Adını Koymadıklarımız / Ben / Etik ? Nejdet Evren

Adını koymadığımız olgular belki de dokunmak istemediklerimiz olgulardı; belki de dokunmaya kıyamadıklarımız; kim bilir? Ad koyduklarımız hep yitip gittiler ve özelliklerini yitirdiler bir-bir! Neden mi gittiler? Süreçlerini tamamlamış olmalarından olsa gerek bu? Yaşarken hissedip, ad koymaya kıymadıklarımız ise süren olgulardır ki, süre-gelmek hayatın özünde saklı olandı…

Dil-döngüsünü keşfeden insan türü o gün bu gündür hep konuşur; bıkmadan usanmadan imgelerin peşine takılır. Gün gelir öyle bir hal alır ki bu imgeler içinden çıkılan ve yaratılan öğelere dönüşürler. İnsan insanın aynası olur ve aynadan yansıyan görüntü demeti değil ses demeti olur…

Görüntünün dili farklı sesin dili farklıdır. Karşıdan yansıyan ?ben? bendeki ?ben? ile tam örtüşmemektedir. Bendeki ?ben? in ondaki ?ben? ile çelişkisini ?ben? yaşar. Bu çelişki beden-döngüsünü yaratır/zorlar/doğurur. Aslında beden-döngüsü dil döngüsünden önce vardır zaten. Beden-döngüsü bu iki ?ben? arasındaki farkı giderip sentezleyemez ise dil-döngüsünün düşünce-döngüsü ile yabancılaştığı/örtüşmediği ortaya çıkar. Ayna gerçeği görme eğilimindedir ve bu yönelim düşünce, dil ve beden döngülerinde bir uyumluluk gerektirir. Aynanın ?saf?lık derecesi geri yansıyan ?ben? in görüntüsündeki ?saf?lığı belirler. Bu aşamada ise bendeki ?o?nun yansıması ona geri gider. Karşılıklı aynaların ?saf?lık dereceleri eşit ya da çok yakın ise ?ben?ler ve ?o? larda kırılma olmaz; değilse ?ben? ya da ?o? dan biri mutlaka kırılacaktır.

Bakışların ?ben? üzerindeki etkileri yağmur damlasının ?ten? üzerindeki etkisi gibidir. Her ikisinden de asla kaçınılamaz. Yağmurun hızına, miktarına göre adım-sayılarımızın artması ya da değişmemesi ?ben? in tercihidir. ?ben? her koşulda bu tercihi yapabilecek güçtedir. Bakışların yoğunluğuna ?ben?, ?sen? ve ?o? nun vereceği tepki de aynen böyledir. Adımların hızlanması yağmurun etkisini, değişmemesi ise ?ben?in etkisini gösterir. Hastalanmak ve görünme korkuları aşıldığında yağmur ıslatacak ve gözler değecektir; ancak, yürüyüşün şekli asla değişmeyecektir. Bakışların korku yaratmaları çoğunlukla ?ben? ile ilgilidir. Korkular ?ben?i hapseden kalın duvarlara benze.

?ben? sendeki ?o? dur ve ondaki ?sen?dir. Bendeki ?sen? ?o? dur ve bendeki o ?sen? dir. Ben, sen ve ondaki sen, ben ve o bir sonuçtur ve hepsi ?ben? dir.

Çıkış anındaki eylem/eylemsizlik ve düşüncenin etiği kendisi ile örtüştüğü oranda eşitlenir. Buna kendi içinde çelişkisizlik/barışık olma durumu denebilir. Oluşan bu değer başka bir değer ya da değerler ile ölçümlendiklerinde ötelenip zamana yayılma eğilimi taşıdıklarında ise iki durum/olasılık var demektir. İlk değer ya aynı ölçülerde gün-yüzüne çıkar ya da ötekinin yargısına bağlanır. Bu son duruma ise etiğin kendi içinde tükenmesi denebilir.

Ekim/Kasım 2008
Küçüksu

Ben? kendi yansımasını ve gizlediği baskılarını öz-benliğine bir değer olarak aktardığında kendisini/değerini belirlemiş ve buna göre de ?diğer/o? kişi tarafından görülerek yansıtılmış olur. Bir yönü ile ?ben? yansıdığı olgudaki ?netlik? derecesini de belirleme gücüne sahiptir diyebiliriz buna. Tarihsel biriken kavga/çatışma/didişme ve buna bağlı olarak toplumun ve bireylerin kolektif ve bireysel çıkarları üzerinde cereyan eden bireysel ve kolektif korku ve endişeleri ?ben? doğduğunda hazır bulur. Hatta daha ileriye giderek şunu da söylemek mümkündür ki kalıtım ile ?ben? üzerine yüklenen sadece fizyo/biyolojik özellikler değildir. Kalıtım tarihsel belleği ?ben? e dölüt oluşmaya başladığı andan itibaren aktarmaya başlar. Her ?ben? bu bellek ile dünyaya gelir. Bu nedenledir ki tarihsel baskılar çoğu kez kişinin ?ben? in kendisine ilişkin sanılır. ?ben? ?neden? sorusu ile bunun farkına varabilir. buna farkında olmak diyebiliriz. Ben iç dünyasındaki o savaşımı barışık olarak çözümleyemez ise gerçek barışı yakalayıp, yaratacak özne konumuna asla gelemeyecektir.

Canlı türleri arasında ?insan? tanımı yalnızca sosyal olan bir türe yapılan işaret değildir. Canlı türleri arasında ?insan? tanımı yapılırken ?insan dışı/olmayan? tanımı da kaçınılmaz olarak bu tanımın içerisinde yer alacaktır. Ellerini alet olarak kullanmaya başlayan/başlamak zorunda kalan insan türünün hayatını sürdürmesi için el-dil-beyin diyalektiği ile diğer türlerden farklılaşarak üretim aletlerini geliştirmesi ve üretim ilişkileri ile sosyal statüler belirlemesi sonucunda, hem tüm canlıyı izleyip, gözlemleyerek bulduğu gerçekleri not etmesi ve hem de bunu yaparken önce çizgi ile başladığı soyutlama sayesinde kendisini de aynı gözleme tabi tutmuş ve diğer canlılar üzerinde kurduğu egemenliğe bağlı olarak da kendisini onlardan ayırmıştır. Bu biraz da insan türünün kendisini diğer canlı türlerden daha üstün olduğu düşüncesinin sonucunda ortaya çıkmıştır. Canlı türleri arasında yapılan gözlemlerde orangutanların ticari alı-veriş yaptıkları gözlemlenmiştir ki insan türü dışındaki canlılar için bir ilktir bu. Ayrıca insan türünün sosyal yapısının diğer türlerden çok gelişkin olmadığı da gözlemlenmektedir. Örneğin hiçbir maymun topluluğunda sokak çocuğu yoktur ve tüm topluluk üyeleri diğer tüm üyeleri sahiplenebilmektedir. Oysa insan türünün milyonları aşan sokak çocuğu vardır. Her insanın tarihsel bellek taşıyarak dünyaya gelmesi içinde bulunduğu sosyo-ekonomik koşulların, toplumsal dinamiklerin baskısı ile şekillenirken, hazır bulduklarını nedensel olarak tartıştığında/sorguladığında; kabullenmek yanında ret etmek ve yeni olguları tanımlayarak süreçlere katılmayı gerçekleştirdiği ölçüde bir dünyasının olduğunu görecektir. Ben, buna ?her can bir dünya? diyorum. İnsan dünyasını keşfetmek sanırsam dünyayı keşfetmekten çok daha zor olsa gerek. Belleğin gelişmişlik düzeyi ile insan sadece dış olguları değil kendi bedeni ve tin-ini de keşfetmek/görmek/ne olduğunu bilmek arzusu/merakı/ilgisi içerisindedir. Bunu yaparken hem kendi yapısını hem de içinde bulunduğu sosyal dokuyu tanımlamak zorundadır. ?ben? bu tanımlamayı yaparken ?o/diğer? olanın kendisindeki yansımasına ve ?o/diğer? deki kendi yansımasına bakar. Her ?ben?in farklı olduğunun bilincine varması kendisini tanımlaması ile mümkündür. Bu durum, ?ben? ?kimim? sorusu ile ?ben?in kendisine karşı sorduğu ilk soruya yanıt aramak ile başlayan, belki de dünyanın en sessiz, en karmaşık ve en zor savaşımıdır. Her canlı türün bir dünyası ve içerisinde bulunduğu ortama bağlı olarak paylaştığı çok sayıda dünyaları vardır. İnsan ayrıca soyutlama yetisini geliştirmiş bir canlı türü olarak sadece o an ile değil geçmiş ve gelecek dünyalar ile de dünyalarını zenginleştirebilmektedir. Gördüğümüz gibi insan türünün birden fazla ve ?ben? ekseninde dünyaları vardır ve bunların hepsi onun dünyasıdır.

?ben?, ?benlik? ve ?bilinç/siz/lik? ayrılmaz dokulardırlar; biri olmadan yek-diğeri var-olamaz.

Bilinç, insan denilen iki ayaklı memeli canlının imgelerin peşinden koşarken kendisi için biçtiği şekilsiz dondur. İçini doldurmak için çırpınıp duran da yine kendisi olmuştur. Tam karşıtında duran bilinç/siz dediği canlı türlerinin yaşam için verdikleri mücadeleyi doğallıklarını küçümseyerek izlemesi bundan olsa gerek. Doğa tüm canlılara eşit koşullarda acımalı/acımasız davranmıştır; doğanın eşitliğini bozan insandır. Eşitliği bozduğu oranda kültür adını verdiği yabancılaşma bilincine kazınmış, çizgiler oluşturmuş ve önceleri sığındığı mağara duvarlarını beyninin en ücra dokularına işleyerek düşün-selini prangalamıştır.

Bilinç, insan türünü diğer türlerden ayıran düşünsel bir olgudur. O, doğanın zor koşullarına uyum sağlamayı değil doğayı kendisine uyarlamayı hedefleyen bir birikimdir. Taşı yontarak kesici alet yaptığında bunun sırrını sonraki kuşağa aktarırken kıskanç davranmış ve gözlem/deneylerinin sonucunu başkalarından gizlemiştir. Derken bakırın eridiğini, kalay ile karıştığında daha yetkin olan tunç alaşımını keşfettiğinde ateşin gizemiyle yarattığı imgeleri bir sığınak ve tanrısal bir güce dönüştürmüştür.

Bilinç, insan türünün tüm yaratılarını ve içindeki kendisini yeniden yorumlayarak yaşamına bir anlam yüklemesinin, bir dayanak aramasının bilge-sevgisi dediği felsefesinin yoğrulduğu ortak çamurdur. Bu çamur bilinen hiçbir çamura, toprağı hiçbir toprağa benzemez; çünkü bu, doğada saf olarak bulunmayan bir çamur şeklidir ki, insan yaratısıdır.

Benlik bu iki olgunun bir sentezi sayılabilir. Sosyal bireyin kendi farkına vararak ?ondan? kendini ayırt etmesi ve onunla var-olabilmesi için hem kendine hem de yansıdığına aynı anda bakabilmesi ?benlik? duygusunu geliştirmesi ile yakından ilgilidir. Bu duygudur ki öz-saygıyı ve örtüşen ak-töre/kişisel ahlak ve zaman zaman uyumlu ve çoğu kez de uyumsuz olduğu toplumsal-töre/genel ahlak ile ?ben?in diyalogunu sağlar. Etiğin kendi içinde çökmesi ak-töreseldir/kişiseldir ve fakat bulaşıcı olup yaygınlık kazandığında ise toplumsal çöküş kaçınılmaz sayılır.

?ben? , ?öteki? ile uyuşmazdır; öteki yaratıldığı an ?ben?in yansıması yok olur ve yansımadığı için ?o? artık ?ötekinin-ötekisidir? ; çatışkı içerisinde olurlar ve yansımadıkları gibi örtüşemezler de; bir-değerine farklı bir açıdan gereksinim duyarlar, neredeyse varlık-nedenleri bir diğeri olur. Böyle olunca da ?ben? kendisini gerçekleştiremez ve yabancılaşır; yabancılaşma kendine karşıdır. ?öteki? kendi içinde bir paradokstur. Buna Öteki paradoksu diyeceğim. Öteki paradoksunda ?ben? ?ötekini? , ?öteki? ise ?ötekinin-ötekisi?ni yok etmek istediği halde/karşın ötekiler bir-değerinin varlık nedeni olduğundan bunu gerçekte sonuçlandırmak istemezler; böyle olunca hem yok etme ve hem de var etme düşüncesi aynı anda aynı ilişki kalıbında varlık-kazanır ki bu tam anlamıyla bir paradokstur.

Yazan: Nejdet Evren

Batı,
1 Şubat 2010

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir