Anla(şıl)masını sağlamak, aptallaş(tır)manın temelidir.

eğitimAçıklayanın Düzeni
Joseph Jacotot’nun zihninde hemen bir şimşek çakıp her eğitim sisteminin gözü kapalı benimsediği şu apaçıklığa güçlü bir ışık tutar: açıklamaların zorunluluğu. Bu apaçıklıktan daha kesin ne olabilirdi ki? Kimse anlamadığı şeyi hakikaten bilemez. Eee, anlaması için de ona bir açıklamasının yapılmış olması, hocanın sözünün araya girip öğretilen madde’nin, yani konu’nun dilsizliğine son vermiş olması lazım.

Bu mantıkta belirsizliğe yer yoktur. Diyelim ki öğrencinin elinde bir kitap vardır. Bu kitap, öğrencinin bir konuyu anlayabilmesine yönelik bir dizi akıl yürütmeden oluşur. Ama kitabı öğrenciye açıklamak için de bir hoca söz alır. Bu kitabı oluşturan bir dizi akıl yürütmeyi açıklamak için yine bir dizi akıl yürütmede bulunur. Peki öğrencinin niye böyle bir yardıma ihtiyacı vardır? Baba, birine sırf açıklasın diye para dökmek yerine, kitabı oğluna verse, çocuk da dosdoğru o kitabın akıl yürütmelerini anlasa, olmaz mı? Onları anlamıyorsa, anlamadığı şeyi açıklayanın akıl yürütmelerini nasıl an-lasın ki? Bu açıklamalar bambaşka bir mahiyette midir? Hem o zaman onları anlamanın yolunu da açıklamak gerekmez mi?

Açıklamanın mantığı demek ki sonsuza kadar geriye gider: Akılların üst üste katlanmasının, katmerlenmesinin sona ermesi için hiç-bir neden yoktur. Geriye gidişi durdurup sisteme bir zemin kazandıracak şey, açıklamanın hangi noktada açıklanmış olduğuna karar verecek tek kişinin açıklayan kişi olmasıdır. Yine baş döndürücü olan şu soruyu da karara bağlayabilecek tek kişi odur: Öğrenci akıl yürütmeleri anlasın diye kendisine öğretilen akıl yürütmeleri anladı mı acaba? Hoca, babayı işte buradan yakalar: Çocuğun kitaptaki akıl yürütmeleri anladığını o nereden bilsin ki? Babada eksik olan, bir başka deyişle baba, çocuk ve kitap üçlüsünde olmayan şey, açıklayana özel işte bu mesafe sanatıdır. Hocanın sırrı öğretilen konu ile öğrenecek özne arasındaki mesafeyi, aynı zamanda da öğrenme ile anlama arasındaki mesafeyi bilebilmesidir. Açıklayan kişi, mesafeyi ortaya koyan ve ortadan kaldırandır, mesafeyi kendi sözü içinde ortaya serip eritendir.

Sözün bu ayrıcalıklı statüsü sonsuz geriye gidişi ortadan kaldırsa bile, sadece paradoksal bir hiyerarşi kurmak için kaldırır. Nitekim açıklayanın düzeninde genellikle yazılı açıklamayı açıklamak için bir sözlü açıklamaya ihtiyaç vardır. Bu durum da şunu varsayar: Hocanın ânında belirip kaybolan sözü sayesinde, akıl yürütmeler, silin-mez karakterlerle ebediyen yazılı oldukları kitaptakinden daha berrak görünür, öğrencinin zihnine daha iyi kazınırlar. Sözün yazı, işit¬menin görme karşısındaki bu paradoksal ayrıcalığını nasıl anlamalı? Sözün gücü ile hocanın iktidarı arasında nasıl bir ilişki var peki?

Bu paradoksun karşısına bir başkası çıkar hemen: Çocuğun en iyi öğrendiği sözler, anlamına en iyi nüfuz ettikleri, kullanmak üzere en iyi benimsedikleri, açıklayan bir hoca olmaksızın, açıklayan bir hoca devreye girmeden önce öğrendikleridir. Farklı zihinsel öğrenmelerin verimlilikleri de eşit değildir: İnsan evlatlarının en iyi öğrendiği şey, hiçbir hocanın onlara öğretemeyeceği ana dilleridir. Çocuklarla konuşuruz, onlar etraftayken konuşuruz. Onlar da duyup kaparlar, taklit edip tekrarlarlar, yanılıp kendi kendilerini düzeltirler, şans eseri başanp yöntemli olarak baştan alırlar: Açıklayanların onlara bir şey öğretemeyeceği kadar küçük yaşta, hepsi —cinsiyetleri, toplumsal durumları ve derilerinin rengi ne olursa olsun— anne ve babalarının dilini anlayıp konuşmaya kadirdir.
Derken, dili açıklamayan hocalardan konuşmayı kendi zekâsıyla öğrenmiş çocuk, kelimenin gerçek anlamıyla öğrenim görmeye başlar. Artık şimdiye kadar kendisine hizmet etmiş zekânın yardımıyla bir şey öğrenemeyeceği varsayılır; öğrenme ile doğrulama arasındaki özerk ilişkinin artık yabancısıdır sanki. İkisi arasına bundan böyle bir matlık girmiştir. Anlamak gerekiyordur. Sadece anlamak kelimesi bile her şeyin üstüne bir örtü atar: Anlamak çocuğun bir hoca olmaksızın, ileride de —belli bir ilerleme sırası içinde sunulan— anlaşılacak konulara göre hocalar olmaksızın artık yapamayacağı bir şeydir. Buna ilerleme çağı başlayalı beri bir de daha iyi açıklamak, daha iyi anlamasını sağlamak, öğrenmeyi daha iyi öğrenmek için açıklamaların kusursuzlaşması gibi tuhaf bir durum ek¬lenmiştir — ki bunlar olmadan söz konusu anlamadaki kusursuzlaşmayı ölçmek asla mümkün olmaz. Çok geçmeden hazin bir söylenti yayılmaya başlar: Açıklama sisteminin etkililiği sürekli düşmektedir, bu da tabii ki anlamayanların anlayabileceği daha kolay açıklamaların yapılması için yeni bir kusursuzlaştırma gerektirmektedir…

Joseph Jacotot’yu saran o ani sırrına erme hali şu şekilde özetlenebilir: Açıklayana dayalı sistemin mantığını yıkmak lazım. Anlama konusundaki kapasitesizliği tedavi etmek için açıklamaya ihtiyaç yoktur. Aksine açıklayana dayalı dünya tasavvurunu yapılandıran kurmaca, işte bu kapasitesizliktir. Anlayamayanın açıklayana değil, açıklayanın anlayamayana ihtiyacı vardır; anlayamayanı bu vasfıyla kuran, var eden o açıklayandır. Birine bir şeyi açıklamak, her şeyden önce, ona kendi başına anlayamadığım göstermek demektir. Açıklama, pedagogun edimi olmazdan önce, pedagojinin mitidir — bilgin zihinler ve cahil zihinler, olgun zihinler ve toy zihinler, anlayabilen ve anlayamayan, zeki ve aptal şeklinde ikiye bölünmüş bir dünya meselidir. Açıklayana özgü hile şu ikili başlatma hareketidir. Bir yandan mutlak başlangıca hükmeder: Öğrenme edimi ancak şimdi başlayabilecektir. Öte yandan, öğrenilecek her şeyin üstüne, o kaldırmaya soyunduğu cehalet örtüsünü atar. Hocaya gelinceye kadar çocuk el yordamıyla, tahminlerle yol almıştır. Şimdi öğrenecektir. O zamana kadar kelimeleri duyup tekrarlıyordur. Bundan böyle okuyacaktır; artık harfleri duymadan heceleri, heceleri duymadan da kelimeleri duyamayacaktır ki onları da ne kitap duyurabilir ne de anne-babası, duyurabilecek tek şey hocanın sözüdür. Pedagojinin miti dünyayı ikiye böler, dedik. Doğrusu şöyle olmalı: Zekâyı ikiye böler. Mite göre, bir aşağı zekâ vardır, bir de üstün zekâ. Birincisi rasgele birtakım algılan kaydeder, hatırında tutar, alışkanlıklar ve ihtiyaçların dar çemberi içinde ampirik olarak yorumlayıp tekrarlar. Bu, küçük çocuğun ve halktan insanın zekâsıdır. İkincisiyse şeyleri nedenleriyle bilir, yöntemli olarak basitten kar¬maşığa, parçadan bütüne ilerler. Hocanın sahip olduğu bilgileri öğrencinin zihinsel kapasitelerine uyarlayarak aktarmasını ve öğrencinin öğrettiklerini iyi öğrenip öğrenmediğini doğrulamasını sağla¬yan şey bu zekâdır. Açıklamanın temeli olan ilke böyledir. O gün¬den sonra Jacotot için bu, aptallaş(tır)manın temeli olan ilke anlamına gelecektir.

Doğru anlamak için şu malum imgeleri zihnimizden bir kovalım. Aptallaştıran derken kasıt, ne öğrencisinin kafasını hazmedilmemiş bilgilerle dolduran dar kafalı bir ihtiyar hocadır, ne de kendi iktidarını ve toplumsal düzeni korumak için takiyye yapan kötü niyetli biri. Aksine, ne kadar bilgin, aydın ve iyi niyetliyse o kadar etkilidir. Ne kadar bilginse, kendi bilgisi ile cahillerin cehaleti arasındaki mesafe ona o kadar aşikâr görünecektir. Ne kadar aydınsa, el yordamıyla yol almak ile yöntemli olarak aramak arasındaki fark ona o kadar aşikâr görünecek; lafzın yerine manayı, kitabın otoritesi yerine açıklamaların berraklığını geçirmeyi o kadar çok önemseyecektir. Her şeyden önce öğrencinin anlaması lazım, diyecektir; bunun için de konuyu ona hep daha iyi açıklamak lazımdır. Aydın pedagogun kaygısı şudur: Çocuk anladı mı? Anlamamış. Öyleyse ona açıklamaıun yeni yollarını, ilkece daha titiz ve biçimce daha çekici yollarım bulacak, anlayıp anlamadığını doğrulayacağım.

Yüce bir kaygı elbet. Ama ne yazık ki bütün sorun da bu küçücük kelimeden, aydınların bu sloganından çıkıyor: anlamak. Akim hareketim durduran, onun kendine güvenini yok eden, zekâ dünyasını ikiye bölerek ve el yordamıyla arayan hayvan ile öğrenim görmüş küçük beyefendi araşma, sağduyu ile bilim arasına bir kesinti yerleştirerek aklı yolundan çıkaran odur. Bu ikilikçi slogan telaffuz edildiği andan itibaren, yöntemciler ve ilerlemecilerin en büyük kaygısı olan anla(şıl)masını sağlamak konusundaki her türlü kusursuzlaşma. aslında aptallaşma konusunda kaydedilmiş bir ilerlemedir. Dayak tehdidiyle ezberindekileri eveleyip geveleyen çocuk korkuya yenik düşmüştür: Zekâsını artık başka bir şey için kullanacaktır. Ama açıklamalara muhatap olan ufaklık zekâsını “anlamak” denen bu yas çalışması için kullanacaktır — yani, kendisine açıklama yapılmazsa konuyu anlayamayacağım anlama çalışması için. Şimdi boyun eğdiği şey korku değil, zekâ dünyasının hiyerarşisidir. Diğer konularda onun da içi diğeri kadar rahattır: Problemin çözümü bulunamayacak kadar zorsa, gözlerini faltaşı gibi açacak kadar zekidir sonuçta. Hoca dikkatli ve sabırlıdır. Çocuğun konuyu takip edemediğini görürse, bir daha açıklayarak onu yeniden doğru yola sokacaktır. Böylece çocuk yeni bir zekâ edinecektir: hocanın açıklamalarındaki zekâyı. İleride o da açıklayan adam olabilecektir. Gerekli donanıma sahiptir. Ama onu kusursuzlaştırması, ilerleme insanı olması lazımdır.

Cahil Hoca
(Zihinsel Özgürleşme Üstüne Beş Ders)
Orjinal isim: Le Maître İgnorant
Jacques Rancière
Metis Yayıncılık
Çeviri : Savaş Kılıç
sayfa 12-16

Not: Kesinlikle kitabı almanızı öneriyoruz. Eğitime dair tüm düşüncelerinizi yeniden değerlendirmenize neden olacaktır. insanokur.org

Previous Story

“Söylemek Yazmak” – Müslüm Üzülmez

Next Story

Ben yalnızca barışçı değil, bir barış savaşçısıyım – Albert Einstein

Latest from Eğitim

ÖDEV ve SORUMLULUK BİLİNCİ – Nejdet Evren

Ev ödevi olarak bilinen eğitim/öğretimin bir parçası haline gelmiş uygulamanın sorumluluk bilincine etkileri, çocukların kişisel ve psikolojik gelişmelerine ne denli katkı sağladığı, aynı öğrenimdeki
Go toTop

OKUMA ÖNERİLERİMİZ