Antakya. Yıllar sonra bir trajedinin izdüşümleriyle dönüyorum bu kente.Beklediğim hüzünlü bir tablonun aile bireylerine yansıyan yüzü olsa da özlediğim baba memleketine hasretimi daha iyi anlıyorum yol hazırlığı ve telaşında. Bir süre sonra havalimanına varmış olacağım, zorlu sayılabilecek bir kontrol işkencesinin ardı sıra yine gecikeceğini bildiğim Hatay uçağında koltuğuma yerleşeceğim. 2 saat sonra babamın oğlunu özlediğini açıkça belli eden bakışları karşılayacak beni. Daha uysal ve sevecen bir bakış bu. Uçakta Arapça konuşan kalabalık benim de ait olduğum şehir nüfusunun bir bölümünü temsil ediyor. Uçağa binerken üniversiteli gencin telefondan ?Aldım aldım yaruhi? seslenişindeki eğlenceli ve sevimli aksanı özlemişim. Bir baba-oğul gelgitinin ardından büyümüş olmanın getirdiği barışıklıkla sarılıyoruz babamla birbirimize. Annemin ölümünden sonra evlenme kararına duyduğum kızgınlık ve babamın ölüme dair yaşadığı büyük suçluluk yıllarca çatışmalı süregiden bir sevgiyken artık daha uysal ve vazgeçilmez bir hal alıyor. Büyüdüğümü anlamış, dedeliğin getirdiği sakinlikle küçük oğluna daha da dingin yaklaşan bir yüz var karşımda. Hatay havalimanına indiğimde daha da merakla yeğenimi düşünüyorum, kocaman kız oldu artık. Köyü , bahçeyi, halamları ve köydeki çocukları sevmiştir. Oyun çağında yeni oyunlar keşfetmiştir bu büyük oyun evinde. Benim içinse çocukluğun izleriyle dolu bu şehir diyorum içimden. Eski bir oyun evi olduğu kadar annemin mezarına her gittiğimde ölüm kavramıyla daha fazla hesaplaştığım şehir. Büyüdüğümüz ve kirlendiğimiz bir zamanda herkesin kendi yeni sığınaklarından çıkıp bayramlarda buluştuğu çocukluk anısı bu coğrafya. Bu sefer ölüm kuzenim aracılığıyla misafir olmuştu bu köye. Acımasız ve erken ölümlerden biriydi bu. Çok daha fazla sorgulanır ve bencilce bulunur bir gerçekti. Üzerine yazdığı bir yazıyı köyde okuduğunda babamın ağlamaklı gözlerle ?Neden? sorusunu sorduğunda hiçbirimizin bu soruya yanıt veremediğinin farkındaydım. Ölüm Antakya?daki köy evimize konuk olmuştu, çocukluk anılarımıza, köy evinin bahçesindeki hamağa, havuza, bahçede oynadığımız saklambaçlara sinmişti bu sefer.

Gece vardığımız köyde alışamadığım horoz sesleriyle gecenin bitişini karşılıyorum bu sefer. Gün doğuyor ve kızıllığın ve sabahın doğuşunun tadını almaya çalışıyorum bu sefer tüm uykusuzluğuma karşın. Sabaha doğru bahçeye indiğimde babaannemin değişmeyen bahçe işlerine tanığım. Hüzünlü gözlerle bana bakıp ?Yaruhi hoş geldin? diyecek birazdan. İstanbul?un uzaklığından, o koca şehirde kaybolup gitmişliğimizden şikayet edecek. Ben onun Arapça cümlelerini anlayamasam da bu serzenişlerinin farkındayım. Bu şehir çoğu kez benim beynime ve ruhuma dar gelirken, belki de yaşlanmanın kabullenişi içinde dinginliğini sevdiğimi anlıyorum. Bahçenin, şehrin ve anılarımın dinginliği bu. Evin ikinci katının balkonundan Amanoslara bakarken gece boyunca çocukluğa dönüşler yaşamama yol açıyor bu sessizlik. Kuş sesleriyle uyanmak kadar reyhan, nane kokularının bu yaşta farkına varmak da işin cilvesi olsa gerek. Gece boyunca bir hayli sigara içmişim kendimle konuşurken. İstanbul?da ne derece yalnız olduğumu düşünürken balkonda tek başına olmamın korkutmadığını, beni dinlendirdiğini anlıyorum. Şehir değişirken anılarımı değiştirememiş. Yeni binalar eklenirken hala Amanos, Habibül Neccar tüm ihtişamıyla bana bakıyor. Dükkan Abud?daki tatlıcı yerinde duruyor, hala evlerden Feyruz ezgileri yükseliyor, hala köyün sokaklarında dolaşırken ?Sen Süleyman?ın oğlu musun?? diyor köydeki uzak akrabalar ve anlıyorum giderek babama benziyorum ve bundan da haz alıyorum.

Bu gelişimde daha fazla gözlerim kaydetmeli gördüklerimi, yazmayı da unutmamalıyım. Anılar yazılmadıkça bellek unutmaya mahkum yaşananı. Oğlunun ölümünden yaşadığı suçlulukla evinden çıkmayan amcama sevgiyle sarılmalı ve acıların yaşayarak bir nebze dindirileceğini hissettirmeliyim. Yengemin ilaçlarla ayakta durduğunu ve köyde bu ölümle ilgili konuşmaların giderek dedikoduya dönüştüğünü öğreniyorum geldiğim günün sabahında. Sabah keyifle yapılan kahvaltıda özlediğim çökelek ve çay kadar dedikodular üzerine hüzünlü bir sohbetin içine giriyorum. Acımasızlaşan yüzü köyün diyorum içimden. Ölümün ardındaki acı yalnızca en yakınındakilere düşen bir ceza belki de. Diğerleri için ölüm gündelik hayatlarında konuşulacak gündem maddelerinden biri, konuşulacak ve kendi hayatlarında yaşanmadığı için büyük bir rahatlığa yol açacak belki de. İçten içe kendi çocuklarının hayatta olmasına sevinecek bu insanlar. Masum bir bencillik belki de. Amcamların yıllarca toparlanamayacağını düşünürken ayakta durmak zorunda kalacaklarını ve eksik de olsa yaşayacaklarını düşünüyorum. Babaannemin cenazeden sonra Tanrı?ya yakararak artık ona dua etmeyeceğini söylediğini duyduğumda kuzenimden bu çocuksu tavrın bile ondaki yaşama tutunma zorunluluğu olduğunu anlıyorum. Bu şehir anılarım kadar ölümü anımsatacak bana da.Bana düşen yanı ise bu olacak yaşananların. Yine de yeğenimin sevimli oyunlarıyla, ağabeyimin özverili babalığıyla, amca sevgisiyle Defne?ye sarılışımla yaşama tutunuyorum yeniden. Halamlar köy evine geldiğinde yılların ardından değişmeyen gözler ve bakışlarla karşılaşmak da sevindiriyor beni. Kuzenim eşiyle birlikte gezi planları yapıyor beraber bahçede çay keyfi yaparken. Ne zamandır Titus?a ve Vakıflar köyüne gidesim var, gitmeli oralara. Ne kadar ziyaret amaçlı da olsa, köyün dışına çıkmalıyım, belki eski Antakya sokaklarında fotoğraf çekmeli.

Bir yandan savaşın ve Antakya?daki göçmenlerin devlet eliyle Suriye?ye karşı silahlandırıldığı konuşulurken diğer yandan sınır kapısının kapanmasıyla şehrin ekonomisine darbe vurulduğunu anlatıyor amcam. El Kaide militanları geziyor, diyor Antakya sokaklarında. Kültürlerin kardeşliğini simgeleyen şehirde Suriyeli Arapların şımarıklığı yormuş şehir halkını. İçim sıkılıyor çevremizi saran savaş yangınından dolayı. Yıllar öncesinde Suriye?ye yaptığım yolculuk sırasında Ortadoğu?ya dışarıdan getirilmiş bir demokrasi oyunun bu ülkeye taşınacağını söylemiştim yol arkadaşıma, mezheplerin çatışmadığı Antakya?nın dibinde bir mezhep savaşı var şimdi de. Tüm bu iç karartıcı tabloya karşın şehri soluklanmalıyım, Antakya çarşısına girmeliyim, Arapçanın Türkçeyle karıştığı evlerin yanından geçmeliyim diyorum içimden.

Kuzenim, eşi, ağabeyim ve Defne?yle çıkılan Titus gezisinde Defne?yle oynanan kralcılık oyunun ardından Vakıflar köyünde Meryem Ana etkinliği için kutlama hazırlığındaki Ermeni gençlerin telaşına tanığım bu sefer. Birçoğu yazın köye gelen gençler bu güzel köyün şenlik coşkusuna katılmış kilisenin bahçesinde. Musa ağacına indiğimizde bu sefer Sünni köyünün yaşlıları, gençleri çınar ağaçlarının serinliğine bırakmış kendisini. Bu kentin Sünni, Arap,Alevi, Ermeni nüfüsunun çatışmasız yaşayabildiğini düşündüğümde yanıbaşımızdaki savaşın nasıl da büyük bir oyun olduğunu anlıyorum. Babam dönüş sırasında amcamlar gelmemizi istiyor bizden, telefondaki sesinden amcamı en azından yanında olarak teselli etmenin mümkün oluşuna dair haklı inancı seziyorum. Ölümü konuşmadan da yaşayanların bir arada yaşadığını göstermesi gerek belki de. Birarada yaşamanın mümkün olduğu bu şehirde, ayrı şehirlere sığınan aile bireylerinin birkaç gün de olsa bir arada olması gerek. Yeğenimin keyifli oyunları ve akşamla birlikte yorgun düşüşünün ardından amcamlarda içtiğimiz çayın keyfi kadar yorgunluğumuzu da hissediyoruz üzerimizde. Bir gün sonra gideceğimiz tiyatro oyunu konuşuluyor sohbet sırasında. Bir grup Harbiyeli genç Arapça bir tiyatro oyunu sahneleyecek Antakya?da. Tiyatro izlemekten öte baba dilinde bir oyuna tanık olmanın merakının yaşıyorum o gece.

Diğer günün akşamında baba oğul yola çıkıyoruz köyden, amcam şehir merkezine bırakıyor bizi. Babamla köyü, geçmişi ve geleceği konuşuyoruz. Büyüdüğümü anlıyorum, babamla birlikte hem de. Oyun boyunca babam gülümseyerek izliyor sahnedeki gençleri. Ben anlamadığım halde sahnedeki coşkuya, oyuncuların sahne diline ve mimiklerine odaklanıyorum. Ninesinin dilini bilmeyen bir çocuğun iletişim sıkıntıları oyunun hikayesi, biraz da beni anlatıyor bu oyun. Ninesini anlayamayan metropole sıkışmış bir adam. Oyunun anlamadığım diyaloglarının bana özetlerken babam onu dinlemeyi ve onun benim için vazgeçilmez olan bilgeliğini sevdiğimi anlıyorum. Can Baba?nın şiirine yansıyan ifadeyle örtüşüyor düşüncelerim. ?Hayatta ben en çok babamı sevdim .? Ama küçük bir ayrıntıyla geliyor bu alıntı zihnime: Annemim ölümünden sonra.

Bu şehri bu sefer daha iyi anlıyorum ve kavrıyorum. Çocukluk anılarımla barışıyorum bu gelişimde, geçmişimle.Öfkelerim yerini dinginliğe bırakıyor, Harbiye?de şelalelere geldiğimizde babamın yeğenine bakışında büyük coşkuyu keşfedince büyüdüğümüzü ve büyürken geçmişimizi sevmeyi öğrendiğimizi anlıyorum. Bu şehir saklambaç oyunlarında, sobelerde arkasında gizlendiğimiz köy evinin duvarları, aşındırdığımız köy yolunun patikalarıysa da bir hayli kendi yıkılan duvarların ardındakiler olmalı artık.

Erinç Büyükaşık

2 Comments

  1. Erinç Kardeşim Merhaba,
    Şair boşuna demiyor, “İnsan biraz da yaşadığı yere benzer” diye. Eğer üretim bol ve paylaşım sorunları az ise, oradaki insanlar doğayla huzurlu bir bağ kurabilmişse, acıları daha kolay soğutabiliyor. Hatay’ın nerdeyse her yanını kapsayan bir sıcak paylaşım atmosferi, dışardan gelenlerin de kısa sürede buraya uyum sağlamalarına, rahatlamalarına vesile oluyor. Antakya’ya yerleşenlerden bunu görmek mümkün. Öncelikle acını paylaşırız. Bu duyarlı kaleminin daha üretken olmasını diliyoruz.
    Bugün daha büyük bir “acı”yla yüz yüze gelmiş durumdayız. Bölgeyi savaş alanına çevirmek için Apaydın Kampı’ndan beslenen katil sürüsü yanında, Yayladağlı olduğum için köylülerimiz tarafından “Cobraklı” olarak adlandırılan Keldağ’da NATO üssünün kurulmakta olduğu haberini almak, beni beynimden vurulmuşa döndermiştir. O Keldağ ki, mitolojide Zeus’a meydan okuyanların, tarihte işgalcilere kafa tutanların mekanı olmuştur. Cacius, Cebel-İ Akra ya da Keldağ dediğimiz o Aşkdeniz yumruğunun, savaş baronlarının başında patlayacağını biliyoruz. Eğer bu haber doğruysa, “Mürselekli Kadınlar”ın gazabına uğramalarını diliyoruz.

    Müslüm Kabadayı

  2. Din Dil Ayrımı Olmadan Yaşanan Kozmik Bir şehir Antakya..
    3 kutsal Dinin Barıdığı..

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

Previous Story

Yunan Aydınlanması – Karl Marx

Next Story

Meleklerin Uğramadığı Yer – E. M. Forster

Latest from Makaleler

Van Gogh’un kitap tutkusu

Geçtiğimiz haftalarda Paris’in izlenimci koleksiyonuyla ünlü Musée d’Orsay, Antonin Artaud’un Van Gogh: Toplumun İntihar Ettirdiği kitabından yola çıkarak yazar ile ressamı, Artaud ile Van

George Orwell’a ilham veren kitap: Biz

George Orwell‘ın 1984’ünü neden sevdiyseniz, Yevgeni Zamyatin‘in Biz‘ini sevmeniz için en az 1984 kadar nedeniniz var. Üstelik Biz, 1984’ten çok daha önce, 1920 yılında
Go toTop

OKUMA ÖNERİLERİMİZ