Ahlaki Çürümenin Sorumlusu Homo Economicus’un ‘Yanlış’ Tanrısı mı?

Homo EconomicusKadim zamanlarda türünün devamlılığını sağlamak için içindeki vahşi avcıyı uyandıran insan, şiddeti bu uğurda araçsallaştırmıştı. Zamanla sosyalleşen insanın önceliği artık karnını doyurma telaşından, ‘mutlu’ olma çabasına doğru evrilmişti. Güvenliği ve türünün devamlılığı için ödemek zorunda kaldığı bir bedel olarak sosyalleşme, beraberinde yerleşik hayatı da getirmişti. İnsan doğanın vahşi evrenini hakimiyeti altına alırken, gökler evreninin hakimi kim diye sorgular olmuştu.

İçindeki noksanlığa ve eksikliğe doğru yolculukta insan, her şeyi yaradan tamamlanmışlık için tılsımlı bir kavram bulmştu: ‘tanrı’. Feuerbach’a göre tanrı “insanın içindeki yarım insandır”.
Tanrı insanın içindeki ceza ve ödül duygusunun cennet ve cehennemde anlamını bulan sözümona adaletin dışavurumudur.
İnsan eksik yanını tamamlayacağı beklentisiyle yarattığı tanrıya inandı, sonra ondan ölümsüzlük, kudret ve güç dilendi. Yasa tanımaz diktatöre, tirana karşı ona sığındı. Yeryüzünde sağlayamadığı adaleti, dinler aracılığıyla öteki dünya adaletine havale etti.
Tanrı, insanın kendisini her türlü doğal ve sosyal felaketten himaye etmek için kendi kendine atadığı bir vekil gibiydi. Bu vekalet aslında koşulu ve sınırlı bir vekaletti; ne zaman ki insan açlık, savaş, hastalık, ölüm gibi her türlü sıkıntısından kurtulur, işte o zaman belki bu vekillik durumu sona erecektir.
Doğayla uyum içinde yaşamak yerine ona hakimiyet kurmak, insan soyunun birbiriyle uyum içinde yaşaması yerine birbirine hakimiyet kurmak istemesi, aslında hakimiyet üzerinden bir yıkım mücadelesidir.
Birbirine hakimiyet savaşımında şiddetin her türlüsünü araçsallaştırırak şimdiden tanrılaşmaki steyen yarı tanrılar yüzünden insan soyu yok olmak tehlikesiyle karşı karşıyadır.
Ölümsüzlükle sonsuz mutluluğun elde edilebileceği düşüncesi derin bir yanılsamadır.
Başta türünün devamı hedefinden, türün sonsuza kadar varolması (ölümsüzlük) hedefine evrilmesi yolculuğunda insan tarafından araçsallaştırılan tanrı, insanoğlunun bu çılgın serüvenini sadece seyrediyor. Yükseltilen çıta aslında insanın insanlık mücadelesinde kendi kendine koyduğu, geçemeyeceği yüksek eşiktir.
Kendini koruma dürtüsü ile türünü koruma dürtüsü arasında dürtülerin paradoksallığında anlamını bulan bu mücadele, aslında ben’e, egoya tapınma ile nesneye tapınma arasında bir karşıtlığı da ifade eder.
Biz ölümlülerin tarihi ‘ilahi bir drama’ gibidir. Tanrı, insanın ilahi dramasını seyrettikten sonra insanın üstüne yan gelip yatan bir kadavra gibidir.
Bence Tanrı, deneyimlenip gözlemlenmiş tarihinde, insanın, soysuzlaşmış, düşkün dekadan ruhuna giydirdiği mythomaniak bir kılıftır da.
Bu dekadans ve ahlaki çürümenin sorumlusu biraz da homo economicus’un ‘yanlış’ tanrısıdır.
Gücün peşine takılan, iktidar ve rövanş açlığı içinde olan kitleler, geri bırakılmış, sömürülen, din, büyü ve cehaletle örülü ruh halleri nedeniyle ortaçağ feodalizmine yakın, din soslu kapitalist sistemi yeniden üretiyorlar. İktidar hırsı olan yönetici elit sınıfınsa, din masallarıyla beyinleri uyuşturulmuş serflere ihtiyacı var. İşbitirici, açgözlü politikacı ile rıza gösteren, itaatkâr, köşedönücü, dindar-muhafazakar müşteri profiline senelerdir yaratılan talebin toplumda tutkulu bir tüketici kitlesi ne yazık ki oluşmuştur.
Erdem ve fazilet yoksulluğunun ortaya çıkmasıyla, sosyal muhafazakârlık ve dinci köktenciliğin büyük bir meydan okumayla karşı karşıya olması gerekmiz miydi?
Beni asıl şaşırtan şey, modernizmin ile kapitalizmin kudretinin olanca canlılığına örnek olarak gösterilen ’İslami Kalvinistlerin’, ahlâk dejenerasyonunu hızlandıran kapitalizmle nasıl bir uyum içinde olduklarıdır.
Tanrı, insana kendi noksanlığını, çürümüşlüğünü ve çökmüşlüğünü verirken kendi hiçliğini kurtaran bir antagonisttir.
‘Büyük İnsanlık’ bu çürümüşlük ve çökmüşlükten kurtulmak istiyorsa önce Tanrı’dan vazgeçmek zorundadır.
İnsanın hayat yolculuğu pekala tanrısız da sürebilir. Zira insanın hayat yolculuğu, asma dalında kalabalık taneleri üzüm salkımına benzer, kimi o dalda üzüm kalıp çürümeyi seçer, kimi meyve pazarında alımlı kara üzüm olarak sofraları süsler, kimi sıkma üzüm suyu olur, kimisi şarap olur en güzelinden, kimisiyse üzüm suyuna katılmış tuzla, sirke olur ama bir kez sirke oldunuz mu artık geriye dönüş yoktur.
Josef Kılçıksız, PhL (Tampere Üniversitesi)

Previous Story

Kolektivist (Marksist) bilinç ve kapitalist ilişkiler içinde fetişleşen sanatçı-şair üzerine – Berivan Kaya

Next Story

Marie Grubbe ile Kadın ve Erkek Üzerine Ruhsal Çözümleme – Bedriye Korkankorkmaz

Latest from Felsefe

Nietzsche

FRIEDRICH NIETZSCHE: Felsefede “Akıl”

Felsefede “Akıl” 1 Soruyorlar bana, nedir filozoflardaki bütün bu alerji diye?… Sözgelimi tarih duygusu eksiklikleri, oluşun düşünülmesine bile duyduktan nefret, Mısırcılıkları.[17] Bir davayı tarihsellikten
Go toTop

OKUMA ÖNERİLERİMİZ