“Aksaray’dan Bir Perihan”, Suat Derviş

“Suat Derviş’in öyküsü, Demokrat Parti döneminin zenginleşme, Küçük Amerika olma düşleri içindeki kültürsüz burjuva insan tipini, eşyanın iktidarını Aksaray’lı Perihan özelinde çok iyi yansıtıyor;
“Nuri karısının para ve servet isteğinin ölçüsüzleşmeye başladığını o anda hissetti. Yirmi bin lirası olunca ev yaptırmak hevesine hemen düşmüştü. Başlangıçta ilk arzusu bir dikiş makinesine sahip olmaktı, sonra radyo istemiş, sonra isteği elektrikli süpürge olmuştu”.
Yazar, daha o tarihlerde, sahip olma eğilimin arkasındaki tutkuyu çok iyi gözlemlemiş;
“O bütün bunlara faydalı ve lüzumlu birer eşya oldukları için değil, hali vakti yerinde kimseler olduklarını başkalarına gösteren işaretler telakki ettiği için istemişti. Onlara sahip olmaktan gurur duyuyordu. Ecdad resimlerini bir galeride toplayıp herkese göstermekten gurur duyan asiller gibi…”
Bütün roman boyunca eski ve yeni arasındaki bir çatışmaya şahit oluyoruz. Burada yazarın biraz şematikleştiği, eski aristokratları ve köylüleri bir dayanışma, sevgi ilişkileri içinde tasvir ederken, burjuva sınıfına karşı öfkesini gizlemediği görülüyor. Ancak, anlatının Türk romanında yapılan en edebi toplumsal eleştirilerden biri olması, yazarın dilindeki titizliği, Osmanlıca’nın şiirselliğini çok iyi kullanışı gibi estetik ölçütler, tiplemelerdeki indirgemeciliği kurtarıyor.
“Aksaray’dan Bir Perihan”, yükselen görgüsüz burjuvası, çöken soyluluk ve bir ara katman olarak köylülük şablonuyla, Balzac’ın “İnsanlık Komedyası”na benzetilebilir. “Nuri’nin bu dakikada Perihan’dan daha başka olmasının bir sebebi daha vardı, o şimdi yok olmuş bir dünyanın çocuğu idi. Onun asil dedeleri, evet o aristokratlar da, kendilerini el değdirilemez, söz söylenemez yükseklikte zannederlerdi, kendilerinim kutsiyetlerine adeta inanmış kimselerdi (….) Kanunlarının her zaman geçeceğini ummuşlardı; hâlbuki kanunları parçalanmış, konakları, yalıları, sarayları, hiç kıymet vermedikleri ‘küçük insanların’ gazabı önünde iskambil kâğıdından yapılmış şatolar gibi yıkılıvermişti”. Roman boyunca iç çatışmaları süren Nuri, “Aksaray’dan çıkan bir Perihan mı bunu yapmıştı? Bu Aksaray’lı bir Perihan’ın suçu mu? Yoksa kendi zaafının, iradesizliğinin, müteredditliğinin bir suçu muydu?” sorularıyla, kendi sınısal aidiyetini de sorgulamaktan geri kalmaz.
Romanın sonunda, yazarın Toplumcu gerçekçi akıma bağlılığını sergileyen bir umudu yansıttığını görüyoruz; “Talebeler, hükümet aleyhine nümayiş yapıyorlar”, ve “Hürriyet, Hürriyet avazeleri uzaklaşırken arsadaki işçilerden bir çoğu da bu nümayişçiler kalabalığına katılmış, diğer halk gibi onların arasında uzaklaşıyor” Nuri ve Perihan’dan., üstelik oğullarını da yanlarına katarak…
Bu kısa yazı içerisinde, yalnızca Suat Derviş’in ana teması üzerinde durabildim. Öykünün daha birçok ilginç motif var. Bu motifler arasında en önemlisi, bir etnik guruptan, üzerlerinde bugün sıklıkla durulan Çerkesler’den, onların Osmanlı toplumundaki konumlardan açık bir biçimde söz edilmesi diyebilirim. Evin dadısı Gülter’in öyküsü, çerkes folkloru ile birlikte ilerliyor, özellikle köye dönüş bölümündeki şenlik sahnesindeki görsellik, son derece başarılı.
Yeniden başa dönersem, Oğlak yayınları Suat Derviş’in eserlerini yeniden gün yüzüne çıkarma gayreti içerisinde “Kara Kitap”ı ve “Hepimiz Birbirimizin Örneğiyiz” adıyla derlediği öykülerini de yayınladı. Yazarın ilk romanı olan “Kara Kitap” çarpıcı öyküsü ve psikolojik çözümlemeleriyle, “Aksaray’dan Bir Perihan” kadar ilgi çekici bir eser. İlk dönem Cumhuriyet kadın yazarlarımızın Suat Derviş değil, Halide Edip ekolünde yürümesi, romancılığımız adına büyük bir kayıp olmuş.
Oğlak yayınları, Suat Derviş’in öykü ve romanlarını 1996 yılından başlayarak yeniden yayınlamaya başladığı için, bu haftaki “eski kitaplar” köşesinde basım tarihi yeni sayılabilecek bir roman var. Ama yazılış tarihi 1963?1964 yılları arasına denk geliyor. Yazarın birçok eseri gibi, “Aksaray’dan Bir Perihan” da tefrika olarak yayınlanmış ve bugüne dek kitaplaştırılmamıştı. Edebiyat tarihimizin bu önemli yazarının üzerindeki örtüyü kaldıran Oğlak yayınlarını ve Suat Derviş üzerine yaptığı çalışmalar nedeniyle Zehra Toska’yı kutluyorum.
Yalnız yazdıkları ile değil, yaşamıyla da ilgi çekici bir yazar olan Suat Derviş, 1903 İstanbul doğumlu. Osmanlı aristokrasisine mensup bir ailenin kızı olarak, yabancı mürebbiyelerden ana dili gibi Fransızca öğrenmiş, Türkçesini geliştirmek için özel hocalardan ders almıştı. 1919 yılında Berlin’de konservatuar öğrencisi olarak görürüz onu. Almancasını ilerleterek, bir süre Berlin Üniversitesi Felsefe ve Edebiyat bölümüne de devam eder. Bu sıralarda yazarlık kariyerini, İstanbul’da yayınlanan romanları ile sürdürmektedir.
Almanya’dan 1932 yılında döndükten sonra gazeteciliği seçmiş, 1941’de eşi Reşat Fuat Baraner’le birlikte “Yeni Edebiyat” dergisini çıkarmıştı. Bu sosyalist dergi, dönemin birçok genç yazar ve şairinin ilk eserlerinin basıldığı yer olarak göze çarpıyor; Orhan Kemal, A.İlhan, A.Kadir, Mehmet Seyda ilk akla gelen isimler. Bu sırada “Devrimci Kadınlar Birliği” ile basın sendikasının kurucuları arasında da yer alan Suat Derviş, yazıları nedeni ile hapse girdi, makaleleri sansüre uğradı ve Reşat Fuat Baraner’in TKP davası nedeniyle tutuklanması üzerine Fransa’da yaşamak zorunda kaldı. On yıl süren bu “sürgünlük” döneminde, yabancı dillere çevrilen eserleri büyük ilgi toplasa bile, Türkiye’de adından hiç sözedilmedi. Fransızca yazdığı, Türkiye’ye döndükten sonra kendi eliyle senaryolaştırdığı “Fosforlu Cevriye” romanının sinemada kazandığı başarıyı gördükten sonra, 1972’de İstanbul’da öldü. Suat Derviş’in eserleri üzerindeki sessizlik hala sürüyor.
“Ankara Mahpusu” ve ” Fosforlu Cevriye” 1968 yılında basılmış olsalar da, yazarın Fransa’da yaşadığı yıllarda kaleme alınmışlardı. Türkiye’ye döndükten sonra yazdığı ve “Gece Postası”nda tefrika edilen “Aksaray’dan Bir Perihan”, Suat Derviş’in son romanlarından. Osmanlı aristokrasisinden gelen bir gencin hüzünlü hayat hikâyesini anlatıyor yazar. Daha doğrusu, Nuri özelinde, 1850’lerden 1950’lerin sonuna kadar olan yüz yıllık bir tarihsel dönem içerisinde, Türkiye’nin değişen toplumsal yaşamını, insan davranışlarını sergiliyor. Zenginliği gerilerde kalmış, ama eski terbiyesini üzerinden hiç atmadığı için insanları kırmaktan, baş kaldırmaktan sakınan Nuri’nin, sonradan görme karısı Perihan’ın elinde oyuncak oluşu, burjuva sınıfın yükselişini ve maddi ilişkilerin, eski insani değerleri bozguna uğratışını simgeliyor; Nuri, yeni düzene ayak uydurabilmek için, dönemin köşe dönmeci ve kirli bürokratik entrikalarına bulaşmak zorundadır.” A. Ömer Türkeş

Romanları:
Kara Kitap (1920)
Ne Bir Ses Ne Bir Nefes (1923)
Hiçbiri (1923)
Ahmet Ferdi 1923)
Behire’nin Talipleri (1923)
Fatma’nın Günahı (1924)
Ben mi? (1924)
Buhran Gecesi (1924)
Gönül Gibi (1928)
Emine (1931)
Hiç (1939)
Çılgın Gibi (1945)
Fosforlu Cevriye (1968)
Ankara Mahpusu (1968)

Tefrika Romanları (1932- 1940)
Onları Ben Öldürdüm
Sen Benim Babam Değilsin

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir