Onlar olmadan hiç-bir-şey olmuyordu; maskeleri yoktu onların. ?Ne bir adresleri vardı onların yeryüzünde/ Ne de aşktan başka bir sığınakları/ Ama yaşarlar dünyanın dört bir yanında/ Ölümle alay ederler sanki? (*) Aşkın dili/dini/rengi/soluğu/coğrafyası hepsi bir yöne işaret eder; o da, ?insan? denilen sosyolojik/tarihsel canlının kendisidir. Aşk ister geniş, isterse dar yorumlansın, her zaman güzel/içten/sım-sıcak/sevgi dolu olanın istenmesi/arzulanması uğruna ölümlerin/yaşamların göze alınmasıdır ki, insanı belki de en yüce değere dönüştüren güçtür. Çöl, bir toz zerresine gereksinim duyduğunda o zerre o yer/zamanda orada değilse yanar ve yok olur. Aşk içten bir yanmadır.

Göklerden ne zaman düşecekleri bilinmeyen bombaların tar-u-mar ettiği barınaklarında mülteci olan Şatila?daki insan için tanım yerinde ise; onların ? … Kendi etlerinden başka bir evi, ülkesi yoktur? (1) demek, bir abartı olmayacaktır. O evler birer adresi olmayan sığınaklardır. İnsan, bu durumu düşünmek bile istemez iken, içinde yaşamak; ?ölümle alay etmek? gibidir.

İnsan düşünür, insan açıklar ve anlatır; düşünmeyen ve konuşmayan/paylaşamayan insanı düşlemek/tasavvur etmek ?ruhsal tedavi gereken olgular hariç- olanaksızdır. İmgeler insanlaşma sürecinden bu güne kadar süzülerek gelen olgulardır ve insan bu imgeler ile sözlü ve yazılı bir dil ile iletişim kurabilir. Kendini ifade edebilmek için dil-içinden-dil seçemeyen, dillerden birini öyle ya da böyle bir zorunluluk sonucu edinen birinin dilindeki yaralanma aslında onun yüreğindeki acıları temsil eder. Anlatamamak, anlaşılamamak belki de en korkunç kaygılardan biridir ve duvarları çok yüksek olup aşılması kolay değildir. ?… Annen tıpkı Filistinliler gibi İngilizce konuşuyordu Filipina. O da bizim gibi derdini anlatmak için İngilizce öğrenmiş ve derdini hiç anlatamamış bir halkın çocuğuydu.? (2)

İnsan, hayat bulduğu coğrafyayı, içinde yeşereceği sosyal/tarihsel dokuyu seçemez; hazır bulur ve onunla birlikte hareket eder. Coğrafyalar bu yönüyle ana-rahminin sükûnetin/huzurun/güvenin yer değiştirdiği ve daha karmaşık yapıya büründüğü hal/durumudur; sükûnet ve kargaşa, huzur ve endişe, güven ve güvensizlik dokuları at-başı giderler bu sahada… Kimileri hazıra konmayı sever ve akıntıya doğru bırakır kendini; tüketmek içindir tüm yönelimi, kimileri ise akıntının yönünü şeklini ve içeriğini irdeleyerek gerekiyorsa ona karşı kulaç almaya başlar ki, üreten ve paylaşandır; hayat onun için zor olan bir süreç olsa da anlamlı ve yaşanmaya değerdir. İşte o zeminde ? Herkes biriydi ve herkes daha çok biri olmak için uğraşıyordu. Bir isim etiketi olarak hayata yerleştirmeye çalışıyorlardı kendilerini.? (3) şeklindeki tanım ilk kategoridekiler için yapılmıştır, ikinci kategorideki kimlik ise bunu gören ve ?Düşmek istedi. Başka bir dünyaya düşebilmek istedi.? (4) duygusu ile farklılaşan kişidir.

Savaşın yıkıcılığı gün gibi ortadadır. Ancak onun sayısız kılcal damarları vardır ki asıl o damarlardan beslenir; bunları bilmeden savaşları yok etmek belki de olanaksızdır. ? Herkes savaştan ölüm yüzünden nefret ettiğini söylüyor. Ben, beni böyle bir adam yaptığı için, böyle bir adam olmama izin verdiği için nefret ediyorum. Çünkü savaş tam erkeklere göre, tam tembellere ve soysuzlara göre bir yer. Ne derlerse desinler. Bütün erkekler bu yüzden seviyor savaşı. Kadınların kalbini kırmak için kutsal nedenler veriyor bize… Erkeklerin iyileşmez yaralarına bir tek barut iyi geliyor. Kadınlardan o kadar korkuyorlar ve onları o kadar çok istiyorlar ki… Savaş korkak bir erkeğin en iyi saklanacağı sistir Filipina.? (5) Böylesi ince tespitler karşısında düşünmeden/tartışmadan yapabilmek, anlayabilmek olanaklı değildir. Erkekteki sapmaya bir diyecek yok ve lakin savaşın içindeki ve gerisindeki kadının bunda hiç mi rolü yok? İnsanlaşma sürecinin en-kör düğümü olan savaş/lar en-güçlü erkeği doğurmaktan övünç duyan kadınların erkekleşmesinin bir sonucu değil midir? Erk-egemenin cinsiyetsiz olması bundan olsa gerek. Ve savaş, erkeği, kadını, çocuğu, yaşlıyı vel-hasıl herkesi insan olmaktan çıkaran yıkıcı bir süreçtir.
Aşk her yer/zamanda yaşanır. Ancak, ateşin orta yerinde yaşanıyorsa aşk içinde aşk doğar yüreklerde; ikisi de gerçektir. Bunlardan biri koptu mu, bir yan hep yarım kalır ve kanayan yara gibi kabuk bağlamaz. ?O gidenler, kalanlardan daha çok acı çekecekler. Kalplerinde bir Beyrut kalacak ve hep kanayacak. Çünkü yarım kalmış bir hikâyeden daha çok kanayan hiçbir şey yoktur.? (6) ve ? Kim bilir, belki de aşık olanları koruyan bir şey var yeryüzünde.? (7) Kim bilir, bu da Güneş-ana olmasın!…

İnsan geçmişini/ geldiği yeri/ coğrafyasını bilmek ister, yaşamak ister ve yarım kalan yanını tamamlamak ister. Ancak hayat onu savurmaktadır. Bir sürgün içinde yaşar aşkını, hüznü ve sevincini; sığdıramaz bir yerlere ve avucunda bir sızı birikir. Ve savrulan insan bir sığınak bulduğunda belki de her şeyi unutmak için, bir anlığına olsa da içinin ısındığını duyumsar; yaşam gel-git/leriyle başka bir med-cezir/dir onun için. Önemsendiğini bildiği yerde soluklanır. ? Bir hikaye, bir adam, bir şehir insanı başka biri yapmıyorsa, içinden, orada olduğunu kendine söylemeye cesaret edemediği birini çıkaramıyorsa neydi ki zaten!…? (8)

?Ne bir adresleri vardı onların yeryüzünde/ Ne de aşktan başka bir sığınakları? (*)

Yazan:Nejdet Evren
Mart, 2010

(*) Ahmet Telli, ?Büyük Aşklar/Soluk Soluğa? adlı şiirinden

Kaynak Kitabın Künyesi:
Muz Sesleri,
Ece Temelkuran,
Everest Yayınları,
1. Basım: Ocak 2010
277 Sayfa

(1) Age, S: 21
(2) Age, S: 38
(3) Age, S: 85
(4) Age, S: 87
(5) Age, S: 89
(6) Age, S: 109
(7) Age, S: 110
(8) Age, S: 247

Previous Story

Sıcak Nal (Mart – Nisan) Edebiyat Dergisi’nin ilk sayısı çıktı!

Next Story

SUNGUR SAVRAN

Latest from Ece Temelkuran

Go toTop

OKUMA ÖNERİLERİMİZ