Araba Sevdası, Recaizade Mahmut Ekrem

Recaizade Mahmut Ekrem, 1896 yılında yazdığı “Araba Sevdası” adlı tek romanı ile gerçekçi (realist) roman akımının öncülerinden biri oldu. Edebiyat tarihimizin dönüm noktası olarak kabul edilen Araba Sevdası romanı, bin sekiz yüzlerde İstanbul’un sosyete ve sefahat yaşamını konu alan bir romandır. Yazar Recaizade Mahmut Ekrem, Tanzimat Edebiyatının sona erdiği, buna karşılık Servet-i Fünun edebiyatının ağır bastığı dönemin ünlü edebiyatçılarındandır. Aslında Araba Sevdası bu geçişte önemli bir yere sahip. Dönemin siyasi kargaşası bir yana, Osmanlı’nın yeni yeni batıya açılma çabalarıyla, İstanbul’un aristokrat çevrelerinin nasıl bir anda Fransızca meraklısı olduğu komik ve alaycı bir dille ifade ediliyor. Mahmut Ekrem’in bu anlamda mizahi kişiliği ön plana çıkar. Romanın esas vurgusu ise dönemin ehli- keyfine yapılan eleştirilerdir.
Recaizade Mahmut Ekrem tek romanı olan Araba Sevdası’nda süslü ve ağır bir dil kullanmıştır. Fransızca kelimeler ve tamlamalar dikkat çekiyor. Romanında aşkı, pişmanlığı, merhameti ve bir insanın gözler önünde nasıl eriyip gittiğini konu edinmiştir. Betimlemeye sık rastlanır ve anlatım 3.tekil şahsın ağzından yapılmaktadır.
Yazar Recaizade Mahmut Ekrem, bu dönemi Batılılaşmanın yanlış anlaşıldığı bir dönem olarak değerlendirip eserine yansıtıyor. Özenti ve taklit, batılılaşmanın zararlarını ortaya koyuyor.
Araba Sevdası; Babadan kalan servetini batılı yaşayışa özenerek, hiç bitmeyecek edasıyla harcayan bu yüzden de adı Mirasyedi’ye çıkan ve küçük yaştan beri doğru dürüst eğitim alamadan yetiştirilen bir gencin aşkını anlatır.
Romanın Adı Neden Araba Sevdası? : Bihruz bey batılı tarzdaki hayatını renklendirmek için iki unsur seçmiştir: Araba sevdası ve bir kadına duyulan sevda, yani aşkı. Bu iki unsur birbirine sıkı sıkıya bağlıdır. Bir anlamda Araba Sevdası, Bihruz beyin aşkını doğurur.
Araba Sevdası, Avrupa görmüş gençlerden; Frenkler gibi süslü gezen, gösteriş olsun diye cebinde Fransızca dergi ve gazetelerle dolaşan, “Bonjur!”, “Bonsuvar!”, “Vuz alle biyen” diyebilmek için Beyoğlu’nda adam arayan; Türkçe konuşurken araya yalan yanlış Fransızca sözcükler katmadan edemeyen, savurganlığa, borç etmeye özenen; Türkçeyi kaba bir dil sayıp bu dilin cahili olduğu için övünen Bihruz Bey’in trajikomik öyküsüdür.

“Romanın kahramanı Bihruz Bey, olmayan bir aşkı Perives Hanım’da somutlaştırarak, araya Frenk romanlarında yaşanan aşkları da serpiştirerek kendisine varsayımsal bir aşk ve bir dünya yaratır. Recaizade Mahmud Ekrem’in çağının önünde diyebileceğimiz dil ustalığıyla yarattığı, trajikoma özentiliği bu denli çarpıcı yansıttığından aynı zamanda komik bir romandır.
“Recaizade Mahmut Ekrem’den: ‘Araba Sevdası’nın Bihruz’unun sofrası da onun alafrangalıkla alaturkalık arasında sıkışmış halini yansıtır. Önce sebze çorbası ardından, nemse böreği, yerli kalkan balığı tavası, mayonezli tavuk söğüşü, piliç etiyle güveçte pişmiş taze bamya, bezelyeli kuzu külbastısı, kremalı çikolata üstüne de meyve… Bunlara Bordo şarabı eşlik eder. Aynı Bihruz, şetali dondurmasının Fransızcasını bilmeyen garsonu da pek aşağılamıştır romanın başka bir yerinde. Bihruz’un doğu ile batı arasında çarpılmış aklının bir göstergesidir yemek alışkanlığı. Belli ki mayonez, kremalı çikolata ve Bordo şarabı onun kof batılılaşmasının ipuçlarıdır. Bir diğer ilginç ipucu da Fransız Noca’nın durumudur. Bu saf doğuluyu her fırsatta tokatlayan hocanın bu yemeklere karşı olan tavrı. Sebze çorbasının üstüne şarap içince tıkanır ama zorla da olsa yemeği sürdürür. Sömürünün bir devamı gibidir yemekleri geri çevirmemesi.
Yemek anlatmakla da yemekle de bitecek gibi bir şey değil. Bence yazarların dünyaya bakışını anlamak için çizdikleri sofralara dikkat etmekte büyük fayda var.”
(Sırma Köksal’ın 02/07/2004 tarihinde Radikal Gazetesi’nde yayımlanan “Edebiyatta sofraları” adlı yazısı)


Recaizade Mahmut Ekrem , `Araba Sevdası ` adlı romanında bilinç akışı tekniğini James Joyce `den önce kullanıyor. `Araba Sevdası ` bu açıdan yalnız Türk edebiyatında değil dünya edebiyatında da önemli bir metindir. Ekrem , aynı zamanda eleştirmen Terry Eaglaton`ın `tren tarifeleri bile edebiyata dahildir` tesbitinden çok önce bakkalların tabelalarının edebiyat ürünü olduğunu söyledi.
Bihruz beyin hayatı bir üçlü kısır döngü üzerine oturtulmuştur: konak hayatı, batılı yaşayış tarzının sergilendiği seyir yerleri (Çamlıca ve Beyoğlu) ve aşk hayatıdır. Roman, Tanzimat döneminde, 1870 yılında geçen olayları anlatıyor. Bu dönemde, Tanzimat Fermanı ile günlük yaşamda söz konusu olmaya başlayan değişim romana yansıyor.

Araba Sevdası romanının Özeti
Bihruz Bey bir Osmanlı paşasının oğludur. Evde özel hocalardan yarım yamalak bir eğitim görmüştür. Alafrangalığa özenir, süsü, gösterişi sever. Şık giyinir. Şımarık, sorumsuz bir gençtir. Her fırsatta az buçuk bildiği Fransızcasıyla terziler, ayakkabıcılar ve garsonlarla konuşur. Böylece Batılı olduğunu sanır.

Devrin pahalı eğlence yerlerinde arabasıyla gezer. Bir gün Çamlıca Tepesi’ne çıkar. Güzel bir arabada sarışın, kibar görünüşlü bir kız görür. Hemen ona aşık olur. Ertesi hafta yine oraya gider. Binbir özenle yazdığı mektubu kızın arabasına atar. Fakat, o günden sonra onu bir daha göremez. Yemeden içmeden kesilir, zayıflar. İşini, annesini ihmal eder. Arkadaşlarından Keşfi Bey aşkını öğrenir. Ona kızın öldüğünü, ailesini yakından tanıdığını, bir de ablası bulunduğunu söyler. Bihruz Bey bu yalana inanır.

Aradan günler geçer, Bihruz Bey’in aşkı yavaş yavaş küllenir. Şehzadebaşı’nda dolaşırken, tutulduğu kıza rastlar. Fakat onun sevgilisi değil, ablası olduğunu düşünür. Güçlükle kadının yanına yaklaşır, üzüntüsünü bildirir, kız kardeşine olan aşkından söz eder. Mezarın yerini sorar. Kadın güler. Bihruz Bey’e onunla nerede karşılaştığını açıklar ve kızkardeşi bulunmadığını söyler. Alaylı kahkahalar atar. Bihruz Bey düştüğü kötü durumdan kurtulmak ister. Fakat pot üstüne pot kırarak daha gülünç olur. Utançtan kıpkırmızı kesilir. Sonra , bir yolunu bularak oradan ayrılır.
Bihruz Bey, babasının işi icabı memleketin birçok yerini dolaşmış ve bu nedenle tahsilini pek yapamamış bir gençtir. Babasının varlığıyla yaşayan, bir evin biricik evladıdır. Ehemmiyet verdiği yegane şeyler; markalı giyinmek, Fransızca dersi almak, aldığı bu derslerle öğrendiği Fransızcayı alakalı alakasız her yerde kullanmak, ve bir de belki en mühimi ve romana ismini veren kısmı, pahalı arabasıyla dolaşmaktır. (Şüphesiz araba sözcüğü ile , günün önemli ulaşım araçlarından biri olan, atlı araba anlaşılmalıdır.) Babasının vefatından sonra büyük bir servetin üzerine konar, bu pahalı ve özentili yaşamıyla tam bir mirasyedidir.
Arabası ile gezmek onun için öyle bir hal almıştır ki, soğuk kış günlerinde ya da yazın kavurucu sıcağında günün yirmi dört saatini arabasında geçirmektedir. Bu arada pahalı arabasının bir hayli yüklü taksitlerini elindeki köşkleri satarak ödemektedir.
Haftanın birkaç günü Mösyö Piyer’den aldığı Fransızca dersleri, belki tahsil hayatının yegane bölümüdür. Yarım yamalak bilgisiyle, olur olmaz yerlerde kullandığı diliyle, Fransız uşak Mişel’in bile zaman zaman anlamadığı bir konuşması vardır. Hele Fransız yazarların edebi kitaplarını okumak, onlarla mest olmak onun için edebiyatın kendisidir.
Kadınlar konusunda ise fazlaca iştahlı değildir. Beğenmek şöyle dursun, yegane hedefi, araba ekipmanı ve markalı kıyafetleriyle göz doldurmak, beğenilmek, hatta hayranlık uyandırmaktır. Bu nedenle şehrin eğlence merkezlerini fellik fellik gezmekten başka işi yoktur, işine bile arada bir uğrar. Hayat onun için böylece sürüp giderken, sefahat mekanlarından biri ola Çamlıca’da, ahbabı Keşfi Bey ile sohbet ederken gördüğü sarışın dilber ilgisini çeker, hatta oracıkta ona aşık olur. Onun da kendisine aşık olduğuna inanmaktadır. Bundan sonra Bihruz Bey’in platonik aşkının, hatta kurgusal aşkının, Keşfi Bey’in yalanlarıyla nasıl şekillendiğinin komik bir hikayesi anlatılır..
Keşfi Bey, etrafında yalancılığıyla bilinen, yaşantısıyla Bihruz’dan pek farkı olmayan sorumsuz bir gençtir. Yalanlarını çocukluğunun saf oyunlarıyla karıştıran, bu zararsız delikanlı ilk önce Bihruz’a bu sarışın hatunu tanıdığını söyler, öyle ki yalanlar Bihruz Bey’in sevgilisini Keşfi Bey’den delice kıskanmasına sebep olur. Keşfi, yalanlarını, hatunun ölüm haberine kadar vardırır. Bihruz’un içli aşkını bilmeksizin uydurulan bu yalanlar, aşk acısının komik öykülerini ortaya çıkarır. Aradan geçen birkaç aylık zaman içinde, aşık olduğu sarışın hatunu, Periveş Hanım’ı, hiç göremeyen Bihruz, ölüm masalına kolayca kanar, çünkü son derece saftır ve aşık olmanın kendine has şüpheciliğine o da düşüvermiştir. Aşk acılarıyla geçirilen birkaç zaman, Bihruz’da bazı değişikliklere sebep olur, eğlence yerlerinde boy göstermek ya da arabasıyla etrafta tur atmak eskisi gibi zevk vermemektedir. Artık kırlarda tek başına dolaşmayı, sevgilisini düşünmeyi, hatta eğlencelerden el çekip, Ramazan ayı geldiğinde oruç tutup namaz kılmayı tercih eder olur. Vazgeçemediği yegane şey kullandığı Fransızca kelimelerdir.
Bihruz acı gerçeği geç de olsa öğrenir. Aşık olduğu Periveş ölmemiştir ama, kendisine aşık olmak bir yana varlığından habersiz bir hanımdır.
Bihruz’un bu komik hikayesi, aslında güçlü bir içerikle aşkı işler. Tüm bu komedinin arasında bile, aşkın tutsaklığının ve aşk acısının yoğun hissiyatı ilgiyi sağlar.

Kitaptaki Karakterlerin Değerlendirilmesi:

Behruz Bey: Devlet bünyesinde çok önemli bir yeri olan bir babanın oğlu. Çocukluğu boyunca ne isterse anında yerine getirilmiş biraz şımarık biri. Kitapta 25 yaşında bir genç.

Mösyö Piyer: Behruz Beyin Fransızca öğretmeni. Açık göz ve fırsattan istifade etmesini iyi bilen birisi.

Mişel Evin kâhyası Keşfi Bey, Devamlı yalan söyleyen birazda şakacı olan bir kişi. Behruz beyin yakın arkadaşı.

Şükran bey- Naim efendi: Behruz beyin devamlı alışveriş yaptığı tüccarlar.

Recaizade Mahmut Ekrem’in Edebi Kişiliğine Genel Bakış
Emine Gürbüz düşLE Aylık Edebiyat ve Kültür Dergisi 27. Sayı / Aralık 2003

Recaizade Mahmut Ekrem edebiyat zevkini ailede tanımıştır. Yaşamöyküsünde de belirttiğim gibi babası edebiyatla, şiirle uğraşan; ağabeyi Mehmet Celâl ise yazdığı şiirlerle tanınmış biriydi. Öte yanda Ekrem, Nâmık Kemal’i tanıdıktan sonra edebi çevrelerle de yakın ilişki kurmuştur, onun sayesinde ‘Encümen Şuara’ toplantılarına katılmıştır. Bu toplantılarda Leskofçalı Galib, Hersekli Arif Hikmet, Ayetullah Bey gibi dönemin usta şâirleriyle tanışmış, onlarla edebi sohbetler yapmıştır. İlk yazınsal denemelerini ‘Tasvir-i Efkâr’ gazetesinde yayınlanması, Nâmık Kemal’in Fransa’ya kaçtığı dönemde güvendiği birine bırakmak istediği gazeteyi Ekrem’e emanet etmesi, onun edebiyat çevresine iyiden iyiye ısınmasına sağlamıştır. Recaizade Mahmut Ekrem’in edebiyatımızda en önemli yerlerinden biri ‘nazariyatçı’ oluşudur. ‘Mekteb-i Mülkiye’de başlayan öğretmenlik görevi ve bu okulda okutulmak üzere yazdığı “Talim-i Edebiyat” adlı eserinde; bununla birlikte “Zemzeme” şiir kitabının üçüncü cildi için yazdığı önsözde, Menemenlizade Mehmed Tahir’in “Elhan” isimli şiir kitabı için yazdığı takrizde -yani “Takdir-i Elhan”da, ayrıca “Pejmürde”de de, yeni şiir denemelerinde bulunan gençlerin eserlerine yazdığı takrizlerden meydana gelen “Takrizat”ta onun sanat ve edebiyat üzerine olan görüşlerine sıkça rastlanır. Recaizade Mahmet Ekrem, tüm sanat dallarında ve kendi alanı olan edebiyatta güzelliği ön plânda tutar. Bu güzelliğin nasıl yaratılabileceği üzerinde durur. Ona göre edebi eseri bütünleyen iki ana unsur vardır: Biri içerik güzelliği, diğeri üslup güzelliği. Recaizade Mahmut Ekrem’in nazariyeleri Türk Edebiyatı için yenilik yolunda atılan ilk adımlar arasında gösterilebilir. Ekrem’in nazariyatçılığı yanında değişik edebi türlerde yaptığı denemeleriyle de dikkat çektiği açıktır. Ancak edebi türler içinde en çok şiire ağırlık vermiştir. İlk şiir denemelerinden yaptığı seçmeleri “Nağme-i Seher”de toplayan Recaizade Mahmut Ekrem, ikinci şiir kitabı “Yadigar-ı Şebab”ta yenilik yolunda başarılı bir adım atmıştır: Tekellüfsüzlük (gösterişsizlik) ve sadelikle yeni bir söyleyiş.

Ekrem’in eserlerinde ele alınan konuların ince de olsa din çerçevesinde işlendiği görülür. Recaizade Mahmut Ekrem’in şiirlerinde bir başka ağırlıklı tema da aşk olarak şekillenir. Öte yandan ölümden ısrarla ve sık sık söz etmesi onun üç çocuğunu yitiren bir baba olmasından kaynaklanmaktadır. Üçüncü çocuğu olan Mehmed Nijad’ın, Ekrem’i yaşama bağlanmasını sağlayan yegâne sebeplerden biri olması ve bu yegâne sebebin günün birinde (henüz on beş yaşındayken) yitmesi onu derinden yaralar. Bu yiten yegâne sebep için bir şiir yazar Recaizade Mahmut Ekrem:

Ah Nijat!

Hasret beni cayır cayır yakarken
Bedenimde buzdan bir el yürüyor.
Hayalin çılgın çılgın bakarken
Kapanası gözümü kan bürüyor.

Dağda kırda rast getirsem bir dere
Gözyaşlarımı akıtarak çağlarım.
Yollarda ki ufak ufak izlere
Senin sanıp bakar bakar ağlarım.

Güneş güler, kuşlar uçar havada
Uyanırlar nazlı nazlı çiçekler…
Yalnız mısın o karanlık yuvada?
Yok mu seni bir kayırır bir bekler?..

Can isterken hasret oduyla yansın
Varlık beni âlil âlil sürüyor
Bu kayguya yürek nasıl dayansın?
Bedenciğin topraklarda çürüyor!

Bu ayrılık bana yaman geldi pek,
Ruhum hasta, kırık kolum kanadım.
Ya gel bana, ya oraya beni çek
Gözüm nûru, oğulcuğum, Nijat’ım!

Hissiyat dolu bu şiiri hissedebilmek ve daha da önemlisi yaratabilmek için yaşamın nelere kadir olması gerekiyor görebiliyor musunuz?..

Konu üzerinde davrandığı gibi, şekil üzerinde de titiz davranması onun belirttiğimiz ‘edebi eseri bütünleyen iki ana unsur’a riayet ettiğinin göstergesidir. O, Avrupa şiirinden tanıdığı, yeni şekilleri denerken eski şiirin nazım şekillerini de değiştirme yoluna gitmiştir. Böylelikle şiire yeni nazım şekilleri kazandırmıştır. Türk Edebiyatı’nda ilk ‘Mensur Şiir’ türünden söz eden sanatçı da Recaizade Mahmut Ekrem’dir.

Onun “Vuslat isimli eseri, Nâmık Kemal’in ‘Zavallı Çocuk’ adlı oyunun etkisinde yazılmıştır. “Araba Sevdası” realist bir nitelik gösteren ama aşkın başlaması ve gelişmesi bakımından romantizmin örnekleri arasında gösterilen romanıdır.

Ekrem’in ilk ciddi tenkidi Abdülhak Hamid’in bir eseri üzerine yapmıştır. Ayrıca Fransızca’dan yaptığı çeşitli çeviriler de mevcuttur… Türk Edebiyatı’nda birçok alanda çalışma yapan Recaizade Mahmut Ekrem bugün her ne kadar “Araba Sevdası” isimli eseriyle tanınıyor olsa da, oğlu Mehmed Nijad için yazdığı şiir başta olmak üzere birçok eseri saygıyla anılacak niteliktedir.

Şevki Yok

Gül hazin sümbül perişan bağzarın şevki yok
Derdnâk olmuş hezâr-ı nağmekârın şevki yok
Başka bir haletle çağlar cûybârın şevki yok
Ah eder inler nesim-i bi-karârın şevki yok
Geldi amma neyleyim sensiz baharın şevki yok.

Farkı yoktur giryeden rûy-i çemende jâlenin
Hûn-ı hasretle dolar câm-ı sâfâsı lâlenin,
Meh bile zucretle ağlar aguşunda hâlenin
Gönlüme te’siri olmaz ateş-i seyyalenin
Geldi amma neyleyim sensiz baharın şevki yok

Rûha verdikçe peyam-ı hasretin her bir sehâb
Câna geldikçe temâşa-yı ufukdan piç ü tâb
İhtizâz eyler çemen ızhar eder bin ızdırab
Hem tabiat münfail hecrinle hem gönlüm harâb
Geldi amma neyleyeyim sensiz baharın şevki yok.

Şevki Yok:
1. Gül hazinli, sümbül perişan, gül bahçesinin şevki yok. Nağme söyleyen bülbül dertli olmuş, şevki yok, başka bir hâlde çağlar ırmak, şevki yok. Bahar geldi ama ne yapayım, sensiz baharın tadı yok…

2.Çimenin üstündeki çiğ tanelerinin yüzdeki gözyaşından farkı yoktur. Lâlenin sefa kadehi hasret kanıyla dolar. Ay bile gayretle hâlenin kucağında ağlar. Gönlüme tesiri olmaz akan ateşin. Bahar geldi ama ne yapayım, sensiz baharın tadı yok…

3. Hasretinin haberi ruhuma her bir bulut verişinde, cana geldikçe ufuktan sıkıntı, çimen titrer ve ızhâr eder bin ıstırap. Hem tabiat üzgün hicrinle, hem gönlüm harap. Bahar geldi ama ne yapayım, sensiz baharın tadı yok…

Recaizade Mahmut Ekrem’in Yaşam Öyküsü
1 Mart 1847’de İstanbul?da doğdu. 31 Nisan 1914?te İstanbul?da yaşamını yitirdi. 19’uncu Yüzyıl Osmanlı edebiyatının önemli isimlerinden. Tanzimat’ın ilk yıllarında Takvimhane Nazırı Recai Efendi’nin oğlu. Babasından Arapça ve Farsça öğrendi. 1858’de ilköğretimini tamamladı. Harbiye İdadisi’ni sağlık nedeniyle yarıda bıraktı. 1862’de Hariciye Nezareti Mektub-i Kalemi’ne girdi. 1868’de Şurayı Devlet (danıştay) muavini oldu. 1874’te Tanzimat ve Nafia Daireleri Başmuavinliği görevine getirildi. Bir yandan da Mekteb-i Mülkiye (Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi) ve Mekteb-i Sultani’de (Galatasaray Lisesi) öğretmenlik yaptı. Resmi görevle Trablusgarp’a gönderildi. 1908’de 2’nci Meşrutiyet’ten sonra kurulan Kamil Paşa kabinesinde Maarif Nazırı oldu. Hayattayken üç oğlunun ve özellikle de Nejad?ın ölümüyle yıkıldı. 31 Ocak 1914?te yaşamını yitirdiğinde Meclis-i Âyan üyesiydi. Ölümü nedeniyle okullar tatil edildi ve büyük bir cenaze töreni hazırlandı. Ölümünden çok etkilendiği oğlu Nejad?ın Küçüksu’daki mezarının Yanına defnedildi. Edebiyatla genç yaşta ilgilenmeye başladı. Namık Kemal ile tanıştı, “Encümen-i Şuara”ya katıldı. İlk yazıları Namık Kemal yönetimindeki Tasvir-i Efkar gazetesinde yayınlandı. Namık Kemal’i Avrupa’ya gidişinden sonra gazetenin yönetimini üstlendi. 1870’lerden sonra kendisini tümüyle yazılarına verdi. Batı edebiyatından çeviriler yaptı. 1870’te ilk oyunu “Afife Anjelik”, 1871’de ilk şiir kitabı “Nağme-i Seher” yayınlandı. Ölümünden sonra yayınlanan komedisi “Çok Bilen Çok Yanılır” en yetkin tiyatro oyunu sayılır. Muallim Naci ile yaptığı tartışmalarla Edebiyat-ı Cedide’nin kuruluşuna zemin hazırladı. Sanatta güzellik ilkesine bağlı kaldı. Sanat için sanat anlayışını savundu. Doğaya dönük, insanı doğa içinde ele alan şiirler yazdı. Aşk ve ölüm temalarını işledi. Eski-yeni edebiyat tartışmalarının merkezinde yer aldı. Edebiyatımızın yenileşme ve gelişmesinde önemli katkıları oldu. Tek romanı Araba Sevdası Türk edebiyatında gerçekçi romanın ilk örneklerinden biri sayılır.

Eserleri

Şiir:
Nağme-i Seher (1871)
Yadigâr-ı Şebâb (1873)
Zemzeme (3 cilt, 1883-1885)
Tefekkür (düzyazı ile karışık, 1888)
Pejmürde (düzyazı ile karışık, 1893)
Nijad Ekrem (2 cilt, anılarla birlikte, 1900-1910)
Nefrin (1914)

Roman:
Araba Sevdası (1896-1963)

Öykü:
Saime (1888)
Muhsin Bey Yahut Şairliğin Hazin Bir Neticesi (1890)
Şemsa (1895)

Oyun:
Afife Anjelik (1870)
Atala Yahut Amerikan Vahşileri (1873)
Vuslat Yahut Süreksiz Sevinç (1874)
Çok Bilen Çok Yanılır (1916)

Düzyazı:
Talim-i Edebiyat (1872)
Takdir-i Elhan (1886)
Kudemaden Birkaç Şair (1888)
Takrizat (1896)

Çevirileri
Recaizade Mahmut Ekrem çevirilerini Fransızca’dan yapmıştır ve dönemin dergilerinde (Hazine-i Fünun, Şark, Güneş…) yayımlamıştır. Bu tercümeler daha çok Lamartine, Gilbert, Victor Hugo ve La Fontaine üzerinde yoğunlaşmıştır.

İlk mensur (düz yazı biçiminde olan, manzum olmayan) şiir yazarı R.Mahmut Ekrem”dir.

Mehmed Muzaffer Mecmuası ve “Araba Sevdası” romanını neden Recaizâde Mahmud Ekrem yazdı?
Seval Şahin YKY Kültür Kitaplık Sayı: 95 Haziran 2006

Mehmed Muzaffer Mecmuası, Fi 5 Şevval 1304 ve Fi 14 Haziran Rûmî 1303?te (26 Haziran 1887) Saadet gazetesinde (sayı: 752) tefrika edilmeye başlanır.1 Eserin tefrikasında bir süreklilik yoktur. Gazetenin 752-756. sayılarında tefrika aralıksız devam eder, daha sonra araya atlamalar girmiştir. Bundan sonra tefrika, gazetenin 758, 760, 762, 764, 769, 772, 776 ve 784. sayılarında devam etmiş, ancak 784. sayının yayımlandığı Fi 12 Zilkadde 1304 ve Fi 21 Temmuz 1303 (2 Ağustos 1887) yılında tefrika sona ermiştir. Gazetenin Mehmed Muzaffer Mecmuası?nın tefrikasının devam etmediği sayılarında Muallim Naci, Sânihâtü’l-Arab’ın bir kısmını ve bir de ders notlarının bir bölümünü tefrika etmiştir. Mehmed Muzaffer Mecmuası’nın tefrikası sırasında Muallim Naci, daha sonra kitap haline getireceği kısmın 74 sayfasını yayımlamıştır. Üç yıl sonra 1306?da (1890) kitap haline getirildikten sonra ise 90 sayfa daha ilave etmiştir. Fakat kitap da tefrika gibi yarıda kalmıştır.
Mehmed Muzaffer Mecmuası, Muallim Naci tarafından konulmuş bir “ifâde-i mahsûsa” ile başlar. Bu ifadenin altında Fi 27 Nisan 1303 (9 Mayıs 1887) tarihi vardır. Yazar, sahaflardan aldığı kitapların arasından Mehmed Muzaffer Mecmuası’nı bulur. Bu eser, yazarın söylediğine göre şu bölümlerden oluşmaktadır: “Ezhâr-ı Efkâr”, “Ezhâr-ı Efkâr?ın Menşei”, “Ezhâr-ı Efkâr’ın Güşâyişi”. Böylece eser içinde bir eser olduğunu görürüz. Mehmed Muzaffer Mecmuası?nın içindeki eser, “Ezhâr-ı Efkâr?ın Menşei” ve “Ezhâr-ı Efkâr?ın Güşâyişi” olarak iki kısma ayrılmaktadır. Eser, bu eserin ilk kısmı olan “Ezhâr-ı Efkâr’ın Menşei” bölümüyle başlar. Muallim Naci, ifâde-i mahsûsada Mehmed Muzaffer Mecmuası’nı yayımlayan kişi olan Mehmed Muzaffer’in kim olduğunu bilmediğini, fakat eserin her iki bölümünün de aynı kalemden çıktığından emin olduğunu, eserde Mehmed Muzaffer’den başka imza bulunmadığını, fakat bunların Mehmed Muzaffer?i eserin sahibi yapmaya yetmediğini belirtir: ?Mehmed Muzaffer kim, “Ezhâr-ı Efkâr’ın müellifi o mu bilmem. Şu kadar var ki imza ile derûn-i kitâbdaki yazıların bir elden çıkma olduğu anlaşılıyor. Fakat bundan Mehmed Muzaffer?in müellif olması lâzım gelmez. Mübeyyiz olabilir. ?Sâhib-i mecmua? tabiri de buralarını te’yid ediyor.”2 Naci, eseri yayımlarken özellikle nesir kısımlarında kendisinin esere müdahalede bulunduğunu, bazı açıklamalar ilave ettiğini “ifâde-i mahsûsa”da belirtir. ?Kitabın bugünkü sahibi ben olduğumdan böyle bir şart der-miyân etmeğe hakkım vardır sanırım.
Bunun nesir kısmını ?bir dereceye kadar tarz-ı kadîm üzere yazılmış olduğu cihetle? tekrar kalemden geçirdiğim, yer yer hâmişler ilave ettiğim dahi ayrıca mülâhazaya şâyândır.
İşte mecmuayı imzâ-yı âcizânem altında neşre cüretim vâki olan bir hizmet-i kalemiyyeden neş’et ediyor. Ne sâhib-i mecmuanın nâmını, ne de kendi hizmetimi heder etmek istedim. Yoksa böyle sahibi meydanda olmayan bir eseri benimsemek güç bir şey değildi.”3
Ezhâr-ı Efkâr’ın Menşei, Şeyh Gâlib’in hayatını anlatan bir eser olarak başlar. Şeyh Gâlib?in ölümü üzerine Surûrî?nin yazmış olduğu bir hiciv Gâlib’i sevenleri çok üzmüştür. Bunların içinde özellikle Gâlib?in babası Reşid Efendinin yakın arkadaşı Vahîd Efendi vardır. Burada hemen Vahîd Efendinin şiir hakkındaki düşüncelerine geçilir. Ona göre bir şiir ağlatmalıdır. Efendi, ağlatan şiirden yanadır. Vahîd Efendi, Gâlib doğduğunda onun için ?eser-i aşk? terkibini tarih olarak düşürmüştür. Gâlib?in büyük bir şair olacağını Vahîd Efendi önceden sezer. Bu arada Şeyh Gâlib’ten alıntılar yapılır. Sonra Gâlib, ailesine haber vermeden Konya’daki Mevlevihane?ye gider ve oradan Vahîd Efendinin dergâhın pîrine mektup yazmasıyla İstanbul’daki Yenikapı Mevlevihanesi’ne gelir. Ailesi ve Vahîd Efendi, burada Gâlib’i ziyarete gelirler. Bu arada 60 yaşında olan Vahîd Efendinin bir oğlu dünyaya gelir. Çocuğa Mehmed ismini verirler. Vahîd Efendi, oğlunu Şeyh Gâlib?in dergâhına götürdüğünde Gâlib ona neden bir mahlas vermediğini sorar ve kendisi Gâlib mahlasını verir. Her şey yolunda giderken 1213 senesinde Şeyh Gâlib dünyaya gözlerini yumar ve hane halkı büyük bir yasa boğulur. Bu sırada Mehmed de üç yaşındadır. Vahîd Efendi bunun üzerine oğluna Mehmed Gâlib adını verir. Daha sonra ona Âzâde Gâlib denilmeye başlanacaktır. Yazar tekrar başladığı yere geri döner: Surûrî ile Şeyh Gâlib arasındaki ilişkiye. Surûrî’nin Sünbülzâde Vehbî?nin ölümüne tarih düştüğünden söz eder. Buradan dönemin Fransız tenkitçi Bouileau’ya ve oradan Racine?e geçer, onların biyografilerinin yazılmış olmasına rağmen bizde böyle bir gelenek olmadığına değinir. Dönemlerinde Bouileau ve Racine, Voltaire ile Moliere arasındaki ilişkiden bahseder. Özellikle Bouileau ve Racine?in arasındaki, her ne kadar birbirlerini eleştirseler de karşılıklı saygı ve sevginin kaybedilmemesi konusuna vurgu yapar. Herhalde bunlarla Muallim Naci, döneminde kendisinin tartışmadan edemediği Recaizâde Mahmud Ekrem?e bir gönderme yapmak ister gibidir. Bu arada biz, Naci?nin kendi fikirlerini dile getirmek için yazdığı kısımlarda önce Âzâde Gâlib’i hoca olarak görürüz. Öğrencilerinden biriyle yazdığı bir şiir hakkında konuşurken onun yaptığı tercümeleri ve söylediklerini dinleriz. Bunları bize aktaran Gâlib’in bir başka öğrencisidir. Muhtemelen bu öğrenci de Mehmed Muzaffer’dir. Dolayısıyla kitap aslında, baştan beri Şeyh Gâlib2in değil Âzâde Gâlib’in hikâyesidir. Bir öğrencisinin sevgilinin boyunu Kalipso?ya benzetmek yolunda söylediği şiir üzerine Âzâde Gâlib, herkesin kendi dilinde ortaya koyduğu benzetmelerin arkasında kültürel bir arka plan da olduğunu söyleyerek Fransız, Arap, Fars ve Osmanlı edebiyatından buna örnekler verir. Bu noktada Mehmed Muzaffer, hocasının Alfred de Musset’den çevirdiği bir şiirde salkım söğüdü kullanmış olmasına dikkat çeker, Muallim Naci ise dipnotta yeni şairlerin bundan haberdar olsalardı hemen şiirlerini salkım söğüt ile dolduracaklarını söyler.
Âzâde Gâlib sadece Alfred de Musset’den değil eserin ilk kısımlarında gördüğümüz gibi Bouileau?dan ve sonrasında La Fontaine?den de tercümeler yapmıştır. Bunlar Âzâde Gâlib2in öğrencisi Selim Efendinin defterinde yazılıdır. Zaten Âzâde Gâlib?in yaptıklarının dışındaki Fransızca çeviriler öğrencilerinden Selim Efendi ve Rıfat Efendi tarafından yapılmıştır. Bu noktadan sonra anlatı, Âzâde Gâlib?in öğrencilerinden birinin anlatısına dönüşür. Tanpınar bu anlatıcının Muallim Naci olduğunu söyler. Fakat bizce bu anlatıcı, yukarıda da belirttiğimiz gibi Mehmed Muzaffer?dir. Hemen ardından yeniden, Bouileau?nun bir biyografisinin yazılmış olmasından ama Nefî gibi bir şairin biyografisinin yazılmamış olmasının kötü taraflarından bahseder ve biyografi yazmanın gerekliliği üzerinde durur. Sonra La Fontaine?in bir fıkrasına geçer, ardından bu fıkranın La Fontaine?den çok önce Hüsrev-i Dehlevî?nin mesneviyâtında görüldüğünü belirtir. Sonrasında La Fontaine ile Mevlânâ?nın aynı şeyler üzerinde durduğunu söyler. Şeyh Sadî?nin ?Müneccim? fıkrasıyla La Fontaine?in ?Kuyuya Düşen Müneccim? meseli üzerinde durur. Tüm bu örneklerle sadece Batı edebiyatının yüceltilmesine karşı çıkar. Sonuçta edebiyatta işlenen konular ortaktır, işleyişler farklıdır. Yeniden Âzâde Gâlib?in hikâyesine döner.
Şeyh Gâlib?in ölümünden sonra, Vahîd Efendi oğlunu sadece Gâlib diye çağırmaya başlamıştır. Buna sonra âzâde eklenmiştir: ?Şeyh Gâlib?in irtihâlinden sonra Vahîd Efendi oğlu Mehmed?i Gâlib mahlasıyla yad etmeğe başlamıştır. Hazret-i Şeyh?in Mehmed hakkında ?İnşallah feyz-i Pîr ile bu gerçekten Gâlib olur? dediğini unutmamıştı. Leyle-i mâtemde Mehmed?e hitâben ?Bundan sonra senin ismin Mehmed Gâlib olsun? demesi de bu hâtıradan neş?et etmişti. Mehmed?in alâikten âzâde olmasını temenni etmesi üzerine Hazret-i Şeyh?in dua buyurduğu dahi hâtır-nişâniydi. Bu cihetle Gâlibe ekseriya Âzâdeyi ilhak ederdi. Muahharen Mehmed?in Âzâde Gâlib unvanıyla şöhret bulması bundan ileri gelmiştir.?4
Gâlib yedi yaşını bitirince okula başlar. Bir taraftan mahalle mektebinde okumakta, bir taraftan da lalası Kanber?den eğitim almaktadır. Fakat onun asıl hocası Kanber?dir. Mahalle mektebindeki hoca, Âzâde Gâlib?i pek tatmin etmez, onu yetersiz bulur. Kanber ona Tuhfe-i Vehbî?yi ezberletir, Hilye-i Hâkânî?nin bazı bölümlerini okur ve ezberletir, Siyer okutur, bir taraftan da bunları farklı yazı türleriyle deftere geçirtir. Bir süre sonra Gâlib, Farsça öğrenmek ister. Babası Vahîd Efendi de bunu olumlu karşılar ve onu Vahyî Efendiye göndermeye karar verirler. Burada Vahyî Efendi, yeni başlayanlara Pend-i Attar, ilerlermiş sınıflarda bulunanlara ise Divân-ı Sâib okutur. Divân-ı Sâib okuyan öğrencilerin en seçkinlerinin başında Sâbir Çelebi ve Ayas Bey gelir: ?Sinni otuza karîb olan Sâbir Çelebi ile yirmi iki yirmi üç yaşlarında bulunan Ayas Bey Sâib okuyan gençlerin en mütemeyyizlerinden addolunurdu. Çelebi?ye safvet-i kalbi, Beye cevdet-i zihni medâr-ı temeyyüz olmuştu. ?Hiç gülmez. Az söyler. Söylerse güldürür? tarifi ikisine de tatbik olunabilir. Şu kadar var ki biri sâde-dilâne, diğeri şeytanet-kârâne söyler. Birbirleriyle muhâvereleri pek tuhaf olur. İnsan nazra-i ûlâda ikisini hem-hâl zanneder. Fakat dikkatli bakınca Çelebi?nin gözlerinde bir kusur, Beyin gözlerinde ise başka bir nûr görür. Bir de berikinin yüzünde gizli bir tebessüm vardır. Ötekinin çehresi ise ibtisâm istidâdından bütün bütün mahrûm gibi durur.?5 Bu noktadan sonra Sâbir Çelebi ve Ayas Beyin hikâyesi başlar. Sâbir Çelebi kendini asrın en büyük şairlerinden saymaktadır, fakat aslında böyle değildir. Böyle olmadığını bilen yakın arkadaşı Ayas ise onu sürekli övmektedir. Bu nedenle Sâbir Çelebi, Ayas?ı çok sever. Fakat herkes ona Ayas gibi davranmaz. Arkadaşlarıyla beraber bulunduğu bir mecliste Enderunlu Vâsıf Osman?ın bir şarkısı okunur. Orada bulunanlar bu şarkıyı çok beğenirler, fakat Sâbir Çelebi beğenmez. Bunun üzerine ondan bu şarkıya bir nazire söylemesini isterler; o da bunu yapacağını söyler, gece boyunca uğraşır fakat başarılı olamaz. O günden sonra bu arkadaşlarıyla da bir daha görüşemez olur.
Sâbir Çelebi alıngan bir insandır. Kendi büyüklüğünü kabul etmeyen insanlardan ya uzaklaşır ya da uzaklaşmak zorunda kalır. Hoca Neş?et?in öğrencisi olan Sâbir Çelebi, kendisine bir mesele soran hocasına doğru cevap veremeyince, Hoca Neş?et biraz latife eder, Çelebi çok kırılır ve bir daha Hocanın yanına uğramaz. Herhalde ondan sonra Hoca Vahyî?nin sınıfına devam etmiştir. Eserin daha önce edebiyatçıların biyografilerinin yazılması gerekliliği üzerinde durulmasına paralel olarak burada Hoca Vahyî?nin Sâbir Çelebi ve Ayas Beyin bulunduğu sınıfa Sâib?in mükemmel bir biyografisini yazdırdığı söylenir. Hoca Vahyî, Sâib?in atasözü yerine geçen beyitlerini ve mısralarını, açıklamalarıyla birlikte öğrencilerinin defterine yazdırmıştır. Ama onlara Sâib öğretirken, yine de herkese eleştirel bir yaklaşımla bakılması gerektiğini söylemiş ve onun da hatalarını bularak öğrencilerine göstermekten kaçınmamıştır. Çelebi bu duruma çok sinirlenir.
Anlatının bir sonraki bölümü, II. Mahmud?un Kâğıthâne?de görünüşüyle başlar. Buradan Sâbir Çelebi ve Ayas?ın Kâğıthâne?ye gidişine geçilir. Çelebi, orada uzaktan gördüğü iki kadından birini sevdiği kadına benzetir. Tabii bu durum Ayas?ın gözünden kaçmaz. İki gün sonra Çelebi eve döndüğünde sevdiği kadından manzum olarak yazılmış bir aşk mektubu alır. Sevgilisi onu cuma günü Kâğıthâne?de bekleyecektir. Çelebi dayanamaz, hemen gider. Tabiî ne sevgili ne de başka şey vardır. Cuma günü geldiğinde de Kâğıthâne?ye gider ama yine sevgiliden eser yoktur. Bunun üzerine sevgilisine manzum bir cevap yazması için Ayas?a gider. Ayas cevap yazar, fakat cevap da roman da yarıda kalır.
Mehmed Muzaffer Mecmuası, oldukça ilginç bir eser olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu, eserin sınıflandırılmasında ve okunmasında da devam eden bir ilginçliktir. Esere yaklaşımlarda daha çok Şeyh Gâlib, ön plana çıkmıştır. Muallim Naci?nin eserinin 22-23. sayfalarında yayımladığı Şeyh Gâlib?in ağzından yazılmış olan mektuba, birçok araştırmacı tarafından özellikle vurgu yapılmıştır. Saadettin Nüzhet Ergun ile Sedit Yüksel arasında mektubun gerçek olup olmadığına dair bir tartışma yaşanmış, Saadettin Nüzhet, bu mektubun Muallim Naci tarafından yazıldığını söylemiş, Sedit Yüksel ise mektubun gerçek olduğunu savunmuştur.6 Bu mektup, yayımlanan Şeyh Gâlib Divanı?nda da bir vesika olarak kullanılmıştır.7 Dolayısıyla esere Şeyh Gâlib hakkında bir vesika gibi yaklaşılmıştır. Eseri, türler arasında bir yere sokma girişimleri Birol Emil tarafından 1978 yılında İstanbul Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü öğrencilerinden Durmuş Ali Deniz?e yaptırılan tezde de devam etmiş: ?Gerçi bu küçük kitap, yer yer bir hikâye havası taşır. Fakat, bazı ilave ve istitratlar dışında, burada anlatılan olaylar ve bazı şahıslar tarihî gerçeklere uygundur. Türk, İran ve Fransız şairleri hakkında verilen bilgiler, onların eserlerinden zikirler ve yapılan tercümelerle, bu eser daha ziyade öğretici bir mahiyeti haizdir.8 Ahmet Hamdi Tanpınar ise eseri bir sınıflandırmaya tabi tutmuyormuş gibi görünmesine rağmen bunun daha çok bir roman olarak kabul edilebileceği görüşündedir ve bu esere ilk dikkati çeken de odur: ?Mehmed Muzaffer Mecmuası?na gelince bu küçük ve dağınık kitap kadar Muallim Naci?yi anlatan başka bir vesika bulunamaz. Vâkıa onun Şark ile Garp arasında bocalayışını, bu yüzden âdeta bir nevi müvazaada yaşayışını, mizacının kendi üzerinde katlanan büyük hamlelerden ziyade, muayyen iş üzerinde sabırlı çalışmaya müsait olduğunu bütün eseri gösterir. Fakat Mehmed Muzaffer Mecmuası daha ileriye gider ve ondaki esaslı noksanı verir.
Kitabımızda, bu ilk yenilik devrinde hakiki muhayyelenin yokluğundan hemen her şair ve muharrir dolayısıyla bahsettik. İşte Naci?nin hikâye tecrübesi bu noksanın sırrını açar. Filhakika muhayyelenin her şeyden evvel bir içten uygunluk ve bir konstrüksiyon işi olduğunu biz orada açıkça görürüz.
Ezhâr-ı Efkâr, Şeyh Gâlib?in bir biyografik romanı (vurgu bana ait) gibi başlar ve sonra birdenbire büyük şairin baba dostu Vahit Efendi?nin oğlu Azâde Gâlib Efendi?nin, Şeyh Gâlib?in verdiği adla Mehmed?in hikâyesi olur.?9
Biz de Mehmed Muzaffer Mecmuası?nın bir roman denemesi olduğu görüşüne katılıyorum.
Tanpınar şöyle devam ediyor: ?(?) Bu kitabın istitratları ile mukaddemesi üzerinde de durmak gerekir. Hikâyenin sahaflardan satın alınan bir mecmuada bulunması, Hurdefuruş muharririne lâyık iyi kullanılmış yerli bir unsurdur. Naci, Frenklerin tabirince, eski kitap karıştırmaktan (bouqiner) hoşlanan adamdı. İstitratlarda ise cemiyetin kısa Garp tecrübesinden kültür ve tarihimize başka gözle bakmasını öğreten bu kitap meraklısı, edebiyatımızın edebiyatını yapmağa çalışır. Onun, Hakanî ve Nailî gibi muayyen şairleri değerlendirdiği, unutulmuş zevkleri tazelediği muhakkaktır. Eski şairler için yazdığı şeyler bu bakımdan üzerinde ısrarla durulması gereken tecrübelerdir. Yalnız, Naci bunları yaparken ileriye gidiyor, yeni mektebin ve düşüncenin artık üzerine bütünüyle dönmesine imkân olmayan Fars ve Arap şiirinden de sık sık bahsediyordu. Haksız olmamak için onun devrinde Frenk şiirinden değilse bile şairlerinden en fazla bahseden adam olduğunu da söyleyelim.?10
Tanpınar?ın tespitinde ilk dikkati çeken ?muhayyelenin yokluğu? konusuna Muallim Naci?nin bu eserde yer vermesidir. Gerçekten bütün eserde birlik olarak var olan tek şey budur. Şeyh Gâlib?in hayatıyla ilgili kısımlar, Âzâde Gâlib?in anlatıldığı bölümler, Bouileau ve Nefî, La Fontaine, Hüsrev-i Dehlevî, Mevlânâ, Şeyh Sâdî, Sâib, Hâkânî ile ilgili kısımlarda da ortak olan nokta ?muhayyelenin yokluğu? konusudur. Eserin başından itibaren bu konu şiir ile birlikte tartışılır. Eski şiir ile yeni şiiri birleştirecek bir nokta aranmaya çalışılıyor gibidir. Eserin tamamında ?muhayyele yokluğuna? bu şiir meselesi eşlik eder. Bu nedenle bütün eser boyunca eski şiir ile yeni şiir yan yana getirilir. Bu yönüyle Mehmed Muzaffer Mecmuası, biraz sonra değineceğimiz Recaizâde Mahmud Ekrem?in Araba Sevdası?nın değil Halid Ziya?nın Mai ve Siyah?ının da ilk halkasını oluşturur. Fakat bu romandaki şiir konusu her seferinde ama klasik üslupla yetişmiş bir hoca olan Âzâde Gâlib, ya da burada görünen bir diğer hoca olan Hoca Vahyî, öğrencilerinin yazdıkları şiirler doğrultusunda eleştirisiyle ortaya konur. Bazen de Sâib gibi şairlerin yazdıkları eserler üzerinden yazılan şiirlere eleştirel bir yaklaşım getirirler ve öğrencilerine eserlere bu şekilde eleştirel bir bakışla yaklaşmaları konusunda öğüt verirler. Bu noktada Muallim Naci?nin eseri, bizi bu eser hakkında Tanpınar?ın ikinci tespiti olan Recaizâde Ekrem ile arasındaki ilişkiye getirir: ?Bu hikâyedeki Sâbir Çelebi?nin, Muallim Naci?nin anladığı çizgileriyle Ekrem Bey?i hicv için icatedildiği, onun şahsına doğru kayan bir nevi Felâtun Bey olduğu tahmin edilebilir. Fakat asıl dikkate değer taraf bu son episod?un Ekrem Bey?in Araba Sevdası ile olan mevzu yakınlığıdır. Sâbir Bey?in macerasını andıran bir taraf bulunduğu gibi iki kahraman da birbirlerine çok benzerler.
Bazı teferruatta da takip etmek mümkün olan bu yakınlıklara iyi dikkat edilirse Ekrem Bey?in, Mehmed Muzaffer Mecmuası?nın dağınık ve yüzü eskiye dönük havasında nisbeten geniş hayat tecrübesine ve roman hayatının seviyesine göre iyice değiştirip geliştirdiği, nesline mal ettiği bir hikâye kanaviçesi bulduğu tahmin edilebilir. Bu takdirde Ekrem Bey?in eserindeki Keşfî Bey?in de Ezhâr-ı Efkâr?ın Ayas Bey?inden geleceği aşikârdır. Bu eseri incelerken ileri sürdüğümüz fikirlerle tenakuz halinde bulunmayan, belki doğuş şartlarını biraz daha aydınlatan bu ihtimal doğru ise Ekrem Bey, biraz da kendisine çevrilmiş bir silahı tarafsızlaştırmış demektir. Belki zamanında bu münasebetin üzerinde durulmuştur.?11 Bütün bu şiir üzerine söyledikleri ve muhayyelenin yokluğuyla Mehmed Muzaffer Mecmuası gerçekten Recaizâde Mahmud Ekrem?in Araba Sevdası?nın yazılmasında büyük bir rol oynamıştır. Öyle ki Ekrem?in Araba Sevdası?nda yarattığı Bihruz ile Serveti Fünun şairlerini karikatürize etmesi meselesi de burada başka bir boyuta taşınır. Böylece Araba Sevdası?ndaki bu züppe tipinin bizzat yaratıcısının benzer bir hayata sahip olmasına rağmen neden Ekrem tarafından yaratıldığı konusundaki görüşlere de bir üçüncüsü eklenebilir. Şerif Mardin, bu konuya cevap olarak Ekrem?in Yeni Osmanlılarla arasındaki yakınlığı vermiştir: ?(?) Recaizâde gibi edebî inceliğiyle tanınmış bir yazarın nasıl olup da Bihruz karakterini bu denli zevkle ele aldığını anlamak zor oluyor. Recaizâde Ekrem?in gençliğinde, 1860?larda Bihruz Bey?in benzeri tipler ile alay eden Yeni Osmanlılarla yakınlığı hatırlanırsa, durum biraz daha aydınlığa kavuşur.?12 Nurdan Gürbilek ise bunda Ekrem?in kendi hayatının önemli olup, insanın en iyi yazacağı şeyin bizzat kendi tecrübesi olduğunu dile getirmiş ve şöyle devam etmiştir: ?(?) Recaizade Ekrem tam da bu yüzden, kendi ?Bihruz sendromu?na rağmen Tanzimat romanının barındırdığı çatışmaları, etkilenmişliğin yol açtığı melezliği, melezliğin içerdiği dil çıkmazlarını ortaya çıkarabilmişti. Yazarın iç dünyasının da tıpkı Bihruz?unki gibi ?fabrike edilmiş? bir iç dünya olabileceğini, yani Tanzimat yazarının kendi zorunlu bovarizmini, kendi kaçınılmaz bihruzluğunu sezdirebilmiş, roman yazma arzusunun da bir ?araba sevdası? olduğunu hissettirebilmişti.?13 Buna verilecek üçüncü cevap ise Tanpınar?ın da tespit ettiği gibi Mehmed Muzaffer Mecmuası?nın yazılmış olmasıdır. Romanın son bölümü olan Sâbir Çelebi ve Ayas Beyin hikâyelerinin anlatıldığı kısım gerçekten Araba Sevdası?nın Bihruz?u ve Keşfî Beyi arasındaki ilişkiyle yakınlık gösterir. Burada da Araba Sevdası?nda olduğu gibi sürekli Bihruz?u öven Keşfî Beye karşılık sürekli Sâbir Çelebi?yi öven bir Ayas Bey vardır. Hem Keşfî hem de Ayas, aslında karşılarındaki kişiyi aldatmakta ve onunla alay etmektedirler. Bihruz?un âşık olduğu Periveş Hanım için şiir yazma girişimlerine karşılık burada Sâbir Çelebi, Ayas Beye sevdiği kadın için kendisine yazılan manzum mektuba cevap olarak bir manzume yazdırır, fakat bu şiir de roman ile birlikte yarım kalır. Tüm bu nedenlerden dolayı Araba Sevdası, Mehmed Muzaffer Mecmuası?na karşılık olarak yazılmıştır. Eserin neden yarım kaldığı konusunda herhangi bir bilgiye ulaşamadım.
Mehmed Muzaffer Mecmuası?nda ortaya konulan Sâbir Çelebi tipi, Tanzimat romanının temel sorunlarından biri olan züppe tipine yakınlığıyla da dikkati çeker. Fakat Sâbir Çelebi, bir alafranga züppe değildir. Buna rağmen züppenin kendini beğenmiş, budala ve saf tarafları Sâbir Çelebi?de de vardır ve bütün Tanzimat romanı erkek çocukları gibi Sâbir Çelebi de babasızdır.
Mehmed Muzaffer Mecmuası?nda Muallim Naci, birçok beyitlere, tarih düşürmelere, çevirilere de yer vermiştir. Fakat özellikle çevirilerde adını zikrettiği ve Âzâde Gâlib tarafından yapılan, öğrencilerinden Selim Efendinin defterinde kayıtlı olan çeviriler de aslında kendisine aittir.14 Bu, Tanpınar?ın Muallim Naci?nin eserinde bahsettiği Âzâde Gâlib?i bir nevi hoca gibi tanımış olmasının delili gibi görünebilir. Aslında bu, Naci?nin onu hoca gibi gördüğüne değil de bizzat Âzâde Gâlib üzerinden kendi sesini duyurduğuna ispat olarak kabul edilebilir. Bu noktada yine Tanpınar?ın sözünü ettiği anlamda bu eserin Naci?yi en iyi veren eser olması da anlamlıdır. O dönem aydınının içinde bulunduğu bütün tereddütler ve neyin nasıl olacağı meselesi üzerindeki duruşunda Muallim Naci, neredeyse bütün düşüncelerini olduğu gibi kâğıda geçirmiştir. Bu açıdan da Mehmed Muzaffer Mecmuası dönemindeki aydının muğlak düşünen kafası hakkında önemli ipuçları verir.

Notlar
1 Muallim Naci ve eserleri hakkında kapsamlı bir çalışma için bakınız, Celal Tarakçı, Muallim Nâcî Efendi: Hayatı ve Eserlerinin Tedkiki, Samsun, 1994.
2 age, s. 11-12.
3 Muallim Naci, Mehmed Muzaffer Mecmuası, 1306, s. 12-13.
4 age, s. 75.
5 age, s. 97.
6 Bu konuya ilk dikkati çeken Beşir Ayvazoğlu olmuştur. ?Yaşayan Şeyh Gâlib?, Şeyh Gâlib Kitabı, İstanbul Büyükşehir Belediyesi Yay., İstanbul, 1995, s. 147.
7 Muhsin Kalkışım, Şeyh Gâlib Divanı, Akçağ Yay., Ankara, 1994.
8 Muallim Naci ve Mehmed Muzaffer Mecmuası, İstanbul Üniversitesi Lisans Tezi, 1978, s. 1. (Söz konusu tezde, muhtemelen daktilo edilirken birçok kaymalar ve atlamalar yapılmış. Ayrıca Farsça kısımların okunuşunda oldukça yanlışlıklar söz konusu. Fransızca kısımlar ise hiç çevrilmemiş.)
9 19. Asır Türk Edebiyatı Tarihi, Çağlayan Kitabevi (5. baskı), İstanbul, 1988, s. 608.
10 age, s. 609-610.
11 age, s. 609.
12 ?Tanzimat?tan Sonra Aşırı Batılılaşma?, Türk Modernleşmesi
(15. baskı), İletişim Yay., İstanbul, 2005, s. 57.
13 ?Kadınsılaşma Endişesi?, Kör Ayna-Kayıp Şark, Metis Yay., İstanbul, 2004, s. 73.
14 Bu konuda ayrıntılı bilgi için bakınız, Fevziye Abdullah Tansel, ?Muallim Naci ve Tercüme?, Tercüme, cilt: 4, sayı: 22, 19 İkinci Teşrin 1943, s. 238-245

5 yorum

  1. Ben henüz fransızcadan türkçeye çevrilmemiş kitapları çevirmek istiyorum fakat kaynak bulmakta zorlanıyorum. Bana bu konuda yardımcı olabilir misiniz?

    Teşekkür eder saygılar sunarım.

    YANIT:
    Merhabalar
    Henüz fransızcadan türkçeye çevrilmemiş kitapları çevirmek istediğinizi fakat kaynak bulmakta zorlandığınızı, bu konuda yardımcı olmamızı istediğinizi belirttiniz. Yardımcı olmamız için çevirmek istediğiniz kitabın türünü veya hangi alana dair olacağını belirtmeniz gerekiyor.
    Saygılarımızla insanokur. org yönetimi.

  2. Valla bunu yazacak öğrencinin vay haline ama gerçekten GüZeL olmuş emeğimize saglik

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir