Anton Çehov ile ilgili anılarım – Maksim Gorki

Bir gün beni Küçükköy e, yanına çağırdı. Burada bir parça toprağı ve iki katlı, küçük, beyaz bir evi vardı. Bana malikânesini gösterip heyecanla konuşmaya başladı:
“Çok param olsaydı, hasta köy öğretmenleri için bir sanatoryum kurdururdum burada. Pencereleri büyük, tavanları yüksek, aydınlık bir bina yaptırırdım. Çok güzel bir kütüphanem, çeşitli müzik aletlerim, arı kovanlarım, sebze ve meyve bahçem olsaydı, tarımla, meteorolojiyle ilgili dersler verebilirdim. Bir öğretmenin her şeyi bilmesi gerekir, azizim, her şeyi!”

Birden sustu, öksürdü, yan yan bana baktı, sonra yüzüne o yumuşacık, sevimli gülümsemesi yayıldı. İnsanı her zaman karşı konulamazcasına kendisine çeken bu gülümseme, ağzından çıkan sözcüklere karşı özel, ciddi bir dikkat yaratırdı.
Hayallerim sizi sıkıyor mu Bunlardan söz etmeyi seviyorum. İyi, akıllı, eğitimli bir öğretmenin Rus köyü için ne kadar gerekli olduğunu bilemezsiniz! Bizde, Rusya da öğretmene birtakım özel koşullar sağlamak gerekiyor. Halkı eğitmezsek, devletin de tıpkı kötü pişirilmiş tuğladan yapılmış bir ev gibi yıkılacağını biliyorsak eğer, bunu bir an evvel yapmalıyız! Öğretmen, işine gönül vermiş bir sanatçı olmalıdır. Bizde ise öğretmen, çocukları eğitmek üzere köye, sanki sürgüne gidiyormuş gibi giden niteliksiz bir işçi, iyi eğitilmemiş biridir. Öğretmen açtır, yılgındır, elindeki bir lokma ekmeği de yitirmekten korkmaktadır. Oysaki, onun köyde öncü olması, köylünün sorduğu bütün sorulara yanıt verebilmesi, köylülerin onun sahip olduğu, dikkate ve saygıya değer gücü kabul etmeleri, hiç kimsenin ona bağırıp çağırmaya, kişiliğini aşağılamaya yeltenmemesi gerekir. Bizde polis memuru* zengin bakkal, papaz, ustabaşı, okulun koruyucusu, başçavuş ve öğretim müfettişi denilen memur dahil herkes öğretmeni aşağılıyor ama eğitimin en iyi şekilde verilmesine değil, yalnızca genelgelerin titizlikle uygulanmasına önem veriyorlar. Halkı eğitmek üzere çağrılmış bir insana kuruşla para ödemek saçmalık değil de nedir Halkı eğitmek diyorum, beni anlıyor musunuz Bu insanın eski püskü giysilerle dolaşmasına, rutubetli, yıkık dökük okullarda soğuktan titremesine, kömürden zehirlenmesine, üşütmesine, otuzuna varmadan larenjit, romatizma, tüberküloz hastalıklarına yakalanmasına göz yumulamaz… Bu aslında bizim ayıbımızdır! Bizim öğretmenimiz sekiz dokuz ay boyunca bir münzevi gibi yaşıyor, iki laf edecek kimsesi yok, yalnızlık içinde, kitabı, eğlencesi olmadan körelip gidiyor. Arkadaşlarını evine çağırıyor, o zaman da mimli biri olup çıkıyor. Mimli olmak… Kurnazların aptalları korkuttukları ne budalaca bir söz!.. Bunların hepsi insanı tiksindiren şeyler… büyük, çok önemli işler yapan bir insanla alay etmek gibi bir şey. Biliyor musunuz, ben bir öğretmen gördüğüm zaman, onun çekingen davranışı, sırtındaki kötü giysiler yüzünden utanıyorum, öğretmenin yoksulluğunda benim de suçum varmış gibi geliyor… Çok ciddiyim!
Sustu, bir an durdu ve elini sallayıp yavaşça şöyle dedi:
Şu bizim Rusya ne garip, ne hantal bir ülke.
Güzel gözlerini derin bir keder gölgesi kapladı, gözlerinin çevresini, bakışlarını derinleştiren ince kırışıklıklar sardı. Çevresine bakındı ve kendisiyle alay etti:
Gördünüz ya liberal bir gazetenin koskoca başyazısını size bir solukta okuyuverdim. Haydi gelin, sabrınıza karşılık size çay ikram edeyim…
Bunu sık sık yapardı: Sıcacık sözlerle, ciddi, içtenlikle konuşur, sonra aniden kendisiyle ve konuşmasıyla alay ederdi. Bu yumuşak, hüzünlü alayda sözcüklerin, hayallerin değerini bilen bir insanın ince kuşkuculuğu hissedilirdi ve bu alayda aynı zamanda sevimli bir alçakgönüllülük, ince bir nezaket de sezilirdi.
Ağır adımlarla, hiç konuşmadan eve doğru yürüdük. Pırıl pırıl, sıcacık bir gündü; dalgalar, güneşin parlak ışınlarıyla oynaşarak şıpırdıyordu; tepenin eteklerinde bir köpek keyifli sesler çıkarıyordu. Çehov, koluma girdi ve öksürükler arasında ağır ağır konuşmaya başladı:
Utandırıcı ve üzücü bir şey, ama doğru: Köpeklere gıpta eden pek çok insan var…
Hemen gülerek de ekledi:
Bugün, nerede eskimiş laf varsa onları söylüyorum, demek ki, yaşlanıyorum!
Şu sözleri ondan çok sık duymuşumdur:
Buraya bir öğretmen geldi… hasta, evli aynı zamanda. Ona yardım edemez misiniz Şimdilik ben bir şeyler verdim ama…
Ya da:
Gorkiy, bir öğretmen sizinle tanışmak istiyor. Kendisi gelemiyor, hasta. Siz onu ziyarete gidebilir misiniz
Veya:
Öğretmen hanımlar kitap göndermenizi rica ediyorlar..
Sözünü ettiği öğretmeni arada sırada onun evinde görüyordum: Hepimizin bildiği, sıradan bir öğretmen, sıkılganlığı yüzünden kıpkırmızı olmuş, bir sandalyenin köşeciğine ilişmiş, yüzü ter içinde, daha düzgün ve daha kültürlü konuşma çabasıyla sözcükleri bir bir seçiyor ya da aşırı utangaç birinin patavatsızlığıyla bütün dikkatini bir yazarın nazarında aptal durumuna düşmeme isteği üzerinde yoğunlaştırıyor ve o ana kadar belki de hiç aklına bile gelmemiş soruları Anton Pavloviçe art arda soruyordu.
Anton Pavloviç, bu kırık dökük konuşmayı dikkatle dinliyordu; kederli gözlerinde bir gülümsemenin ışığı parlıyor, şakaklarındaki kırışıklıklar seyiriyordu ve işte o derinden gelen, yumuşak, donuk sesiyle basit, açık, hayata yakın sözcükler söylemeye başlıyordu. Bunlar, konuştuğu kişiyi bir anda basitleştiren sözcüklerdi: Konuştuğu kişi akıllı bir çocuk olmaya çalışmaktan vazgeçiyor, bir anda hem daha akıllı, hem daha ilginç biri oluyordu.
Anımsıyorum, uzun boylu, zayıf, sarı, aç yüzlü ve çenesine doğru melankolik bir şekilde kıvrık uzun, kambur burunlu bir öğret-men, Anton Pavloviç*in karşısında oturmuş, kara gözlerini onun yüzünden ayırmaksızın iç karartıcı bas sesiyle şöyle demişti:
Bir eğitim dönemi boyunca bu türden yaşam izlenimlerinden çevremizdeki dünyaya karşı her türden nesnel davranış olanağını mutlak surette bastıran psişik bir yığışım oluşuyor. Kuşkusuz dün-ya, bizim onunla ilgili tasavvurumuzdan başka bir şey değildir… Öğretmen tam burada felsefe alanına girmiş ve bu alanda buzun üstünde yürüyen bir sarhoş gibi yürümeye başlamıştı.
Peki bana söyleyebilir misiniz, diye alçak sesle ve sevecenlikle sordu Çehov, sizin kazada çocuklara dayak atan kimdi
Öğretmen sandalyeden fırladı ve hiddetle ellerini sallamaya başladı:
Neler söylüyorsunuz! Ben miyim yani Asla! Dayak mı dediniz
Ve küskün bir halde oflayıp puflamaya başladı. Sinirlenmeyin, diye devam etti Anton Pavloviç, rahatlatıcı bir gülümsemeyle ben sizden mi söz ediyorum Aklıma geldi de. Gazetelerde okumuştum, dayak atan biri vardı, hem de sizin kazada…
Öğretmen oturdu, ter içinde kalan yüzünü sildi ve rahat bir nefes alıp, boğuk, bas sesiyle konuşmaya başladı:
Doğru! Öyle bir olay olmuştu. Makarov du o. Biliyor musunuz, hiç de şaşırtıcı değil! Vahşi, fakat anlaşılır bir şey. Makarov evli, dört çocuğu var, karısı hasta, kendisi de verem, maaşı yirmi ruble… okul deseniz, bodrum gibi bir yer, öğretmenin tek göz odası var.
Bu koşullarda hiçbir suçu yokken Tanrının meleğini bile döversin. Öğrencilere gelince, meleklikten çok uzaktır onlar, inanın!
Ve biraz önce zekice sözcükleriyle Çehov u şaşkına çevirmiş olan bu adam, birden kambur burnunu uğursuz bir şekilde sallayarak basit, taş gibi ağır sözlerle konuşmaya, Rus köyünün yaşadığı hayatın korkunç, lanet olası gerçeklerini anlatmaya koyulmuştu.
Öğretmen, ev sahibiyle vedalaşırken, onun incecik parmaklı zayıf elini iki elinin arasına alıp sallayarak şöyle dedi:
Size, bir amirin yanına gelir gibi, ürkerek ve titreyerek gelmiş, sonra hint horozu gibi kabarmış, başkalarından aşağı biri olmadığımı göstermek istemiştim… fakat şimdi anlayışlı, iyi, cana yakın bir adamın yanından ayrılır gibiyim. Anlayışlı olmak çok büyük bir iştir! Size çok teşekkür ederim! Gidiyorum. Yanımda güzel, iyi bir düşünce götürüyorum: Büyük adamlar da basittir, aralarında yaşadığımız bütün bu küçük insanlardan hem daha anlayışlı, hem de bize ruhen daha yakın insanlardır. Hoşça kalın! Sizi hiçbir zaman unutmayacağım…
Burnu seyirdi, dudakları güzel bir gülümsemeyle kıvrıldı ve birden şu sözleri ekledi:
Aslında namussuzların da, ki onlar da talihsiz insanlardır, canı cehenneme!
Anton Pavloviç, öğretmen giderken arkasından baktı, gülümsedi ve şöyle dedi:
İyi bir delikanlı. Ama öğretmenliği çok uzun sürmez… Niçin
Rahat vermezler de ondan… işten atarlar…
Biraz düşündükten sonra yumuşak, alçak bir sesle ekledi: Rusya*da dürüst insan demek, dadıların küçük çocukları korkuttuğu baca temizleyicisi gibi bir şey demektir…
Bana öyle geliyor ki, Anton Pavloviç in yanında her insan, daha basit, daha gerçek, daha fazla kendisi olma isteğini elinde olmaksızın hissederdi. İnsanların kitap tümcelerinden, moda sözcüklerden kapıp sırtlarına geçirdikleri rengârenk giysileri ve Rusların Avrupalı gibi görünme arzusuyla, tıpkı bir vahşinin yengeç ve balık dişleriyle süslenmesi gibi, takıp takıştırdığı bütün basit ve ucuz şeyleri üstlerinden çıkarıp attıklarını ben de kim bilir kaç kez gözlemlemişimdir. Anton Pavloviç balık dişlerini ve horoz tüylerini sevmezdi; insanın kendini daha önemli biri olarak göstermek için sırtına giydiği bütün alacalı, göz alıcı ve yabancı şeyler, onu şaşırtırdı. Karşısında böyle süslü püslü birini gördüğünde, bu kişinin gerçek yüzünü ve ruhunu olduğundan farklı gösteren bütün bu ağır ve gereksiz sırmalardan kurtarma isteğine kapıldığını ayrımsardım. A. Çehov bütün hayatını kendi ruhunun olanaklarıyla yaşadı, her zaman kendisi oldu, iç özgürlüğü vardı ve bazılarının Anton Çehov dan bekledikleri, daha kaba olan diğer bazılarının ise istediği şeylerle asla uzlaşmadı. Bacağında pantolonu yokken, ileride giyilecek kadife kostümler üzerine tartışmanın hiç de akıllıca bir şey olmadığını hatırına bile getirmeyip, ancak kendi kendini avutan sevimli Rus insanının pek hoşuna giden yüksek konulardaki konuşmaları hiç sevmezdi.
Basit ve sade olmanın güzelliğini kavramış biri olarak basit, gerçek, samimi olan her şeyi severdi. İnsanları basitleştirme konusunda kendine özgü bir tarzı vardı.
Bir gün çok şatafatlı giyinmiş üç hanım onu ziyarete gelmişti; hanımlar, odayı ipek giysilerinin hışırtılarıyla, ağır parfümlerinin kokularıyla doldurduktan sonra ev sahibinin karşısına ciddiyetle yerleşip, politikayla yakından ilgileniyorlarmış gibi bir havaya büründüler ve başladılar sorular yöneltmeye.
Anton Pavloviç! Ne dersiniz, savaş nasıl bitecek
Anton Pavloviç öksürdü, bir an durdu, yumuşak, ciddi ve sevecen bir ses tonuyla yanıtladı:
Herhalde barış yapılacak…
E, tabii ki! Peki ama kim kazanacak, Yunanlılar mı Türkler mi
Bence kim daha güçlüyse o kazanacak.
Peki, size göre kim daha güçlü diye soruyorlardı hanımlar birbirleriyle yarış edercesine.
Daha iyi beslenenler ve daha eğitimli olanlar…
Ah, ne zekice! diye haykırdı hanımlardan biri.
Siz hangisini daha çok seviyorsunuz Yunanlıları mı Türkleri mi diye sordu diğeri.
Anton Pavloviç, hanımın yüzüne tatlı tatlı baktı, uysal, nazik bir gülümsemeyle cevap verdi:
Ben marmelat severim… Siz de sever misiniz
Çok! diye heyecanla bağırdı hanım.
Çok hoş kokar! diye ciddi ciddi onayladı diğeri.
Sonra üçü birden marmelat konusundaki engin bilgilerini ortaya dökerek heyecanla konuşmaya başladılar. Zihinlerini zorlamak ve o ana dek akıllarına bile gelmemiş olan Yunanlılar ve Türklerle ciddi biçimde ilgileniyormuş gibi bir hava yaratmaya gerek kalmadığı için çok memnun oldukları açıkça görülüyordu.
Giderken Anton Pavloviç e neşe içinde vaatlerde bulunuyorlar
ve:
Size marmelat göndereceğiz! diyorlardı.
Sohbetiniz harikaydı! dedim, hanımlar gittiklerinde.
Anton Pavloviç kıs kıs güldü ve:
Her insanla kendi dilinde konuşmak gerek… dedi.
Başka bir gün Çehov un evinde yakışıklı sayılabilecek genç bir savcı yardımcısına rastladım. Genç adam, Çehov un karşısında di-kilmiş, kıvırcık kafasını sallayarak cesaretle konuşuyordu:
Anton Pavloviç, Suçlu öykünüzle beni son derece zor bir sorunla karşı karşıya bırakıyorsunuz. Deniş Grigoryev de bilinçli olarak işleyen kötü niyetin varlığını kabul edecek olursam, Deniş*i kayıtsız şartsız hapse tıkmak zorunda kalırım, çünkü toplumun çıkarları bunu gerektirir. Ancak o yabani biridir ve yaptığının suç olduğunu bilmiyor. Ona acıyorum! Eğer ona karşı bilinçsiz hareket eden biri gibi davranacak ve acıma duygularına kapılacak olursam, Denis in raylardaki vidaları yine söküp bir kazaya yol açmayacağını topluma nasıl garanti edebilirim İşte sorun bu! Ne yapmalıyım
Savcı yardımcısı sustu, gövdesini geriye doğru attı ve inceleyen bakışlarını Anton Pavloviç in yüzüne dikti. Sırtındaki üniforma yepyeniydi, göğsündeki düğmeler, bu genç ve adalet dağıtma konusunda kıskançlık derecesinde titiz adamın saf yüzündeki küçücük gözler gibi kendinden emin ve anlamsızca parlıyordu.
Ben yargıç olsaydım, dedi Anton Pavloviç ciddi bir ifadeyle, Denis i beraat ettirirdim…
Peki, neye dayanarak
Ona Sen, Deniş, henüz bilinçli bir suçlu olacak kadar olgunlaşmamışsın, git de olgunlaş!’ derdim.
Hukukçu gülmeye başlamıştı, fakat hemen ciddileşerek devam etti:
Hayır, saygıdeğer Anton Pavloviç, sizin ortaya koyduğunuz sorun, benim canını ve malını korumak görevini üstlendiğim toplumun çıkarları yararına çözümlenebilir ancak. Deniş, yabani bir adam, evet, fakat aynı zamanda da bir suçlu. Bu gerçeği değiştirenleyiz.
Gramofon dinlemeyi sever misiniz diye birden gülümseyerek sordu Anton Pavloviç.
Ah, evet! Çok severim! Şahane bir buluştur! diye heyecanla yanıtladı genç adam.
Bense gramofon sesine hiç katlanamam! dedi Anton Pavloviç sıkıntılı bir şekilde.
Neden
Çünkü gramofon da hiçbir şey hissetmeden konuşur ve şarkı söyler. Gramofondan çıkan sesler karikatür gibidir, ölü seslerdir… Peki fotoğrafla ilgilenir misiniz
Hukukçunun müthiş bir fotoğrafsever olduğu anlaşılmıştı; Çehov un zarif ve doğru bir şekilde biraz önce ifade ettiği bu şahane buluş la kendi arasındaki benzerliği hiç umursamadan gramofonu bir kenara bırakıp büyük bir hevesle fotoğraftan söz etmeye koyulmuştu. Üniformasının içinden, hayatta kendisini, hâlâ ilk kez ava götürülmüş bir enik gibi hissetmekte olan kıpır kıpır ve çok eğlenceli bir insancığın baktığını gördüm bir kez daha.
Anton Pavloviç, delikanlıyı uğurladıktan sonra kaşlarını çatıp şöyle dedi:
İşte görüyorsunuz… adalet koltuğunda böyle zıpçıktılar oturuyor ve insanların kaderini belirliyorlar.
Bir an sustuktan sonra ekledi:
Savcılar balık tutmayı çok severler! Özellikle de hanibalığı tutmayı!
Anton Pavloviç, her yerde bir kabalık bulma ve bunu belirtme sanatına, yani yalnızca yaşamdan yüksek beklentileri olan bir kimsenin erişebileceği, ancak insanları basit, güzel ve uyumlu gör-me isteğiyle yaratılabilecek bir sanata anlayışı vardı. Kabalık, onun şahsında her zaman acımasız ve sert bir yargıçla karşılaşıyordu.
Birisi, Anton Pavloviç in yanında, popüler bir dergi yayınlayan ve insanlara sevgi ve merhamet göstermek gerektiğini her fırsatta söyleyen bir adamın demiryolunda bir kondüktöre haksız yere hakaret ettiğini ve bu adamın, emri altında çalışanlara sürekli ve aşırı derecede kaba davrandığını anlatıyordu.
E, ne bekliyordunuz, dedi Anton Pavloviç, acı acı gülümseyerek, aristokrat ve okumuş biri… özel okulda okumuştu ya! Babası çarıkla dolaşırdı, kendisi cilalı potinler giyer…
Bu sözlerde aristokrat ı bir anda önemsiz ve gülünç düşüren bir şey vardı.
Çok yetenekli bir adam! demişti bir gazeteciden söz ederken. Her zaman böyle soylu, insancıl… limonata gibi yazılar yazar. Başkalarının yanında karısına aptal diye hakaret eder. Hizmetçi odası rutubetlidir ve oda hizmetçileri sürekli romatizmadan yakınırlar. ..
Anton Pavloviç, NN yi beğeniyor musunuz
Evet… çok beğenirim. Hoş adamdır, diyor Anton Pavloviç öksürerek. Her şeyi bilir. Çok okur. Üç tane kitabımın da üstüne yattı. Dalgındır, bugün size harika biri olduğunuzu söyler, ertesi gün birilerine, sevgilinizin kocasının mavi çizgili siyah ipek çoraplarını aşırdığınızı anlatır…
Birisi, onun yanında kalın dergilerdeki ciddi bölümlerin sıkıcılığından ve ağırlığından yakınıyordu.
Siz de o yazıları okumayın, dedi Anton Pavloviç ciddi bir yüz ifadesiyle. Danışıklı yazılar bunlar… ahbap çavuş yazıları. Bunları Bay Krasnov, Çernov ve Belov yazıyorlar. Biri yazıyı yazıyor, diğeri ona karşı çıkıyor, üçüncüsü de ilk ikisinin arasını buluyor. Karşılıklı oturmuş, iskambil oynuyorlar sanki. Bütün bunlardan okura ne Birisi de çıkıp bu soruyu kendi kendisine sormuyor.
Bir gün şişman, yanağından kan damlayan, şık giyimli, güzel bir hanım Çehov un evine gelmiş ve Çehovvâri konuşmaya başlamıştı:
Hayat çok sıkıcı Anton Pavloviç! Her şey öylesine sönük ki; insanlar, gökyüzü, deniz, hatta çiçekler bile soluk görünüyor gözüme. İçimde hiç istek yok… ruhumda bir kasvet… Sanki hastalık gibi…
Hastalık tabii! dedi Anton Pavloviç inandırıcı bir ifadeyle. Hastalık bu. Latince adı da morbus pritvorialis.
Neyse ki hanımefendi Latince bilmiyordu, belki de bildiğini belli etmedi.
Eleştirmenler, atların tarlayı sürmesine engel olan sığır sineklerine benzerler, dedi Anton Pavloviç, zekice gülümsemesiyle. At çalışmaktadır, bütün kasları, kontrbas teli gibi gerilmiştir, işte tam bu sırada sağrısına bir sığır sineği konar, kaşındırmaya, vızıldamaya başlar. Deriyi titretmek ve kuyruk sallamak gereklidir. Sığır sineği niye vızıldar Bunu kendisi de bilmiyordur herhalde. Sadece huzursuz bir yapısı vardır ve kendisinin de yeryüzünde var olduğunu, yaşadığını açıklamak ister. İşte bakın, ben de vızıldayabiliyorum, hem de her konuda! Yirmi beş yıldır öykülerim üzerine yazılan eleştirileri okuyorum, değer verilebilecek tek bir uyarıya, tek bir iyi tavsiyeye rastlamadım. Yalnız bir defa Skabiçevskiy, beni etkilemiş, benim bir duvar dibinde sarhoş halde geberip gideceğimi yazmıştı…
Gri, kederli gözlerinde hemen hemen her zaman ince bir alay kıvılcımı yumuşacık parlar, fakat bu gözler ara sıra soğuk, sert ve acımasız gözler olup çıkardı; böyle anlarda onun kıvrak, ta yüreğinden gelen sesi sertleşirdi. İşte o zaman bana öyle gelirdi ki, bu alçakgönüllü, yufka yürekli adam, eğer gerekli görüyorsa, kendisine düşman olanlara karşı güçlü ve sert olabilir, asla pabuç bırakmazdı.
Zaman zaman insanlara karşı tutumunda soğuk, sessiz bir karamsarlığa varan umutsuzluk hissederdim.
Acayip bir yaratık şu Rus insanı! demişti bir gün. Elek gibi, içinde hiçbir şey durmuyor. Gençken eline geçen her şeyi ruhuna dolduruyor, otuz yıl sonra ise içinde soluk paçavralar kalıyor. İyi yaşamak için, insanca yaşamak için çalışmak gerekir! Sevgiyle, inançla çalışmak gerekir. Bizde bunu beceremiyorlar işte. Mimar, bir iki güzel ev yaptıktan sonra oturup kâğıt oynamaya başlıyor. Hayatı boyunca kâğıt oynuyor veya tiyatro kulislerinde boy gösteriyor. Doktor, eğer pratik kazanmışsa, bilimsel gelişmeleri izlemeyi bırakıyor, Tedavide Yenilikler dışında hiçbir şey okumuyor ve kırk yaşına gelince de bütün hastalıkların üşütmekten kaynaklandığına ciddi ciddi inanıyor. Yaptığı işin önemini birazcık olsun kavramış tek bir memura rastlamadım: Başkentte ya da büyük bir kentte alıştığı gibi oturuyor, birtakım kâğıtlar yazıyor ve bu kâğıtlardaki buyruklar yerine getirilsin diye ücra Zmiyev ve Smorgon a gönderiyor. Bunlar Zmiyçv ve Smorgonda kimleri özgürlükten yoksun bırakacaktır Memur bu sorunun yanıtını, bir tanrıtanımazın cehennem azaplarını düşündüğü kadar az aklına getiriyor. Başarılı bir savunmayla isim yapmış bir avukat, gerçeğin savunulmasına özen göstermekten vazgeçiyor, yalnızca mülkiyet hakkını savunuyor, at yarışı oynuyor, istiridye yiyor ve kendisini tüm sanat dallarının erbabı olarak gösteriyor. îki üç rolde şöyle böyle bir oyun gösteren aktör, başka rollere çalışmıyor, kafasına bir silindir şapka geçirip, kendisini dâhi sanıyor. Rusya, açgözlüler ve tembeller ülkesidir: Bu insanlar doymazcasına yemek yiyorlar, içki içiyorlar, gündüzleri uyumayı seviyorlar ve uykularında horluyorlar. Sırf evlerinde bir düzen olsun diye evleniyorlar, toplum içinde itibarlı olmak için de kendilerine bir sevgili buluyorlar. Psikolojileri köpeklerinkine benziyor: Dayak yediklerinde sessizce mızırdanıp kulübelerine saklanıyorlar, okşandıklarında sırtüstü yatıp patilerini havaya dikerek kuyruk sallıyorlar.
Kaygılı, soğuk bir nefret vardı bu sözlerde. Ancak nefret ederken acıyordu da. Anton Pavloviç, yanında birine sövüp sayacak olursanız hemen o kişiye arka çıkardı:
Niye öyle diyorsunuz Adam yaşlı, yetmişine gelmiş…
Ya da:
Daha çok genç, aklı ermediği için yapmıştır…
Bunları söylerken de yüzünde herhangi bir nefret belirtisi görmüyordum.
Kabalık, gençlikte sadece eğlenceli ve önemsiz bir şey olarak görünür ama insanın çevresini ufak ufak sarar, beynini ve kanını, zehir ve kömür kokusu gibi gri dumanıyla doldurur ve insan, pasın kemirdiği eski bir tabelaya döner: Bu tabelanın üzerinde bir resim vardır ama nedir, anlayamazsın.
Anton Çehov, kabalığın insanın içini karartan acıklı şakalarını, bulanık bayağılık denizinde keşfetmeyi daha ilk öykülerinde başarmış biriydi; gülünç sözlerin ve durumların ardında yazarın acımasız ve itici ne çok şey gördüğüne ve utanarak bunları sakladığına inanmak için yapılacak tek şey, onun mizahi öykülerini dikkatle okumaktır.
Aşırı derecede alçakgönüllüydü. İnsanların, daha dürüst olmalarının kendileri için mutlaka gerekli olduğunu yine kendilerinin tahmin edebileceklerini boş yere umut ediyor, onlara yüksek sesle ve açık açık Sizler… daha dürüst olun! demeye kalkışmıyordu. Bütün kabalıklardan ve çirkinliklerden nefret ederek, hayatın iğrençliklerini bir ozanın soylu dili ve bir mizahçının yumuşacık gülümsemesiyle betimliyordu. Öykülerinin güzel dış görünüşlerinin ardında onların acı bir serzenişle dolu iç anlamı göze pek az çarpıyordu.
Çok saygıdeğer okur kitlesi, Albionun Kızı öyküsünü okurken gülüyor ve hali vakti yerinde bir beyefendinin her şeye ve herkese yabancı, yapayalnız bir adamla alçakça alay ettiğini neredeyse görmüyordu. Ben Anton Pavloviç in mizah öykülerinin her birinde, saf, gerçekten insanca bir yüreğin sessiz ve derinden iç çekişini, sahip oldukları insanlık erdemine saygı duymayı beceremeyen ve kaba kuvvete direnmeksizin boyun eğerek, köle gibi yaşayan, her gün olabildiğince daha yağlı lahana çorbası içmek gerektiğinden başka hiçbir şeye inanmayan ve kendilerini pataklayan güçlü ve küstah kişi her kim olursa olsun korkudan başka hiçbir şey hissetmeyenlere karşı umutsuz bir acımanın iç çekişini duyarım.
Hayattaki küçük şeylerin acıklılığını hiç kimse Anton Pavloviç kadar açık ve ince bir şekilde anlamamıştır, ondan önce hiç kimse, insanlara küçük burjuva bayağılıklarının bulanık karmaşası içindeki yaşamlarının hazin ve rezil manzarasını böylesine katı bir gerçeklikle resmetmemiştir.
Bayağılık onun düşmanıydı; hayatı boyunca bayağılıkla mücadele etmiş, onu alaya almış ve ilk bakışta her şeyin çok iyi, çok düzgün, hatta pırıl pırıl göründüğü yerlerde bile bayağılık küfünü bulup ortaya çıkararak, sakin ve keskin kalemiyle betimlemiştir ve bayağılık, bunun öcünü, onun, yani büyük bir ozanın ölü bedenini, istiridye vagonunda taşıtarak aşağılık bir davranışla almıştır.
Bu vagonun kirli yeşil rengi bana, bayağılığın, yorgun düşmanıyla alay eden geniş, muzaffer gülümsemesi olarak, sokak gazetelerinde yer alan sayısız anı ise ardında, düşmanının ölümüne için için sevinen yine aynı bayağılığın soğuk, pis kokulu nefesini hissettiğim ikiyüzlü üzüntüsü olarak görünüyor.
Anton Pavloviç in öykülerini okurken kendini, havanın son derece berrak olduğu ve bu berrak havada çıplak ağaçların, birbirine bitişik evlerin, külrengi insanların keskin çizgilerle resmedildiği hüzünlü bir sonbahar gününde hissedersin. Her şey öylesine tuhaf, öylesine tek başına, hareketsiz ve güçsüzdür. Koyu maviye bürünmüş uzaklar ıssızdır ve soluk gökyüzüyle birleşerek, buz tutmuş çamur tabakasıyla kaplı toprağa kasvetli bir soğuk üflemektedirler. Yazarın aklı, yürüye yürüye kanıksanmış yolları, eğri büğrü sokakları, zavallı küçük insanların bilinçsiz, yarı uykulu bir koşuşturmayla doldurdukları, can sıkıntısından ve tembellikten boğulmak üzere oldukları sıkışık ve pis evleri, sonbahar güneşi gibi korkunç bir parlaklıkla aydınlatmaktadır, işte köle misali çok sevebilen sevimli, uysal bir kadın olan Duşeçka , gri bir fare gibi huzursuz, fırt fırt oraya buraya koşup duruyor. Suratına tokat atılabilir ama o, yüksek sesle inlemeye bile cesaret edemeyen uysal bir köledir. Onun yanında Üç Kızkardeşler den Olga, üzüntüyle duruyor: O da sevgi doludur ve tembel erkek kardeşinin ahlaksız ve kaba karısının kaprislerine hiç itiraz etmeden boyun eğiyordur. Kız kardeşlerinin hayatı, gözlerinin önünde paramparça olurken o ağlamakta ve hiç kimseye, hiçbir yardımda bulunamamaktadır. Bayağılığa karşı ağzından tek bir güçlü, canlı protesto sözü çıkmaz.
İşte insanın gözlerini yaşartan Ranevskaya ve Vişne Bahçesi3nin diğer eski sahipleri. Onlar da çocuklar kadar bencil, yaşlılar kadar cansızdırlar. Ölmek için geç kalmışlardır ve çevrelerindeki hiçbir şeyi görmeksizin, hiçbir şeyi anlamaksızın sızlanmaktadırlar. Ha-yata yeniden yapışma gücünden yoksun birer asalaktır onlar, işte haylaz öğrenci Trofimov, bir yandan çalışmanın gerekli olduğu konusunda nutuk atarken, bir yandan da çevresindeki işsiz güçsüz takımını rahat ettirmek için durup dinlenmeden çalışan Varya ya aptalca şakalar yaparak ortalıkta boş boş dolanıp duruyor.
Verşinin, üç yıl sonra yaşamın ne kadar güzel olacağını hayal ediyor ve çevresindeki her şeyin çürüdüğünü, Solenıy ın sıkıntıdan ve budalalığı yüzünden zavallı Baron Tuzenbah ı gözleri önünde öldürmeye hazır olduğunu fark etmeksizin yaşıyor. Aşklarının, budalalıklarının ve tembelliklerinin, dünya nimetlerine karşı aç-gözlülüklerinin kölesi olmuş kadınların ve erkeklerin oluşturduğu başı sonu olmayan bir insan dizisi gözler önünden geçiyor; yaşam karşısında karanlık bir korkuya kapılmış olan bu köleler, bulanık, belirsiz bir endişeyle yürüyorlar ve yaşadıkları zamanda kendileri¬ne yer olmadığını hissederek, gelecekle ilgili abuk sabuk konuşma¬larla hayatlarını dolduruyorlar.
Bu soluk kitle içinde zaman zaman bir silah sesi duyuluyor, İvanov veya Treplev, ne yapmaları gerektiğini anlamışlar ve ölmüşlerdir.
Bu insanlardan pek çoğu, iki yüz yıl sonra yaşamın ne kadar güzel olacağını hayal ediyor ama şu basit soruyu sormak hiç kim-senin aklına gelmiyor: Biz hep böyle hayal kurmayı sürdürürsek, hayatı kim düzeltecek
Bütün bu güçsüz insanların oluşturduğu sıkıcı, boz kalabalığın yanından büyük, akıllı, her şeye dikkat eden bir adam geçti, yurdunun bu can sıkıcı insanlarına baktı ve hüzünlü bir gülüm-semeyle, yumuşak ama derin sitemlerle dolu bir tonla, yüzünde ve göğsünde umutsuz bir kederle, samimi, güzel sesiyle şöyle dedi: iğrenç bir yaşam sürüyorsunuz, baylar!
Beş gündür ateşim var ama canım yatmak istemiyor. Gri Fin yağmuru, ıslak tozlar halinde yere dökülüyor. Küçük Inno Kalesinde toplar gümbürdüyor, birilerini Vuruyorlar. Projektörün uzun dili geceleri bulutları yalıyor. Şeytanca bir sanrıyı, savaşı akla getirdiği için iğrenç bir manzara bu.
Çehov okudum. Bundan on yıl önce ölmüş olmasaydı eğer, savaş, insanlara karşı duyulan nefretle ilk önce onu zehirleyerek öldürürdü herhalde. Aklıma cenaze töreni geldi.
Moskova nın tatlı sevgilisi yazarın naaşı, kapısında iri harflerle istiridye için yazan yeşil bir vagonla getirilmişti. Yazarı karşılamak üzere istasyonda toplanmış olan küçük kalabalığın bir kısmı, Mançurya dan getirilmiş olan General Kellerin naaşının ardından yürüyor ve Çehov un neden askeri bando müziği eşliğinde gömüldüğüne şaşıyorlardı. Yanlışlık ortaya çıktığı zaman bazı neşeli insanlar kıs kıs gülmeye, kikirdemeye başladılar. Çehov un tabutunun arkasından en fazla yüz kişi yürüyordu; damatlar gibi yeni ayakkabılar giymiş, rengârenk kravatlar takmış iki avukat aklımda iyice yer etmiş. Bu avukatların ardı sıra yürürken adı, V. A. Maklakov olanın, köpeklerin zekâsından söz etmekte olduğunu, tanımadığım diğerinin ise yazlık evinin konforunu ve evin çevresindeki doğal güzellikleri öve öve göklere çıkarttığını işitiyordum. Leylak rengi elbise giymiş bir hanımefendi de, dantelli şemsiyesinin altında yürürken bağa gözlüklü yaşlı bir adama: Ah, fevkalade sevimli ve zeki biriydi.. diyordu.
Yaşlı adam pek inanmamış gibi öksürüyordu. Sıcak, tozlu bir gündü. Alayın önünde şişman emniyet müdürü, besili, beyaz atının üstünde azametle ilerliyordu. Bütün bunlar ve daha pek çok şey, büyük ve zarif sanatçının anısıyla hiçbir biçimde bağdaşmıyordu.
Çehov, yaşlı A. S. Suvorin e yazdığı mektuplardan birinde şöyle diyordu:
Hayatını düzyazı yazarak kazanmak gibi insanın yaşama sevincini alıp götüren, duyumsamazlığa sürükleyen sıkıcı ve şiirsellikten uzak bir şey daha yoktur.
Bu sözlerde, bence yalnızca Anton Pavloviç e özgü olmayan, genel, aşırı derecede Rus özelliği taşıyan bir ruh hali ifade buluyor. Her şeyin çok olduğu, ancak insanlarda çalışma sevgisinin bulunmadığı Rusya da çoğunluk böyle düşünür. Bir Rus, enerjiye hayrandır, ama enerjiye inancı azdır. Rusya dan, örneğin Jack London gibi hareketli, enerjik ruhlu bir yazar çıkmaz. Gerçi London un kitapları ülkemizde hevesle okunur ama ben bu kitapların Ruslarda eylem yapma isteği uyandırdığını sanmıyorum, bu kitaplar olsa olsa hayal gücünü biraz kımıldatır. Ancak Çehov, bu anlamda çok Rus değildir. Onun hayatını kazanma kavgası, daha gençlik yıllarında, sadece kendi boğazına yetecek ufacık bir lokma için değil, koskoca bir ekmek için küçük, günlük işler olarak, yani pek hoş olmayan biçimiyle başlamıştır. İnsana sevinç aşılamayan bu işlere gençliğinin bütün gücünü vermiştir. Şaşırtıcı olan, gülmece duygusunu nasıl koruduğu sorusunun yanıtıdır. Hayatı yalnızca insanların can sıkıcı zenginlik ve refah isteği olarak görüyordu; hayatın büyük dramları ve trajedileri, ona göre, günlük olayların kalın perdesi altında gizliydi. Ancak çevresinde tok insanlar görme kaygısından birazcık kurtulduğu zaman, keskin bakışlarını bu dramların içyüzüne dikmiştir.
Kültürün temeli olarak emeğin önemini Anton Pavloviç kadar derinden ve çok yönlü hissedebilen birini daha görmedim. Bu durum, onun bütün ufak ev eşyalarında, bu eşyaların seçiminde ve onlara karşı sevgisinde ifadesini bulmuştur. Bir şeyler biriktirme hırsından uzak, eşyalara, insan ruhunun yaratma gücünün ürünlerine duyulan hayranlık biçiminde ortaya çıkan soylu bir sevgidir bu. O, bina yapmayı, bahçe düzenlemeyi, toprağı süslemeyi sever, çalışmanın şiirini duyumsardı. Bahçesine kendi elleriyle diktiği meyve ağaçlarının ve süs çalılarının büyümelerini öyle dokunaklı bir kaygıyla izlerdi ki! Autko daki evin yapımıyla ilgili koşuşturmaca içinde şöyle demişti:
Her insan kendi toprağında yapabileceği her şeyi yapmış olsa dünyamız ne kadar güzel olurdu!
Vaska Buslayev oyununu yazmaya başladıktan sonra, övüngen Vaskanın şu monologunu okumuştum ona:
Ah, keşke daha güçlü olsaydım!
Sıcak soluklar verip karları eritseydim,
Çepeçevre dünyayı gezip her yeri sür şeydim,
Bir asır dolaşıp kentler kuşatsaydım,
Kiliseler kurup bahçeler ekseydim!
Toprağı süsleseydim kız gibi,
Sarılsaydım ona yavuklum gibi,
Kaldırsaydım toprağı göğsüme kadar,
Kaldırsaydım, götür şeydim onu Tanrıya:
-Bak Tanrım, nasıl bir toprak,
Onu nasıl da süsledi Vaska!
Sen onun taşını göğe attın,
Bense onu zümrüt kadar değerli yaptım!
Bak, Tanrım, sevin,
Güneşte nasıl da yeşil yeşil parlıyor!
Onu sana armağan etseydim,
Ama -pahalıya mal olur- hem de çok pahalıya!
Monolog Çehov un hoşuna gitmişti; heyecanla öksürüp bana ve Doktor A. N. Aleksin e şöyle demişti:
Güzel… Son derece gerçek, insanca! Tüm felsefenin anlamı bu işte. İnsanoğlu dünyayı bir yaşama alanı yaptı, onu kendisi için de rahat edeceği bir hale getirecektir. Başını kararlı bir tavırla salladıktan sonra yineledi: Evet, getirecektir!
Vaskanın kendi kendine düzdüğü övgüyü bir kez daha okumamı söyledi, dinledikten sonra pencereden bakarak şu öğüdü verdi:
Son iki dizeye gerek yok, şiiri bozuyor. Fazlalık…
Edebi çalışmalarından çok az ve isteksiz söz ederdi; söz etmek istediğinde de efendice, Lev Tolstoy dan bahsederken gösterdiği özenle konuşurdu. Çok ender olarak, neşeli bir anında, bir konuyu, genellikle de mizah içeren bir konuyu gülerek anlatırdı.
Biliyor musunuz, tanrıtanımaz bir öğretmen hanımı anlatan bir öykü yazacağım. Darwin hayranı bu hanım, halkın boşinançlarıyla savaşmak gerektiğine inanıyor, fakat kendisi, köprücükkemiği için gecenin on ikisinde, hamamda kara bir erkek kedi pişiriyor. Bu kemik, erkeğin ilgisini çeker, onu kendisine âşık edermiş…
Oyunlarından neşeli şeylerden söz eder gibi söz ederdi ve neşeli oyunlar yazdığına galiba yürekten inanırdı. Savva Morozov, büyük olasılıkla onun sözlerinden hareket ederek ısrarla, Çehov un piyeslerini lirik komediler olarak sahneye koymak gerekir, diyordu.
Ancak Çehov, genel anlamda edebiyata çok önem verir, genç yazarlara özellikle duyarlı davranırdı. B. Lazarevskiy, N. Oliger ve diğer pek çoklarının sayısız müsveddesini şaşılacak bir sabırla okurdu.
Daha fazla yazar gerek bize, diyordu. Gündelik yaşamımızda edebiyat, seçkinler için bile henüz çok yeni bir şey. Norveç te her iki yüz yirmi altı kişiye bir yazar düşüyor, bizde ise bir milyon kişiye bir yazar…
Hastalık, onda bazen bir merak hastasının, hatta bir insandan- kaçarin ruh halini yaratıyordu. Böyle günlerde eleştirilerinde huysuz ve insanlara karşı davranışlarında zor biri oluyordu.
Bir gün, sedire uzanmış, kuru kuru öksürerek elindeki termometreyle oynarken şöyle demişti:
Sonunda ölmek için yaşamak eğlenceli bir şey değil ama vaktinden önce öleceğini bile bile yaşamak da çok aptalca…
Başka bir defa, açık pencerenin önünde oturmuş, uzaklara, denize bakarken ansızın kızgınca şöyle demişti:
Güzel bir hava, iyi bir ürün, hoşa giden bir roman umuduyla, zengin olmak ya da polis komiseri olmak umuduyla yaşamaya alışmışız, daha akıllı olmak umudunu ise görmüyorum insanlarda. Yeni bir çar gelirse daha iyi olacağını, iki yüz yıl sonra daha iyi bir şeyler olacağını düşünüyoruz ve bu iyi şeylerin hemen yarın olması için hiç kimse çaba göstermiyor. Hayat her geçen gün her yönüyle daha karmaşık hale geliyor ve almış başını bir yerlere doğru gidiyor, insanlarsa gözle görülür biçimde aptallaşıyorlar ve giderek daha fazla insan yaşamdan uzak kalıyor.
Bir an düşündü ve alnını kırıştırıp ekledi:
Tıpkı haçlı yürüyüş sırasındaki sakat dilenciler gibi.
O, bir hekimdi, ancak bir hekimin hastalığı, hastalarının hastalığından her zaman daha ağırdır; hastalar organizmalarının yıkıldığını yalnızca hissederler, hekimin ise bu konuda bildiği şeyler vardır. Bilginin ölümü yaklaştıran bir şey sayılabildiği olaylardan biridir bu.
Güldüğü zaman gözleri çok güzel oluyordu: Bir kadının gözleri kadar tatlı ve yumuşak. Neredeyse sessiz denebilecek gülüşü çok güzeldi. Gülerken gülmenin zevkine varıyor, sevince boğuluyordu; böyle içten gülebilen birini daha tanımıyorum.
Kaba fıkralar onu hiç güldürmezdi.
Sevimli ve içten gülerken bana şunları anlatıyordu:
Tolstoy size karşı neden bir öyle bir böyle davranıyor, biliyor musunuz Kıskanıyor, Sulerjitskiy in (*) sizi, kendisinden daha fazla sevdiğini düşünüyor. Evet, evet. Dün bana, şöyle dedi: Gorkiy e karşı samimi davranamıyorum, nedenini kendim de bilmiyorum ama yapamıyorum. Suler in onun evinde kalması bile hoşuma gitmiyor. Suler için zararlı bir şey bu. Gorkiy hırçın bir adam. Zorla saçı kesilip rahip giysileri giydirilmiş ve bu yüzden herkese kızmış bir ilahiyat öğrencisine benziyor. Gözcü ruhu var onda. Bir yerlerden kalkıp, bilmediği Kenan Ülkesine(**) gelmiş, herkesi dikkatle inceliyor, her şeyi görüyor ve her şeyi tapındığı Tanrıya rapor ediyor. Tanrısı da köylü kadınların inandığı orman devi ya da su cini türünden bir umacı/
Çehov, anlatırken gözlerinden yaş gelene kadar gülmüş, gözyaşlarını silerken şöyle devam etmişti:
Ben Gorkiy, iyi adamdır, diyorum. O ise Hayır, hayır, ben biliyorum, diyor. Burnu ördek gagası gibi. Sadece mutsuz ve hırçın insanların burnu böyle olur. Kadınlar da onu sevmiyorlar, kadınların, tıpkı köpekler gibi, iyi insanı anlama sezgileri vardır. Suler e bak, o, insanlar konusunda gerçekten de paha biçilmez karşılıksız sevme yeteneğine sahiptir. Bu konuda bir dâhidir. Sevebilmek, her şeyi yapabilmek demektir…
Çehov, bir süre durup, dinlendikten sonra yineledi:
Evet, ihtiyar kıskanıyor… Ne garip değil mi
Tolstoy dan hep gözlerinde özel, belli belirsiz, tatlı ve utangaç bir gülümsemeyle, sesini alçaltarak, özenli, yumuşak sözcükler gerektiren hayali, gizemli bir şeymiş gibi söz ederdi.
Çehov, Tolstoy un yanında, tıpkı Eckermann(***) gibi, yaşlı bilgenin keskin, beklenmedik ve genellikle de çelişkili düşüncelerini titizlikle kaydedecek birinin bulunmayışına çok kez hayıflanmıştır. Bu işi siz yapabilirsiniz, diye Sulerjistkiy i ikna etmeye çalışırdı. Tolstoy sizi çok seviyor, sizinle ne kadar çok, ne kadar güzel konuşuyor.
Çehov, Suler le ilgili olarak bana:
Akıllı bir çocuk bu Suler, demişti.
Çok doğru söylemişti.
Tolstoy, bir keresinde benim yanımda Çehovun bir öyküsünden, galiba Duşenka dan övgüyle söz etmiş, şöyle demişti:
Bakire bir kızın ördüğü dantel sanki bu öykü; eskiden böyle dantelci kızlar, yaşlı kızlar vardı. Bu kızlar bütün hayatlarını, bütün mutluluk hayallerini desene dökerlerdi. Sevgililerini desenlerle hayal ederler, tüm gizli, saf sevgilerini ördükleri dantele aktarırlardı. Tolstoy çok heyecanlanmış, gözlerinde yaşlar belirmişti.
O gün Çehov un ateşi yüksekti, kıpkırmızı olmuş yanaklarıyla oturuyor, başını eğmiş, özenle gözlüğünü siliyordu. Uzun süre konuşmadı, sonunda derin bir iç çekip alçak sesle ve mahcup:
Dizgi hataları var… dedi.
Çehov la ilgili çok şey yazılabilir. Ancak onun hakkında çok incelikli, çok düzgün yazılar yazmak gerekir ki bunu da ben beceremiyorum. Onun hakkında yazarken tıpkı onun gibi, onun hoş kokulu, zarif ve hüzünlü Bozkır öyküsü gibi bir öykü yazmak, yapılacak en güzel şey olurdu.
Böyle bir insanı anımsayınca insanın hayatına hemen bir canlılık geliyor, yeniden parlak bir anlam katılıyor.
İnsan, dünyanın eksenidir.
Peki ya kusurları, eksiklikleri
Hepimiz insan sevgisine açız, insan açken iyi pişmemiş ekmek bile tatlı gelir.
1905, 1923

(*) L. A. Sulerjitskiy (1872-1916): Rus toplum adamı ve tiyatrocu. Stanislavskiy in yar¬dımcısı , Tolstoy, Çehov ve Gorkiy nin yakın dostu.
(**) Kenan Ülkesi: Filistin-Fenike kıyısında bir bölge. Adanmış Ülke nin ya da İsrail in eski adı.
(***) Eckermann (1792-1854): Alman yazar. Goethe nin özel sekreteri.

Kaynak: Edebi Portreler, Maksim Gorkiy, Çeviren: Ayşe Hacıhasanoğlu, Yordam Kitap, Şubat 2007, sayfa 101-121

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir