Bir insan olarak her türlü güzelliği koruma sorumluluğunu taşıyan, çalışkan, yürekli bir karınca: Asım Bezirci

“…Ölürsem yakında, bir dileğim var kalanlardan. Beni sevmeyenlere, beğenmeyenlere karışmam. Onlar, gerekli bulurlarsa, benim bir değerim olmadığını söylesinler. Ötekilerden benim dileğim: Öldüğümün ertesi günü yazı yazmasınlar benim için. Hani ‘X’ i de kaybettik, şöyle yüksekti, böyle değerliydi’ diye ağıtlar yok mu? o sözlerin yalan olduğunu hepimiz biliriz. Tiksinirim o ağıtlardan… Benim için yazı yazmasın beni değerli bulanlar. Iki yıl beklesinler, iki yıldan sonra unutmazlarsa, beni gene değerli bulurlarsa, ilk üzüntü de geçmiş olur, yazsınlar düşündüklerini, ölçüyü aşırmazlar.” (1)

Asım Bezirci’nin ülkemiz edebiyatında çalışkanlığı, titizliği, üretkenliği ile her zaman takdirle karşılanmıştır. Çalışkan, yürekli bir karınca olarak nitelendirilmiştir. Kuşkusuz, 67 yaşında 70 yapıt veren, yapıtları üst üste dizildiğinde boyunu açan bir kişi olarak o, bunu çoktan hak etmişti. Dile saygı duyan, onu iyi kullanan, anlaşılır bir biçimle yazan güçlü bir kalem olmasının yanı sıra iyi bir çevirmendi. Edebiyatımıza katkısı olacağını düşündüğü kitapları araştırmış, çevirip dilimize kazandırmıştır. Pek çok yazarımız için hazırladığı biyografik araştırma ve deneme kitaplarıysa; genç yetişkin bütün edebiyatçılara, edebiyata ilgi duyanlara, edebiyat öğrencilerine ders kitabı olacak niteliktedir.
?Birçok edebiyatçı Asım Bezirci?nin eleştirileri ile yeni eserler üretmiş, kendi eserlerinin nesnel değerlendirmelerini görerek yeni yapıtlar üretmeye yönelmiştir? Asım Bezirci nesnel eleştiri yapıyor demek elbette ki Asım Bezirci?nin kendi ideolojisinden, yaşam görüşünden bağımsız olduğu anlamına gelmez. O, kendi yaşam görüşünün ışığında ama edebi kriterlere bağlı olarak eleştiri yapardı? Bir zamanlar ona burun kıvıranlar şimdi edebiyatımızda ne kadar önemli bir yeri olduğunu inkâr edemiyorlar? O sömürüye, adaletsizliğe, gericiliğe karşı öfkesini hiç yitirmeyen bir insandı. Son gününde Madımak Oteli?ndeki tavrını ve o koşullarda hemen kaleme aldığı bildiriyi herkes bilir. Edebiyatımızın sosyalist karıncası sıfatını hak eden bir büyük ustamızdı?*
Asım Bezirci’nin sevgisi yalnız şair ve yazarlarla, tanıdığı insanlarla sınırlı değildi. Sonsuz bir insan sevgisiyle doluydu. İçinden çıktığı, bağını hiç koparmadığı halkına büyük bir sevgisi vardı. Kendini halkına borçlu sayıyordu. Ve diyordu ki; “Elbette, halktan aldıklarımızla oluşturduğumuz birleşimleri kafamızda saklamayacağız. Onları hayata geçirmeye, uygulamaya girişeceğiz. Evet, ‘devrimci düşünce olmadan devrimci eylem olmaz’ ama eylem olmayınca da düşünce bir işe yaramaz”
?Eleştirilerini yazarken çok titiz davranırdı. Neden bu kadar titiz olduğunu sorduğumda, ?ben eleştirmenim, kendimi kabul ettirmeye çalışıyorum. Boşluk bulurlarsa adamı yerler. Ben onlara kendimi yedirmeyeceğim? derdi?**

Madımak’ta ölüm kol geziyor
?Madımak Otelinin içinde bulunan sanatçı ve aydınlar bir yandan kendilerini savunmak için basit tedbirler almaya çalışmakta, bir yandan da kendilerini kurtaracak birilerini beklemektedir. Ancak kuşatma saatler sürer, dışarıdaki güruh saldırı dozunu giderek arttırır.
Üst katlardaki insanların tedirginliği saatler ilerledikçe artmaktadır. Herkes kendini savunacak bir silah bulma arayışındadır. Bu silahlar kimi zaman bir süpürge sopası, kimi zaman da sandalye bacağıdır. Cafer Can Aydın, Asım Bezirci ile karşılaşır. Bezirci’nin elinde tahta bir elbise askısı vardır: ”Baktım elinde bir askı. Ağabey dedim ne yapıyorsun, bununla kendini nasıl savunacaksın. Şöyle bir baktı. Gülümseyerek, ‘Gelen olursa şöyle bir karınlarından dürterim’ dedi.”
Zerrin Taşpınar, Asım Bezirci ile karşılaşır: ”Birinci gün kültür merkezindeki etkinlikte ‘Yine dostun gülü yareler beni’ semahı söyleniyordu. Semah bittiğinde, genç semahçılar koyunlarından çıkartıp gül attılar. Biri benim kucağıma düştü. Yanımda Sami Karaören, onun yanında da Asım Bezirci oturuyordu. Gülü yakama takmak için uğraştım. Beceremeyince, Asım Bezirci uğraştı. En sonunda bir kürdanla ceketimin yakasına tutturdu. Ertesi gündü. Kargaşada gülü kaybetmek istemediğim için çıkarıp ceketimin cebine koydum. Asım Bezirci, otelin merdivenlerinde dolaşırken gülü çıkardığımı gördü, gülün nerde olduğunu sordu. Artık sekize on dakika vardı. Arabalar otelin önünde yakılmaya başlamıştı… Dumandan zor nefes alıyorduk. En üst katın merdivenlerinde oturuyordu Asım Bezirci. Beni yanına çağırdı, oturdum. Bana söz ver dedi, bu atılan taşlar şiirine yansıyacak… Ben de; sizin yazılarınıza da yansıyacaktır mutlaka diyerek yanıtladım. Şimdi bana sıkıca sarıl dedi. Sıkıca sarılıp yanaklarını öptüm. Hadi arkadaşlarının yanına git dedi. O anda, bunun bir veda olduğunu anlamamıştım. Çok sonraları Bezirci’nin yanındaki insanları uzaklaştırdığını öğrendim. Sanki, bir taşkınlık olursa, onu koruyacağız diye çabanın, kaygının içine düşülmesini istemedi, başka insanların canına kendisi yüzünden zarar gelmesin diye düşündü.”
Cumhuriyet Gazetesi, Eren Aysan, (02.07.2003)

Ölüm (***) Asım Bezirci

İkide bir kafamı kurcalardı. Her şairin, yazarın ölümüyle karşıma çıkar, günlerce tedirgin ederdi beni. Yaralar kabuk bağlayıp da acılar dinince unutur gibi olurdum.

Aradan zaman geçer, bir başka yitimle kendini duyururdu. Yeniden bocalamaya başlardım: İsteneni yapmazsam suçlu mu olacaktım, suçsuz mu?
Neyse, bu kez öyle olmadı: Ataç’ın Günce’sini okuyordum yine. Şurasından burasından, düşüne düşüne. Bir yere takıldı gözüm, duraladım. Beni uğraştıran şeye değiniyordu Ataç usta:

“…Ölürsem yakında, bir dileğim var kalanlarden. Beni sevmeyenlere, beğenmeyenlere karışmam. Onlar, gerekli bulurlarsa, benim bir değerim olmadığını söylesinler. Ötekilerden benim dileğim: Öldüğümün ertesi günü yazı yazmasınlar benim için. Hani ‘X’ i de kaybettik, şöyle yüksekti, böyle değerliydi’ diye ağıtlar yok mu? o sözlerin yalan olduğunu hepimiz biliriz. Tiksinirim o ağıtlardan… Benim için yazı yazmasın beni değerli bulanlar. Iki yıl beklesinler, iki yıldan sonra unutmazlarsa, beni gene değerli bulurlarsa, ilk üzüntü de geçmiş olur, yazsınlar düşündüklerini, ölçüyü aşırmazlar.” (1)

Hem üzülerek, hem sevinerek okudum bu satırları. Üzüldüm; çünkü, bir yıl sonra ayrılmıştı Ataç aramızdan, pek az kimse uymuştu dileğine, gözü yaşlı ağıtlarla ölçüsüz övgüler birbirinı izlemişti, daha toprağı kurmadan… Sevindim; çünkü, nicedir çözemediğim bir soruna ışık tutuyordu, doğruluk ve içtenlikle…

Gerçi Ataç da önerisini başkalarına uygulamamıştı. Ölen kimi şairler, yazarlar için hemen kaleme sarılmıştı. André Gide’den Paul Leataud’ya Orhan Veli’den Reşat Nuri’ye kadar çeşitli ulustan, anlayıştan, kuşaktan şairlerle yazarların göçüşü üstüne yazılar yayımlamıştı günü geçmeden. Yine de eleştiride gidilecek yolu göstermekten geri durmamış, bu uğurda çuvaldızını kendisine batırmaktan çekinmemişti.

Üstelik, gerçekti söyledikleri. Seneca’nın da mektubunda yazdığı gibi, “ölenin çevresinde koparılan yaygara ölümünden daha korkunç”tu. Ölümün yarattığı tasalı, duygulu, baskılı ortam içinde, doğru bir değerlendirme yapılamazdı. Yitirileni bir parça yermek yahut erdemleri yanında kusurlarından da birazcık söz açmak güçtü. Bunu yeltenenin tepkiyle karşılaşması, azarlanıp kınanması olağandı. Ayrıca, dinsel inançlarla toplumsal töreler de ölülerin ardından kötü konuşmayı köstekliyordu.

Örneğin, Kur’an’da “Ölülerinizi iyilikle anın!” deniyordu. Böylece, hak etsin etmesin, öleni övmek, yüceltmek neredeyse herkesin boynuna borç oluyordu.

“Kör ölür badem gözlü olur, kel ölür sırma saçlı olur” atasözü de, herhalde, buradan kaynaklanmıştır.
*

Duruma sağduyuyla bakarsak çabucak görürürz: Bunca aykırı koşul altında, ölen şair ve yazarlar üstüne sıcağı sıcağına eleştiri yapmak sakıncalıdır. Yarardan çok zararı dokunur birçok kişiye: Eleştireni saptırır, okuru yanıltır, eleştirilerini dev aynasında gösterir.

Bundan dolayı, ölen hiçbir şair, yazar için ‘güncel eleştiri’ yazmadım şimdiye değin. Edebiyat alanında en sevdiğim, beğendiğim kimseleri bile yitirdikten sonra sustum istemeyerek, üzülerek (2)…

Bunda yalnızca çevrenin sözü edilen baskısı değil, sanırım, şunların da etkisi oldu:
Şairlerle yazarlar ürünlerinin sağlıklarında tezelden tanıtılıp değerlendirilmesini beklerler. Bu, onların doğal hakkı ve özlemidir. Kuşkusuz, hem onlara, hem de kendi işine saygı duyan her eleştirimen de böyle düşünür, daha doğrusu, düşünmelidir. Gelgelelim, evdeki hesap çarşıya uymaz. Başta yayın bolluğu ile eleştirmen azlığı ve zaman darlığı olmak üzere çeşitli engeller sık sık hesabı bozar. Dolayısıyla dört gözle beklenilen yere çoğunlukla az ya da geç varır.

Bu yüzden, yaşarken, yargılamaya fırsat bulamadığı bir şairi, yazarı ölünce değerlendirmeye girişmek ağır gelir eleştirmene. Utanç ve üzünç duyar bundan. Öyleyken, olayı çarpıtanlar eksik olmaz. onlara bakılırsa, bir sanatçının değeri ancak öldükten sonra anlaşılır. (Öyleyse, bir an önce ölmeli!).

İşin ilginç yanı, seyrek de olsa, buna inananların çıkmasıdır. Divan şairi Bâki ölmeden “sultan üş-şüarâ” (şairlerin sultanı) seçilmiştir, ama gönlünde arslan yatanlar onun gibi umutla yakınmaktan geri kalmamıştır:
…..
Kadrini seng-i musallada bilip ey Bâki
Durup el bağlayalar karşına yârân saf saf
…..

Böyle düşünenler arasında küçükler ile ortancılar epey yer tutar, öyleyken hepsi de kendisinin eşsizliğine inanır. Bundan olacak, yaşarken büyüklüğü görülmüş, türlü biçimlerde ödüllendirilmiş yığınla şairi, yazarı unutarak sızlanır, ölmekten söz açarlar. Oysa, geleneğin dışına çıkanların, yenilik getirenlerin bile -gerçekten değerli iseler- anlaşıyıp beğenilmeleri çok gecikmez.

Hem, sanıldığı gibi, ölüm değerlerin ortaya konmasını sağlar mı her zaman? Arasıra sağlarsa bile, bu ne kadar sürer? Bakarsınız insan, Cahit Sıtkı’nın değindiği bir anlık avuntuyla kalıverir:


Bir namazlık saltanatın olacak
Taht misali o musalla taşında.

Ölü, bir süre kuş gibi omuzlarda taşınsa da sonunda kara toprağa gömülür:


İşte!
Olup olacağımız bir cenaze;
Geçiyor caddeden vakur ve sâde,
Dalgalar misâli omuzlar üzerinde.

Öyle ama, herkes için bir “son” sayılabilir mi bu? Gerçekten değerli şairler, yazarlar ölür mü? Gövdeleri toprağa karışsa da eserleri -ölümü yenerek- yıllarca hatta yüzyıllarca yaşamını sürdürmez mi? Onların ölmesi demek, adlarının unutulması ve ürünlerinin artık aranmaması, beğenilmemesi, sevilmemesi demektir. O zaman kimileri yaşarken de ölmüş olabilir, nasıl ki kimileri de ölürken yaşıyorsa, tıpkı, Yahya Kemal’in bir şiirinde dediği gibi:


Ölmek değildir ömrümüzün en feci işi
Müşkil budur ki ölmeden evvel ölür kişi

Gerçi ölenin ardından hemen kaleme sarılarak coşkuyla ağıtlar yakıp onu göklere yükseltenler genellikle ‘eleştirmen olmayan’ kimselerdir, bu bakımdan, hoşgörülebilir, hatta alkışlanabilir davranışları, ama yazdıklarına ‘eleştiri’ denilmez. Çünkü bir şairin, yazarın asıl değeri böyle çırpınışı duygusal yazılarla belirlenip ölçülmez. Yazık ki, sanatçıların değerlerinin ölünce anlaşılacağını ileri sürenler ile buna safça inananlar da hep bu çeşit yazıları göz önünde tutarlar. Giderek, onları da eleştiriden saymış olurlar. Elbette, böyle cafcaflı yazılar her zaman yazılacaktır, ama eleştiriyi onlardan ayırmanın zamanı da gelmiştir. Bu yanıltıcı karışıklığı ölmenin ilk adımı, eleştirmenlerin ölüler üstüne ivedi bir değerlendirmeye gitmemesi olacaktır.

Başkalarını bilmem ya, benim için bir tehlike daha var burada: Yakınlarımın söylediklerine göre, yufka yürekli ve aşırı duyarlıklı bir kişiyim. Acıklı olaylardan çok ve çabuk etkilenirim. Ölümlerle birlikte yaratılan ağlamaklı hava da buna eklenince yersiz, ölçüsüz yargılarda bulunmam kolaylaşır. Aynı olumsuz sonuç bana benzeyenler için de söz konusudur. Bundan sakınmak çevrenin yatışmasına, yaranın kapanmasına, serinkanlılığın kazanılmasına bağlıdır. Bu da birkaç günde gerçekleşmez, beklemek gerekir. Bağrına taş basarak bilinçle, dirençle beklemek.

Doğrusu, zor bir iş bu, ama zorunlu…?

Asım Bezirci?nin Yaşam Öyküsü
Eleştirmen, araştırmacı Asım Bezirci, 1927 yılında demiryolu işçisi bir ailenin tek çocuğu olarak Erzincan’da doğdu. Ortaöğrenimini Erzurum Lisesinde tamamladı. 1950?de İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünü bitirdi. Oldukça fakir ve zor bir çocukluğa rağmen başarılı bir eğitim hayatı olan Bezirci, 1950’de Kore Savaşı’na karşıt tavrı nedeniyle tutuklandıktan sonra öğrencilik ve öğretmenlik haklarını kaybedince, bir yandan ilgisiz bir şekilde 28 yıl boyunca 1978 yılında emekli oluncaya kadar şirket muhasebeciliği yapıp, bir yandan da araştırma ve yazılarına devam etti. . İlk yazın denemesi öykü türündedir. 1943?te Erzurum?da bir günlük gazete yayınlamıştır. Yazarlığa 1950 yılında Gerçek gazetesinde başladı. Gerçek gazetesinde A.Toplumcu imzasıyla politik fıkralar, inceleme yazıları, çeviri ve röportajlar yayınladı. Gazete kapatıldıktan sonra, 6-7 Eylül olayları da gerekçe gösterilerek birçok kez kovuşturmaya uğradı, 6 ay kadar tutuklu kaldı, aklandı. Fikret Arel, Halis Acarı imzalarıyla, sonraları da kendi adıyla Yeni Ufuklar, Forum, Pazar postası, yelken, Dost, Ataç (kendi çıkardığı), yeni a, Gelecek, Dönem, Sanat Emeği, papirüs, May, Halkın Dostları, Soyut, politika gibi gazete ve dergilerde yazdı. Bezirci, eski ve yeni Türk edebiyatına ilişkin araştırmalarının yanında, ancak son yıllarda gelişmeye başlayan eleştiri anlayışının da öncülerinden oldu. 1963?te Otağ, 1968?de Yeni Dergi?nin açtığı soruşturmalarda, yaşayan en iyi eleştirmen seçildi. Çeviri, eleştiri, derleme, araştırma ve deneme türündeki yapıtlarının sayısı 40?ı aşmıştır. Nazım Hikmet?in ?Tüm Eserleri?nin eleştirili, kaynakçılı basımını 1979?da tamamladı.

Nesnel, bilimsel eleştiri anlayışının yerleşip kökleşmesi için çalışmalarım sürdürdü. Bu alanda yoğun çalışmalarıyla edebiyat eleştirisinin verimli temsilcilerinden oldu. Özellikle toplumcu çizgideki edebiyat eleştirileriyle ön plana çıkan yazar, Sosyalist bir anlayışla kültür ve edebiyatı destekledi. 2 Temmuz 1993’te Sivas Madımak Olayı’nda gericiler tarafından yakılarak öldürüldü.

Eserleri
? 1950 Sonrasında Hikâyecilerimiz
? Abdülhak Hamit
? Bilimden Yana
? Edebiyat Bahçesinde
? Güle Dil Verenler
? Halk Ve Sosyalizm İçin Kültür Ve Edebiyat
? Halkımızın Diliyle Barış Şiirleri
? İkinci Yeni Olayı
? Nazım Hikmet
? Nezihe Meriç
? Nurullah Ataç
? Orhan Kemal Yaşamı, Sanatı, Eserleri
? Orhan Veli Yaşamı, Kişiliği, Sanatı, Eserleri
? Pir Sultan Yaşamı, Kişiliği, Sanatı, Şiirleri
? Rıfat Ilgaz
? Sabahattin Ali
? Seçme Hikâyeler
? Seçme Romanlar, R.Taner?le birlikte
? Sosyalizme Doğru
? Temele Gül Dikenler
? Türk Yunan Dostluk Şiirleri
? Şairlerimizin Diliyle Barış
? Çok Kapılı Oda
? Edip Cansever
? Günlerin Getirdiği Götürdüğü
? Okudukça
? Bugüne Türk Şiiri

Hayat Efsanedir

Saçların aklarla dolduğu zaman
Geriye hasretle bir bakar mısın?
Yıllar mazimizi yolduğu zaman
Göğsüne menekşe, gül takar mısın?

Pembe kıyılardan geçse bir sandal,
İşitsem sesini şen fıskiyenin;
Zikrimde canlanır eski bir masal:
Gözümde gözlerin, elimde elin…

Zaman kalbimizde can vermiş gibi,
En güzel renklerle süslenir mekân…
Suda aksimizle, havuzun dibi
?hayat efsanedir!? diyordu her an!

Asım BEZİRCİ 13 Mayıs 1944, Erzurum

Refika Bezirci İle Söyleşi, “O, artık yoktu, gelmeyecekti…”

Sivas katliamının aramızdan aldığı 37 değerli insandan biri de Asım Bezirci’ydi. Sevgili eşi ile evliliklerinin hiç beklenmedik bir biçimde sonlanışına tanık olduk hepimiz. Ölümünün üzerinden tam dokuz yıl geçti. Asım Bezirci’nin biricik “Refik”ini, çok sevdiği Ören’de bulduk, söyleştik.
Sizinle bu söyleşiyi uzun zamandan beri yapmak istiyordum. Asım Bezirci’yle olan beraberliğinizi ve onu yitirdiğiniz ilk acılı döneminizi ‘Bir Ben Miyim Unutmayan’ adlı kitabınızda anlatmıştınız. O kitabınızı yüreğim sızlayarak, derin bir acıyla okudum. Sorularımı içimde taşıyarak, bugünlere değin erteledim. Asım Bezirci’siz tam dokuz yıl geçti. Elbette o, yüreklerimizde sevgisiyle, kitaplarıyla sizinle, bizimle birlikte olmayı sürdürüyor. Ne var ki, O’nun maddi varlığından dokuz yıldır yoksun kalmak sizin için ne demekti, diye sorarsam… Bana yüreğinizi açar mısınız?
Uzun süre onun beni çağıran sesiyle uykudan uyandım, mutfaktan kapıya koştum. Gelmeyeceğini anlayınca, başını koyduğu yastıklara yüzümü gömerek, boğazımdaki düğümleri geçiştirmeye çalışıyordum. Yalnızlık bende çok büyük bir panik yarattı, her an öleceğimi düşündüm. Acılarım her geçen gün daha daha katlanıyordu. Birilerine tutunmak, ayaklarımı yere sağlam basmak istiyordum. Ama sonuç hiç değişmiyordu. Tam bu sırada Evrensel Kültür Merkezi’nin kurulması ve bir akşam bana gelen kurucu arkadaşların, kültür merkezi için kitaplığı istemeleri, benim bu kitaplıkta çalışmamı teklif etmeleri, korkularımı bir anda umuda ve enerjiye dönüştürdü.
Böylece, kıpır kıpır yaşayan kültür merkezinin tam ortasında buldum kendimi. Çalışacağım için, insanlarla iç içe olacağım için belki de kendimi daha iyi hissedecektim.
Sulu gözlü biri olmak, sürekli sızlanmak istemiyordum. Gerçekten de, orada üç yıl sevgi ve özveriyle çalıştım, pek çok güzel insan tanıdım. Her biri benim sıkıntılarımı azaltmaya çalıştılar. Ama, ne işin, ne dostların.. ne insan yoğunluğunun acılarımı azaltması olanaksızdı. Kitaplıkta, her elime aldığım kitapta, sayfalar arasında onun minicik elyazısını buluyordum. Aldığı notlar, yazdığı dönemlere taşıyordu beni. Gelen okurlar, okumalarını bitirdiklerinde saygıyla gidiyorlar, masa üzerinde Asım’a adanmış minik bir şiir, ya da ‘Asım amcama teşekkürlerimle’ diye armağanlar buluyordum. Bunlar beni hem gülümsetiyor, hem ağlatıyordu. Geceleri eve geç vakit dönerken, dolmuş camlarına başımı dayayıp ağlardım. İnsanın yüreğindeki acı yüzüne gözyaşıyla mı yansıyordu, onları bir türlü hapsedemiyordum.
Artık yalnızdım; dul bir kadın, eşinin bıraktığı işleri yüklenmek zorundaydı. Ben de bunu yaptım. Çünkü, Sivas olaylarından bir ay önce yurt dışına gitmiştik. Kitap standında Asım’la Can Yücel yan yana oturuyordu. Can Yücel, Asım’a ‘Sana bir şey olursa, bu kadar kitap ne olacak, ilgilenecek biri var mı?’ demişti. Onun yanıtı, beni göstererek, ‘işte abi, benim vekilim, mirasçım Refik, ona her işi öğrettim, o başarır, verilen bu kadar emeği ziyan etmez, ona güveniyorum’ olmuştu. Onun bana bıraktığı işlerde pek zorluk çekmedim. Ama onun olmayışı beni çok zorluyordu. Sesini, çalıştığında çıkardığı kağıt hışırtısını, evdeki varlığını arıyordum. Çok bencilce bir düşünce belki ama, zaman zaman ‘Niye gittin de gelmedin sanki’ diyerek kızıyordum. Gerçekçi düşününce, ‘Kim ölmek ister ki’ diyordum. Ne yaparsam yapayım, “O” artık yoktu, gelmeyecekti. Kitaplıkta, bazı günler çok sıkılırdım. Üzüntümün azalması için oradaki dostlarım kalemi elime verip, yazmamı söylediler, ‘iyi gelir’ dediler. Zayıf, duyarlı olduğum bir gece yazmaya başladım. Gerçekten de, yazdıkça yüreğimdeki ağırlık azalıyordu. Sonunda, sizin de okuduğunuz o minicik kitap ortaya çıktı. Acemiliklerle dolu, nesnellikten uzak bir kitapçık. Bugün yazsaydım, nasıl yazardım acaba? Söylediklerim duygu yüklüydü, ama yanlış değildi.
Asım Bezirci’yi kaybedişimizden beş ay sonra çıkan kitabınızın önsözünde ‘Asım Bezirci’yi anlatırken bir gün acılı yüreğim anılara egemen olmuş. Bu belki biraz ters gelebilir sizlere. Ama bu satırları da acılarım, sızılarım yazdırdı bana. Aslını ararsanız, yaşadıklarımı hiçbir zaman, ne sözle ne de satırlara dökerek anlatamam… diyorsunuz. Sanırım bu, bölüştüğünüz yoğun ve anlamlı bir yaşamdan kaynaklanıyor. Asım Bezirci gibi çok çalışkan, çağından sorumlu bir yazarın eşi olarak, onunla aynı evi, aynı yaşamı, aynı sevdayı bölüştünüz. Şimdi tüm yaşananlara karşın aydınlık günlere olan inancını korumaya çalışan kadınlara, kendi yaşamınızdan yola çıkarak neler öğütlersiniz?
Asım Bezirci’yle 1964’ün Temmuz’undan 1993’ün Temmuz’una dek birlikte yaşadım. Ben onun eşiydim, yerine göre arkadaşı, yerine göre kardeşi, yerine göre bitişik masada onun için çalışan bir yardımcıydım. Bu evlilikte eşler bu kadar mı birbirine benzerler. Kafamızdan geçenleri aynı anda ikimizin birden söylemesine biz bile şaşırıyorduk. İki insan bir bütündük sanki. Böylesine bir dostu, böylesine haksız, acımasız ve çirkin insanların elinde yitirmek bendeki insana ilişkin tüm değerleri altüst etti. Uzun süre, haksızlık eden insanlara tepkiden de öte kin duydum. Bugün hâlâ şiddet içeren konuları, yangınlı filmleri izleyemiyorum. Kavgalı yerlerde kalbim sıkışıp, haksızlık edenleri öfkeyle lanetliyorum.
Bilirsiniz, ‘Asım bana ‘Refik’ diye seslenirdi. Ama o günlerin ‘Refik’i gitti, yerine huysuz, sabırsız, sinirli, kendini tanıyamayacak kadar değişen bir ‘Refik’ geldi. Değerli bulduğum pek çok şey, bugün bana çok yabancı ve başka türlü gözüküyor. Sıkıntılarımı içime atmaktan iki kez geçici felce uğradım. Sağlığımı kazanmak için çok çaba harcadım, hâlâ daha uğraşıyorum. İki ay önce yüksek tansiyondan gözlerim görmedi. Bugün yarı yarıya bir sağaltımla yaşıyorum.
Çağımızın aydın sorumluluğu diyorsunuz ya, işte o sorumluluk da beni yedi bitirdi. Üstelik bu sorumluluk, bireylik düzeyindeki kişilerin başına hâlâ bela almaya devam ediyor. O gün olduğu gibi, bugün de sürü gibi yaşamayı yeğleyen ‘adam sende’ diyebilenlere kızıyorum. Onurlu, sorumlu, sorgulayarak, umudumuzu yitirmeden yaşamak elbette çok önemli. Ama öte yandan ülkemizin acı gerçekleri de artık yenilir yutulur gibi değil. Umut, doğal olarak, yaşayan her insanda vardır. Önemli olan, yüreğimizdeki o umudun içine neleri sığdırabiliriz. Olabilirlik oranları nelerdir. Körü körüne umut, kafayı duvara çarpmaya benzer. Duvarın ötesinde ise çıkmaz sokak varsa…
Böyle söylüyorum ama, yine de yaşamın getirdiği sorumlulukla birlikte uğraşlar veriyorum. Kitaplarımızı Evrensel Yayın’da topladım. Yeni baskılar yapıldıkça, benim de hem küçük bir işim oluyor, hem de çıkan kitaplar yarının umudunu kulağıma fısıldıyor. Çalışarak, zorlukları düze çıkarmak beni yaşama bağlıyor, diri tutuyor.
Türkiye’nin orta yerinde, herkesin gözü önünde özgür düşünceye, bilime, sanata, ülkemizdeki laik, demokrat, ilerici geleneğe yöneltilen bu hain saldırının sorumluları aleyhinde başlatılan hukuki sürecin sizce, üstünde durulması gereken yönleri nelerdir?
Sivas olayları, gerçekten de herkesin gözü önünde yapılırken o günün yöneticileri de ilgisizce seyrettiler. Ülkemizde, politikacıların, sanata, aydınlığa, laik düşünceye, demokrasiye olan düşmanlıkları bir kez daha somut olarak belgelendi. O günlerin Tansu Çiller’i güven oyu alma peşinde olduğu için, Erbakan grubuna en küçük bir eleştiri bile yöneltmedi. Erdal İnönü’yü ise, gösterdiği basiretsizlikten ötürü birileri kutlamıştır belki, ama ben hiçbir zaman onu bağışlamıyorum. Olaylara hukuki anlamda bakmak bana düşmez, ama izlediğim kadarıyla, dünyanın hiçbir yerinde böyle bir olay ve böyle bir mahkeme görülmemiştir sanıyorum. Suçluların pek çoğu bugün Almanya’da fink atıyorlar ve terörist sınıfına bile alınmadılar. Neylersiniz… Ülkemizin bugünkü politik ortamını düşününce, olayların yeniden mahkeme sahnesine taşınması, sonuca yeni bir boyut kazandırır mı bilemem.
Bildiğiniz gibi, bütün dünya 2002 Nâzım Hikmet Yılı’nı kutluyor. Türk okuru, bir bütün olarak Nâzım Hikmet kitaplarıyla ilk kez sevgili Asım Bezirci’nin yıllar süren titiz çalışması ve yoğun emeği sonucunda buluştu. Bu kapsamlı çalışmaya sizin de yoğun bir emek verdiğinizi biliyoruz. Bize o günlerin anılarından kısaca söz eder misiniz?
1978 yılıydı. Akşam eve gelen Asım, yemekte, Cem Yayınevi’nin, Nâzım dizisini kendisine verdiğini heyecanla anlattı. Bir an durakladım. Bu çok büyük bir işti. Üstelik Nâzım’la ilgili olan her yayın hâlâ yasaklardan geçiyor, kimi zaman bir dizenin araştırıldığı oluyordu. Bütün bunları Asım da düşünmüştü, “Göze alıyorum Refik, bu iş benim için bir onur; ben ve sen bu işi başaracağız, buna inanıyorum’ diyerek sözünü bitirdi. O günden sonra dünyada ve Türkiye’de ne kadar Nâzım yayını varsa topladık. Arşivlerden, eski gazete ve dergilerden, kendi ismiyle ya da takma ismiyle ne yazmışsa hepsini derledik. Onunla ilgili, başkalarının yazdıklarını da. Asım bir ara Moskova gezisine katıldı. Orada özel izinle arşivden Nâzım’la ilgili tüm dokümanların fotokopisiyle döndü. Aylarca belge topladık. Böylesine kapsamlı bir işi başarmak, bence başarıların en büyüğüydü. Diziyi, önceleri Şerif Hulusi yapıyordu. Onun ölümüyle Asım’a devredilen bu dizide şiirler tek tek taranarak, sözcükler tek tek karşılaştırılarak, kız kardeşi Samiye Yaltırım’dan edindiğimiz Nâzım’ın elyazılarıyla değişen dizeler karşılaştırılarak, en doğru ve yanlışsız olan bir dizi oluşturmak durumundaydı Asım. Sekizinci cilde ulaştığında, ne yazık ki Nâzım’ın oğlu Memet, avukatı Necla Fertan aracılığıyla durumu bize bildirdiler. Nâzım dizisini Memet, Adam Yayıncılık’a vermişti ve biz hiçbir şey yapamıyorduk. Bugün Adam Yayıncılık’ta çıkan Nâzım serisinin üzerinde Asım adı yoktur. Aklınıza bir soru gelebilir. Telif vermemek için miydi? Hayır, zaten Asım yüzde 2’lik bir telifle çalışıyordu. Bunun sözü bile edilemezdi.
Nâzım dizisini oluştururken Asım hastalandı, böbrek taşı düşürecekti. Doktorumuz, bol bol hareket yapmasını öneriyordu. Kitaplığa, Nâzım yazılarını derlemek için yürüyerek gittik. Bir süre sonra Asım kıvranmaya başladı. Ağrısı çoğalınca çıktık. Yine eve kadar yürüdük. Evde ağrısı daha çoğaldı. Ağrı kesici iğnesini yaptırmaya iğneci bulamadık. O gün enjektöre ilacı çekerek ilk kez Asım’a iğne yaptım. Ellerim titriyordu. İnsan sevdiği birine iğne batırabilir miydi? Ama biraz sonra Asım’ın ağrısı dindi ve uykuya daldığında iyi bir şey yaptığımı anladım.
Evet, on dört yıllık çalışmanın sonunu getirememiştik, ama aldığımız o küçücük paralarla, şu anda balkonunda denize karşı oturup bu yazıyı yazdığım yazlık evimizin taksitlerini ödemiştik. ‘Nâzım uğurlu bir şair, bize ev yaptı’ dedirtmiştir Asım’a.
Ayrıca başında da söylediğim gibi, her çıkan sayıda, sakıncalı bir şeyler bulunuyor, Asım ifadeye gidiyordu. Bugün ne mutlu bizlere, tüm dünyada Nâzım Hikmet yılı kutlanıyor. Hemen biraz ötemizde, Ayvalık yolu üzerinde Nâzım Hikmet Ormanı oluşturuldu. Bunu yapan Gümeçli köylülerdir.
Herkesin bildiği gibi Asım Bezirci kitaplarını özenle hazırlar, basım işleriyle de yakından ilgilenirdi. Bu durum yeni baskısı yapılan kitapları için de aynıydı. Onun ölümünden sonra, kitapların baskı işleri nasıl yürütülüyor?
Kitapların çıkma sürecinde Asım Bezirci bir çocuk gibi heyecan duyar, yanlışsız çıksın diye titiz ve dikkatli davranır, istenmeyen durumlar olduğunda ise çok sinirlenirdi. Gözlerinin bozuk ve alabildiğine yorgun olması, benim de düzelti işlerine yardım etmemi gerektiriyordu. Her basımda kitabı bir ben, bir de Asım okuyorduk. Ölümünden sonra bu işin tümü bana kalmıştı. Meğer kitabın sorumluluğunu almak, düzeltiden çok daha zormuş. Ama bu iş artık benimdi ve ben onun anısı için aynı titizliği göstermeye çalışıyorum. Başlarda, yayınevindeki arkadaşlar beni yormamak adına kendileri yaptılar. Ama kitap çıkınca, oturup dikkatle okudum. Yabancı bir göz, kitaptaki atlamaları, satır ya da paragrafı asla göremez. Arkadaşlara yapılan yanlışlıkları gösterdiğimde çok şaşırmışlardı. Bir virgülün bile yeri değişse, ‘Asım buraya virgül koymaz’ diye uyarıyordum. Sonuçta benim de okumama, onlara yardımcı olmama izin çıktı. Doğal olarak bu çözüm oldukça iyiydi. Yaşamında Asım Bezirci, kitaplarını hep bir tek yayınevinde toplamayı özlerdi. Onun bu isteği Evrensel Yayınları’nda gerçekleşti. Ülkemizdeki ekonomik kriz tüm yayınevlerini zorluyor. İleride, aynı yayınevinde basım işini sürdürebilir miyiz bilemiyorum. Bekleyip göreceğiz.
Son bir soru sormak istiyorum. Asım Bezirci’nin özenle oluşturduğu kitaplığını Evrensel Kültür’de yeniden kurdunuz. Bu özverili davranışınızda amacınıza ulaşabildiniz mi?
1994’te Evrensel Kültür’de kurulan Asım Bezirci Kitaplığı, başlarda benim istediğim gibiydi. Ama sonradan, Kültür Merkezi’nin ekonomisinin yanı sıra, kültürel etkinliklerin azalıp tıkanması, yeni yeni etkinliklerin üretilememesi, kuşkusuz kitaplığı da etkiledi. Şu anda yayınevinin satın aldığı ve onarımını yaptırdığı, Tarlabaşı’ndaki binanın bir odası kitaplık olarak düzenlendi. Orada kitaplığın henüz bir işlevi yok. İlerisi için iyi şeyler düşünüyorlar.
Kitaplığımız Evrensel Kültür Merkezi’ndeyken epey ses getirmişti. Bugün parasal gücüm olsaydı, yine İstiklal Caddesi’nde, herkesin görebileceği bir yerde kitaplık kurma hayalindeyim. Gerçekçi düşünürsek, benim bu hayalim oldukça pahalı. Yarınlar bize ne getirir, bizden neler götürür bilemiyorum. Üç yıla yakın, kitaplıkta özveriyle, severek çalışmak, gelen okurun aradığı kitabı ya da dergiyi önüne koyduğumda gözlerindeki sevinç tüm yorgunluğumu alıyordu. Ama, bir benim sevgim kitaplığın kalıcı olmasına yetmiyor. Kitaplık canlı, kıpır kıpır bir kültür evi olmak durumunda. Sürekli yeni yayınların, dergilerin oraya gelmesi ve arşivlenmesi gerekir. Kitaplıkta, okurlarca sorulan tüm yazılı basının bulunması bu işin en güzel, en doyurucu yanıdır. Çok büyük salonlar, dolaplar ister. Kitaplığımız benim istediğim biçimde başarılı olmadı.
Orada bulunduğum süre, bana pek çok konuda bilmediklerimi öğretti. Acıyla yoğunlaşmışken, beni yaşama döndürdü; bir çeşit terapi oldu, bu da benim kazancım diye düşünüyorum. Yine orada, ucundan kenarından yazmayı öğrendim. Esin perisini yakaladığımda, küçük öyküler yazdım. Bir kitaplık öyküm, yeniden elden geçmeyi bekliyor. İleride belki yayımlarım onları. Bu arada kendimi de sınadım pek çok kez. Yazmayı seviyorum. Eğilimim, özgürce kalem oynatmak, ama buna deneme desek daha iyi olur. Daldan dala konan, öykü ya da manzara anlatan deneme değil, insanlara çözümün ne olduğunu açıklayıcı iletileri seviyorum. ?****
Asım Bezirci (Almanca, deutsch )
aus Wikipedia, der freien Enzyklopädie
Asım Bezirci (* 1927 in Erzincan; ? 2. Juli 1993 in Sivas) war ein alevitischer Dichter und Schriftsteller.
Leben
Bezirci wurde 1927 in Erzincan geboren, wo er auch die Grundschule besuchte. Als Sohn einer völlig mittellosen Familie hatte er das Glück unter 126 Bewerbern einen der beiden Stipendiatenplätze für das Internat in Erzurum zu gewinnen, das er bis zum Abschluss der Oberschule besuchte. Anschließend studierte er in Istanbul türkische Sprache und Literatur. Nach Abschluss des Studiums begann er 1950 zunächst für die Zeitschrift Gerwek zu schreiben. Aufgrund seiner Artikel wurden unter der Repressionspolitik der damaligen DP-Regierung allein acht Strafverfahren gegen ihn eingeleitet und er musste Monate in Haft verbringen, bis er in allen Verfahren freigesprochen wurde. Seit 1955 widmete er sich gänzlich der Literatur und Literaturkritik. Er bearbeitete und brachte die Werke zahlreicher türkischer Schriftsteller heraus, übersetzte mehrere europäische Dichter und Schriftsteller ins Türkische, ebenso übertrug er Literatur aus der osmanischen Zeit ins Neutürkische. Asim Bezirci war im Vorstand der Schriftstellergewerkschaft TYS sowie Mitglied im Friedenskomitee. Er hinterlässt ein Werk von 68 Büchern und ungezählten Zeitschriftenaufsätzen.
BEZİRCİ, Asım (İngilizce, english)
Writer and critic (b. 1928 -officially 1927-, Erzincan ? d. 2 June 1993, Sivas). He attended the Erzincan High School (1945) and graduated from İstanbul University, Faculty of Literature, Department of Turkish Language and Literature (1950). He worked for a company in İstanbul and retired.

He entered the world of literary through his political articles, which appeared in the newspaper Gerçek in 1950. Until 1959, he used the pen names Fikret Arıel and Halis Acarı. Soon after 1960, he published his articles under his real name in newspapers and magazines such as Yeni Ufuklar, Ataç, Halkın Dostları, Militan, Politika, Dönem, Yön, Soyut, Papirüs, Yeni Edebiyat, De, Halkın Dostları, Yeni a, Yeni Ortam, Dönemeç, Yazko Edebiyat. He also used the pen names A. Toplumcu and Bülent Arıel. He is known for his research and appraisals on literary periods and individuals. He was regarded as the ?most appreciated of living critics? by the magazine Otağ in 1963 and by the readers of the magazine Yeni Dergi in 1968. He was given the Ferit Oğuz Bayır Thought and Art Award in 1989 with his book Rıfat Ilgaz (Rıfat Ilgaz). He died at the fire at the Hotel Madımak in Sivas in 1993. The book Asım Bezirci?ye Saygı Kitabı (Respect to Asım Bezirci) was published by his fans posthumously (1993). He supported the idea of objective and scientific criticism.

WORKS:

CRITICISM-RESEARCH-STUDY: Çok Kapılı Oda (The Room with Many Doors, 1961), Edip Cansever (Edip Cansever, an appraisal on the Turkish poet, 1961), Günlerin Getirdiği Götürdüğü (The Things the Days Brought and Took from Us, 1962), Bilimden Yana Sosyalizme Doğru (Towards Socialism from the Aspect of Science, 1963), Abdülhak Hamit ve Tarık / yahut Endülüs?ün Fethi (Abdülhak Hamit and Tarık / or the Conquest of Spain, 1966), Okudukça (As Long as We Read, 1967), Orhan Veli Kanık (Orhan Veli Kanık, 1967), Ahmet Haşim (Ahmet Haşim, 1967), Nurullah Ataç (Nurullah Ataç, 1968), Dünden Bugüne Türk Şiiri (Turkish Poetry in the Past and Present, 1968), Metin Eloğlu (Metin Eloğlu, 1971), On Şair On Şiir (Ten Poets, Ten Poems, 1971), Seçme Romanlar (Selected Novels, together with R. Taner, 1973), İkinci Yeni Olayı (The Case of the Second New Movement, 1974), Sabahattin Ali (Sabahattin Ali, 1974), Nazım Hikmet ve Seçme Şiirleri (Nazım Hikmet and His Selected Poems, 1975), Halk, Sosyalizm, Kültür ve Edebiyat (People, Socialism, Culture and Literature, 1979), 1950 Sonrasında Hikâyecilerimiz (Our Storywriters After 1950), Seçme Hikâyeciler (Selected Storywriters, with R. Taner, 1981), Orhan Kemal (Orhan Kemal, 1984), Pir Sultan (Pir Sultan, 1986), Halkımızın Diliyle Barış (Peace in the Language of Our People, 1987), Şairlerimizin Diliyle Barış (Peace in the Language of Our Poets, 1987), Türk-Yunan Dostluk ve Barışı (Turkish-Greek Friendship and Peace, 1987), Otuz Beş Yaş ? Cahit Sıtkı Tarancı / Bütün Şiirleri (The Age of Thirty-Five – Cahit Sıtkı Tarancı / All Poems, 1988), Rıfat Ilgaz (Rıfat Ilgaz, 1988), Deyimlerimizin Sözlüğü (The Dictionary of Our Idioms, 1990), Oktay Akbal (Oktay Akbal, 1991), Türk Halk Şiiri (Turkish Folk Poetry, 1993), Temele Gül Dikenler (Those Planting Roses in the Foundations, 1997), Güle Dil Verenler (Those Who Make the Rose Speak, about 13 poets, 1998), Nezihe Meriç (Nezihe Meriç, 1999), Abdülhak Hamit-Bütün Eserleri (Abdühak Hamit-Collected Works, 2001).

ANTHOLOGY: Dünden Bugüne Türk Şiiri (Turkish Poetry from the Past to Present, 5 volumes, 1- Halk Şiiri (Folk Poetry), 2- Divan Şiiri (Divan* Poetry), 3- Yeni Şiir (Contemporary Poetry), 4- Yeni Şiir (Contemporary Poetry), 5- Yeni Şiir (Contemporary Poetry), edited by Kemal Özer, 2002).

Kaynaklar
*12. İzmir Kitap Fuarı etkinlikleri kapsamında Evrensel Basım Yayın tarafından, ?Nesnel Eleştirinin Ustası Asım Bezirci 80. Yaşında? başlığıyla gerçekleştirilen söyleşi, Öner Yağcı.
** 12. İzmir Kitap Fuarı etkinlikleri kapsamında Evrensel Basım Yayın tarafından, ?Nesnel Eleştirinin Ustası Asım Bezirci 80. Yaşında? başlığıyla gerçekleştirilen söyleşi, Asım Bezirci?nin eşi Refika Bezirci
*** Asım Bezirci?nin ?Bilimden Yana? adlı eserinden alınmıştır.

1) Nurullah Ataç, Günce, II, 1972 s.514;

2) Canım kardeşim Bedrettin Cömert’in alçakça öldürülüşünde de tavrımı bozmadım. Hasan Hüseyin ise, bunu tersini yorumlayarak, mektupla beni eleştirdiğinden Cömert’e küstüğümü ve ölümünden sonra da sesimi çıkarmadığımı ileri sürdü. (Bak: Bederettin Cömert, Ellerim Kalmasın Sizlerden Uzak, 1979 s.33-36).
Ne haksız, ne çirkin bir sav! Çünkü, yeni besımında yaralanmak üzere, Orhan Veli incelememe ilişkin eleştiriyi Cömert’en mektupla ben istedim! Kitap çıkınca Cömert övücü bir eleştiri yayımladı: “Asım Bezirci’nin Önemi”. Dolayısıyla, ona darılmam hiçbir zaman söz konusu olmadı. Nitekim, son görüşmemiz de, benim çağrımla, Hüseyin’in evinde gerçekleşti – Nasıl unutmuş?!
*****Zerrin Sabuncuoğlu tarafından yapılan bu söyleşi Temmuz 2002 tarihli E dergisinden alındı.

Previous Story

Edebiyatın Kırk Ayaklı Karıncası Asım Bezirci – Hazırlayan: Adnan Özyalçıner

Next Story

Küfür / Erk-Sefalet – Nejdet Evren

Latest from Asım Bezirci

Halkın Ekmeği – Bertolt Brecht

Halkın Ekmeği, şair, oyun yazarı, tiyatro yönetmeni ve kuramcısı Bertolt Brecht’in dokuz ciltlik şiirlerinden yapılmış bir seçmedir. Daha önce değişik yayınevleri tarafından birçok baskısı
Go toTop

OKUMA ÖNERİLERİMİZ