarımızdan biri, Londra kiliselerindeki definlerin haftalık kayıtları olan Londra Ölüm Kütükleri’dir. Bu kütükleri düzenleyenler 1600’lerde ölüm nedenini de belirtmeye başlamışlardı. Tanı koymak konusunda uzman değillerdi (hem de hiçbiri) ve büyük olasılıkla hastalıkları sık sık birbirine karıştırıyorlardı. Buna rağmen belgeler büyük bir kentteki ölüınierin nedenleri konusunda kaba da olsa bir fikir verir. 1661 ile 1686 arasındaki 25 yıl boyunca belgeler, ölüınierin yaklaşık beşte ikisine, veba, tifüs, çiçek, kızamık ve dizanteri (“bağırsak sancısı” olarak belirtiliyordu) gibi salgın hastalıkların yol açtığını belirtiyor. Fakat daha büyük kısmı için, beşte üçü içinse sorumlu olarak her zaman yaşanan hastalıklar gösteriliyor: Çocuk hastaJıkları, verem ve yaşlılık hastalıkları.

Can kayıplarının çoğu yoksulluk, pislik ve cehaletten kaynaklanıyordu. Kasabalar ve kentler mantar gibi çoğalıyor ve zehirli mantarlara dönüşüyorlardı; sokaklar çöple, çamurla ve hayvan dışkısıyla kaplıydı. Aileler bir veya iki odada tıkış tıkış yaşıyor, sularını pis kuyulardan ve ırmaklardan alıyorlardı. Bir İngiliz madenci bir araştırmacıya şöyle demişti: “İnsanların bacakları ve gövdeleri şapkanız kadar siyah.” Sonra da devam etmişti: “Genç kızların [madenlerde çalışan] vücutlarını yıkaması olağan bir şey değildir; benim kız kardeşlerim hiç yıkanmaz.” Kentler sakinlerini hızla öldürürken, ölenlerin yerlerini kırsal bölgelerden gelen insanlar hemen bulaşıkçı, seyis, çırak, vasıfsız işçi ve fahişe olarak dolduruyordu. Bu yeni gelenlerin çoğu da kentte yakalandıkları hastalıklardan ölüyordu.

Her yer pislik içindeydi. Bir İtalyan ressam bir elkitabında bir tahta levhanın resim yapmak için nasıl hazırlanacağını anlatmıştı. Levhanın tavuk kemiklerinden yapılma ince tozla ovalanması gerektiğini söylüyordu ve “kemikler ne kadar eski olursa o kadar iyiydi.” Peki böyle kemikleri nereden bulacaktık? “Yemek masasının altında bulduğunuz kemikleri kullanabilirsiniz” diye yazıyordu.

Yazar Tobias Smollett bir keresinde İskoçya’nın Edinburgh kentinde satılan süte ilişkin şöyle bir betimleme yapmıştı: “Süt sokaklarda açık kovalada taşınıyor, kapılardan ve pencerelerden dökülen pis sulara, yoldan geçenlerin tükürüklerine, sümüklerine ve çiğnenmiş tütünlerine; hayvan dışkısı taşıyan arabalardan dökülüp saçılan dışkılara, at arabalarının tekerleklerinin sıçrattığı pisliklere, şaka olsun diye yaramaz çocuklar tarafından atılan çerçöpe, tenekeden ölçü kabına salyasını akıtan bebeklerin salyalarına (ölçü kabı öylece süte daldırılıyor ve salya bir sonraki müşterinin sütüne karışıyordu) ve son olarak da bu değerli karışımı saygın bir unvan olan sütçü kadın unvanı altında satan pasaklı kadınların paçavralarından dökülen haşarata [pire ve bit] maruz kalıyordu.”

Pislik ve sefalet yalnızca kentlerde yoktu. Ünlü bilgin, Desiderius Erasmus Almanya’da benzerine çok rastlanan bir taşra hanını şöyle anlatıyordu: “Atınızı bağlayıp Ocak Odası’na giriyorsunuz, burası çizmelerle, çantalarla, balçıkla ve daha bir sürü şeyle dolu, herkesin doluştuğu bir oda … Ocak Odası’nda çizmelerinizi çıkarırsınız, ayakkabılarınızı giyersiniz ve değiştirecekseniz, gömleğinizi değiştirirsiniz … Biri başını tarar [bit yüzünden mi?], bir başkası … sarmısak yemiştir, geğirir … Bana kalırsa hiçbir şey bu kadar çok sayıda insanın aynı havayı solumasından daha tehlikeli değildir … osurukları, pis kokulu solukları saymıyorum … ve çoğunun, bütün uluslarda yaygın olsa da İspanyol hastalığı veya Fransız çiçek hastalığı [frengi] olarak adlandırılan hastalığı taşıdığından da kuşku yok.”

Hekimler fazla yardımcı alamıyordu. Herkes gibi onlar da fareler, pireler ve bitler hakkında pek çok şey biliyor, fakat hastalığı nasıl yaydıklarını bilmiyorlardı; virüsler ve bakterilerden bütünüyle habersizlerdi. İşe yarayabilecek çok az ilaçları vardı: Yüksükotu (kalbi güçlendirmek için) ve cıva (frengi, kabız ve daha başka pek çok rahatsızlığın tedavisi için bolca kullanıyorlardı). İtalyan yazar Giovanni Casanova, “hekimlerin tedavi ettiklerinden daha fazla sayıda insanı öldürdüğünü” ileri sürüyordu. İngiltere kralı Il. Charles 1685’te felç geçirdiğinde yetkililer Londra’nın bütün ünlü hekimlerini çağırmıştı. Kraldan yarım litre kadar kan aldılar, başına sıcak ütü koydular ve kafatası kemiklerinden yapılmış bir ilaç içirdiler. Kral öldü.

Açlık, pislik, hastalık ve cehalet kol gezerken bu kadar çok insanın bu kadar genç ölmesinde şaşılacak bir şey yoktu. İngiliz bilgin John Colet, varlıklı bir işadamının en büyük çocuğuydu. Tam yirmi bir kardeşi vardı ve Colet otuz iki yaşına gelmeden hepsi ölmüştü. Çağdaşı Alman Ressam Albrecht Dürer, on sekiz çocuklu bir aileden geliyordu ve anlaşıldığı kadarıyla yalnızca üç çocuk yetişkinliğe erişebilmişti. Varlıklı bir İngiliz çift olan Edward ve Judith Gibbon, yedi çocuk yapmıştı, bunlardan altısı oğlan, biri kızdı. Oğlanların hepsine Edward adını vermişlerdi; içlerinden en azından birinin hayatta kalacağını ve bir aile geleneği olan bu adı sürdüreceğini umuyorlardı. En büyükleri dışında beş oğlan bebekken öldü. Bir dizi çocukluk hastalığı geçirmesine karşın hayatta kalan en büyük oğlan büyüdü ve iyi bilinen bir tarih kitabı yazdı: Roma İmparatorluğu’nun Gerileyişi ve Çöküşü.

Bir köylü ailenin öyküsü “alışılmış” hastalıkların korkunç etkilerini gözler önüne seriyor. Zuzek ailesi, günümüzde İtalya’nın kuzeydoğusunda bulunan kayalık bir platoda yaşıyordu, 1800’lerin başlarıydı ve aile yoksuldu. Bir tepenin yamacındaki on üç evden birinde, küçük taştan bir evde oturuyorlardı; hep beraber küçük taşlık arazileri işliyorlardı. Bir vergi toplayıcı köylerindeki insanların “yetersiz beslendiklerini, ama çiftliğin zahmetli işlerine dayanacak kadar güçlü ve becerikli” olduklarını belirtiyordu.

1800 yılında Tomaz Zuzek, Marina Gabroviç ile evlenmişti; çift, 17 yılda on bir çocuk yapmıştı. Bu on bir çocuktan sekizi bir yaşını doldurmadan ölmüştü. Yörenin rabibi defin kayıtlarında bu ölümlerin nedenlerini veya ailenin kendisine ölüm nedeni olarak söylediği şeyleri belirtmişti. Buna göre, çocuklardan üçü “zayıflık”tan, ikisi “sıradan” nedenlerden, biri “boğaz şişliği”nden ve ikisi de verem veya vücudu yiyip bitiren başka bir hastalıktan ölmüştü. Marina, çocukların annesi, otuz altı yaşında, en son çocuğunu doğurduktan kısa bir süre sonra ölmüştü. Öldüğü sırada bir kıtlık yaşanıyordu, ki bu da ölümünü çabuklaştırmış olabilir.

Kız çocuklardan ikisi büyüdü ve köyden ayrıldı. Hayatta kalan tek erkek çocuk, Matija, yetişkin yaşlara erişti ve ev ile arazi ona miras kaldı. On sekiz yaşına geldiğinde, yine on sekiz yaşındaki Marijana ile evlendi ve bu çift on iki çocuk sahibi oldu. Bunlardan sekizi sayılı gün yaşadı veya bir yıla kalmadan öldü, biriyse on iki yaşına kadar yaşadı. Rahip bu ölümlerin nedenlerini şöyle kaydetmişti: “Erken doğum”, “zayıflık”, “doğal ölüm”, “zayıflık”, “zatürree”, “kızıl hastalığı”, “sıradan ölüm”, “dizanteri” ve “ince hastalık”. On iki çocuktan dördü yetişkinliğe erişti, fakat aralarından biri yirmi bir yaşında veremden öldü. Matija kırk iki yaşında tifonun neden olduğu ateşten öldü, Marijana’yı kırk iki yaşında son çocuğuna hamileyken yalnız bıraktı.

Bu iki çift toplam yirmi üç çocuk yapmıştı ve bunlardan yalnızca altısı yirmi bir yaşını doldurabilmişti. Bir sürü doğum, bir sürü erken ölüm. Türümüzün varlığını sürdürmesi açısından bakıldığında, bu iki ailenin öyküsü aslında olumlu. Dört ebeveyn arkalarında kendileri de çocuk yapabilecek altı çocuk bırakmış. Böylece 1800’lerin başına gelmiş olduk. Bu tarihe kadar türümüz sayısız yükseliş ve düşüş dönemi yaşadı. Açlığa, savaşa, salgın hastalığa rağmen sayımız artmış ve artık biz insanların nüfusu yaklaşık bir milyara ulaşmıştı. Oysa, günümüze kadar sürecek bir nüfus patlamasının henüz başındaydık.

İnsanın Hikayesi : Taş Devrinden Bugüne Tarihimiz
Yazar: James C. Davis
Çevirmen: Barış Bıçakçı
Yayıncı İş Bankası
07 / 2007
Türkçe
478 Sayfa
Tür: Tarih

Previous Story

Babeuf: Zindan durdukça mahpus, darağacı durdukça cellât her zaman olur

Next Story

Sâdık Hidâyet ve Ölüm – Mehmet Kanar

Latest from Tarih

16.Yüzyılda İstanbul – Köleler ve Esir Pazarı 

Türkler için köleleri, sahip oldukları zenginliklerin başında gelirdi. Kölelerin büyük çoğunluğunu Hıristiyan Çerkezler oluştururdu. Diğerleri Gürcistan ’dan, Eflak ’tan, Sırbistan ’dan, Bosna ’dan, Transilvanya
Go toTop

OKUMA ÖNERİLERİMİZ