“Petrarca şunu soruyordu: Tarihte Roma’yı övmeyen ne var ki?” Biz ise şunu soruyoruz: “Tarihte içinde devrim çağrısı ya da korkusu olmayan ne var?”

Foucault College de France’da verdiği derslerde, Batı düşüncesi içinde iktidar açıklaması öneren düşünceleri inceler ve her şeyin ardında savaşın var olduğunu iddia eden düşüncenin soy kütüğüne odaklanır.

Foucault derslerde iki tür iktidar açıklamasından söz eder. Birinci olarak, hukuk kuramı denilebilecek düşünce, iktidarı baskıcı, devredilebilen, ele geçirilebilen bir şey olarak görür.

İkinci iktidar anlayışı kesintisiz savaş söylemidir. Foucault burada birbirinden radikal üç hareketle kesintisiz savaş söylemini tarif eder. Birinci olarak, Clausewitz’in “savaş siyasetin başka araçlarla devamıdır” sözünü tersine çevirir ve aksine, önsel olanın savaş olduğunu, siyasetin savaşın başka araçlarla devamı olduğunu söyler.
Foucault’un ikinci radikal hareketi Machiavelli ve Hobbes’un savaş söylemi içinde yer almadığını söylemesidir. Buna göre bu düşünürlerin düşüncesi savaşı değil onun bir temsilini, bir koşula göre uygulanışını içerir; üstelik onu zapt etmek üzere. Bu radikal hareket, Hegel’i ve diyalektiği de kapsayacak ve ilk iktidar söylemine bağlanacaktır.
Foucault’un üçüncü radikal hareketiyse, bir bütün olarak Amédée Thierry’nin “ırklar savaşı” teorisi ve onun biyo-iktidar uzamındaki evrimidir. Bu teoriye göre savaş topluma önseldir; tek bir ırk olarak düşünebileceğimiz toplumu alt ve üst ırklar olarak ikiye böler ve bu iki ırkın savaşımı olarak sahne alır. Kesintisiz savaş söylemi Foucault’ya göre ilk defa, modern devlet kendisini şiddet tekeline sahip bir güç olarak gösterdiğinde ortaya çıkar ve savaşın askeri kurumlara havale edildiği yerde sivil toplumun temelinde savaş olduğunu söyleyerek savaşı her yere yayan bir söylem olarak gelişir.

Bu gelişme, bizi Foucault’nun devlet ırkçılığı dediği kavrama götürür. Kesintisiz savaş söylemi, toplumu sürekli ikiye bölerek modern devletin dışarı atarak içselleştirdiği savaşı teşhir ederken devlet aklı buna hem bireyselleştirici hem de düzenleyici/totaliterleştirici bir mekanizmayla yanıt vermektedir.

Söz konusu ikili mekanizma bir yandan egemenlik alanının disiplinci tekniklerin yoğun kullanımıyla totaliterleştirilmesini ve nüfusun politik bir sorun ve bir anlamda devlet-beden olarak sorunsallaştırılmasını kapsarken, iktidar aynı zamanda da kendisini üretecek öznellikleri mümkün kılar, tasarlar ve üretir; bir diğer anlamda kimi farklılıkları içerecek şekilde genişler. Böylece Foucault’nun devlet ırkçılığı dediği şey vücut bulur: bu kapsama girmeyen tüm öz(n)ellikler korunulması gereken “aşağı ırk”a itilir. Biyo-iktidar böylece bir yandan yaşamı ve türü temsil öden özneler yaratmayı hedeflerken bir yandan da kesintisiz savaş söylemini benimseyerek bir alt-ırk inşasına girer. Böylece ırklar savaşımı teorisi iktidarın da izleği haline gelir ve kesintisiz savaş söylemi açılışının tam tersi, paradoksal bir noktaya kapanır. Toplumu savunmak gerekir şiarıyla yola çıkan kesintisiz savaş söylemi, biyo-iktidar rejiminde, toplum karşısında bu kez kendisini savunmak zorunda kalır.
Foucault’ya göre kesintisiz savaş söyleminin iki uzantısı biyolojik ırkçılık ve sınıf savaşımı teorisidir. Bu iki teorinin yirminci yüzyıldaki iki deneyiyse Nazizm ve sosyalizmdir. İki deney de içkin oldukları, yaşam üzerindeki iktidar olarak tanımlanan biyo-iktidarın sınırlarını aşamaz ve onun araçları haline gelirler.

Siyasal İslamcı biyo-iktidar deneyi
AKP Kürt sorunuyla iktidarını açık olarak yaşatma üzerine kurmuş, nüfus konusunda dindar nesillerden kürtajın yasaklanmasına adımlar atmış, toplumu sürekli olarak ikilikler üzerinden kamplaştırarak devlet ırkçılığını süreklileştirmiştir. Üstelik, AKP söylemi gelip kesintisiz savaş söyleminin üzerine oturmuş; bu söylemin hem sahibi hem de mağduru olarak ikili bir rol icat etmiştir: Bir yandan geçmişin aşağı ırkı olarak bu söylemin sahibidir ancak aynı zamanda Kürt meselesi başta olmak üzere bugünün aşağı ırklarının bu söyleme yeniden erişme çabasının önünü tıkamakta; bir anlamda devrimin dilini çalmaktadır. Çünkü AKP rejiminin arzuladığı şey sadece iktidar değil, asıl olarak yaşamın, yaşamın bir dolayımı olarak nüfusun ve onun temsili olarak bedenin üzerindeki iktidardır.
Siyasal İslam’ın ırklar savaşı donanımlı bu biyo-iktidar formuyla buluşması aynı zamanda hemen güneyimizde IŞİD’i besleyen damardır. Siyasal İslam, bugüne kadarki en etkin savaş örgütlerinden birisi olarak en arkaik izleklerini kuşanmış ve bir yeni fetih hareketine başlamış, Nazi, sosyalist, liberal biyo-iktidar deneyimlerinden sonra yine enternasyonalist bir nitelik taşıyan İslamcı biyo-iktidar deneyi şimdilik IŞİD’e ulaşmıştır.

Kobanê öz-savunmasında Amerikan uçaklarının yeri de buradan gelir. Uçaklar neden Rusya’dan değil de Amerika’dan gelmektedir? Bu soru kritiktir. Çünkü biyo-iktidarın küresel stratejisinden kaçınmak ancak ona dokunmamakla yani özerklikle mümkündür -ABD bu özerkliği tanımaya en yakın güçtür. Biyo-iktidar bu anlamda, liberal toplumlardan çok totaliter toplumlarda daha yoğun kullanılan teknikler içerir. O yüzden sorumuz tam da buradadır: Biyo-iktidarın tekniklerine direnirken şiddetin rolü nerededir?

Eğer biyo-iktidar zaten bir içkinleştirilmiş müdahaleler rejimiyse, devrimci şiddetin kuruculuğunun sınırı nerededir? Daha doğrusu bunun bir sınırı var mıdır? Bu konuda yazının diyebilecek çok fazla şeyi yoktur; söz eylemin, yaratıcılığın ve mayanındır; önemli olan şiddetin biçimi değil yönü ve şimdiliği, buradalığıdır – bunu biraz da doğuracağı etki hasebiyle iktidar rejiminin kendisi belirleyecektir; yine de şu kadarını söylemek kehanet sayılmasa gerektir: Birisi AKP diğeri IŞİD saldırıları altında yaşanan iki kıymetli deneyim Gezi ve Kobanê direnişleri devletin asalak bir makine olduğunu ve toplumun devletsiz yaşayabileceğini göstermiş; 21. yüzyıl’ın girişi diyebileceğimiz bir dönemde öz-yönetim pratiklerini hiç de azımsanmayacak şekilde geliştirmiştir. Bu mekânların benimsediği araç nettir: Sadece şiddetin formu olarak değil biyo-iktidara karşı bir arada yaşamın imkânı olarak da kesintisiz öz-savunma. Savaş mekanizmasını devre-dışı bırakacak ve kesintisiz savaş söylemini biyo-iktidara karşı döndürebilecek görünür en güçlü devrimci savaş seçeneği öz-savunma hakkını savunmak ve bunu pratikleştirmek olsa gerektir.

BirGün Kitap Eki, 156.sayı

**
TOPLUMU SAVUNMAK GEREKİR, Michel Foucault, Çev: Şehsuvar Aktaş, YKY, 2008.

Previous Story

Kadınlar Katiller ve Kalanlar – Zeynep Ceren Eren

Next Story

Barbarlığa Övgü – Onur Kartal

Latest from Makaleler

Van Gogh’un kitap tutkusu

Geçtiğimiz haftalarda Paris’in izlenimci koleksiyonuyla ünlü Musée d’Orsay, Antonin Artaud’un Van Gogh: Toplumun İntihar Ettirdiği kitabından yola çıkarak yazar ile ressamı, Artaud ile Van

George Orwell’a ilham veren kitap: Biz

George Orwell‘ın 1984’ünü neden sevdiyseniz, Yevgeni Zamyatin‘in Biz‘ini sevmeniz için en az 1984 kadar nedeniniz var. Üstelik Biz, 1984’ten çok daha önce, 1920 yılında
Go toTop

OKUMA ÖNERİLERİMİZ