Aşk Bize Küstü – Yılmaz Odabaşı

“Süren insan kalitesi yozlaşmasında kir, karmaşa ve hız artık yaşadığımız.

Her türden aşkın da bir tükenme durağına sevk edildiği şu atmosferde, sistemin moleküllere bölüp iğdiş ettiği duyarlılıklarımızla yeniden yüzleşmenin bir penceresi de olacaktır şiir; belleksizleşmemek, yabancılaşmamak için”
Bu kitabım da, süren karmaşaya, her türden örselenmeye, küskünlüğe kendimce bir misillemedir.”

Yılmaz Odabaşı’nın bu eseri, 1990’dan 2000 yılına dek on yıllık evrede yazdıklarından oluşuyor. Şairin bu yapıtındaki şiirleri, yine aynı dönemde yayınlanan “Her Ömür Kendi Gençliğinden Vurulur”, “Cehennem Bileti”, “Aşk Bize Küstü” ve “Çalınmış Bir Mahşer İçin Ahval” adlı kitaplarını kapsıyor.

Yılmaz Odabaşı, iki ciltte topladığı bu şiirleriyle: 1987 TEMMUZ Dergisi Şiir Yarışması Birincilik Ödülü, 1989 TAYAD Şiir Yarışması İkincilik Ödülü, 1990 CAHİT SITKI TARANCI Şiir Ödülü, 1992 PETROL-İŞ Sendikası IV. Geleneksel Şiir Yarışması İkincilik Ödülü ile 1999 ORHON MURAT ARIBURNU 10. Yıl Şiir Özel Ödüllerini kazanmıştır.

AŞK BİZE KÜSTÜ

I
Biz bu kentlere sığdık da
bu kentler bize sığmadı âsiya
ve bir çığlık gibi günlerin çarmıhında
arttıkça yalnız, sustukça silik…

Ay ışığı gölgeleri büyüttü
son kuşlar da vuruldular dağlarda
yakamozları söndü sahillerin, ışıkları evlerin
çağın vebalı gövdesinde
bir hayalet gibi gölgemizde yalnızlık

kaldık… Kırık bardaklar gibi
içilmiş sulardan geride buruk bardaklar gibi…

II
düşler artık ölü çocuklar doğuruyorsa
sevgiler boğduruluyorsa kürtajlarda
ve daha eskimemiş tüfeklerle
ordusu bozguna uğramış askerler gibi kalıp
bozuk paralar gibi yuvarlanıyorsak kaldırımlarda
bir bedeli vardır elbet cennetini çaldırmanın
ömrünü piç bir bebek gibi
bırakmanın
bulvarlara
bozgunlara
ve yanlış yalan aşklara;
bir bedeli
bu kuşatmaların, ilkyazları kurşunlatmaların…

biz bu kentlere sığdık aslında
bu kentler bize sığmadı âsiya
ah son kuşlar da vuruldular dağlarda!

III
ay ışığı gölgeleri büyüttü
mutluluk oyununa geç kalan ölü kuşlarla geldim
geldim… Kırık bardaklar gibi
içilmiş sulardan geride buruk bardaklar gibi

ve ömürlerimizde bin kasvetle upuzun
sefalet seferlerinin ayazı
belki de yalnız geçireceğiz artık kimbilir
batan gemiler gibi yiten aşklardan geride
kalan her kışı, güzü ve yazı

ay ışığı gölgeleri büyüttü
ayrılıklar eskidi… Biz eskidik

aşk bize küstü âsiya…

IV
belki de uzun sürecek bu bozgunun saçağında
sen şarkılarını sesine yasla
ve bırak beni de usulca
bir apansız yalnızlığa!

ay ışığı gölgeleri büyüttü
büyüdü ölüm
ve biz küçüldük âsiya…

Her Ömür Kendi Gençliğinden Vurulur
“İsa”dan sonra XX. yy.-
I
Yaşarken de söyledim kimse bilmeyebilir bunu,
Fatiha suresi kadar eski,
günlerin çarmıhında İsa kadar yaslıyım
ve tanrılar kadar çok yaşadım
kimse bilmeyebilir…

Daha kırlangıçları yalancı bir dünyada yaşıyorum;
dağları yıkılan, dalları kırılan bir dünyada.
Kayıp suretler için fotoğraflara koşuyorum
kimse bilmeyebilir…

Günlerin çarmıhında
Küle savruldum, ayrılıkları saydım,
bir hançer sapladım nevrozlu bir sevgiye;
kan bile damlamadı, yürüyüp gittim.
Yüzüme yalancı bir sevinç iliştirdim…

II
Fal bakan çingeneler esmerdi, yalancıydı,
dönmeyecektin!
Belki kuruyacaktım,
belki çarpa çarpa akacaktım o denizlere;
İntiharlara aktığım gibi o denizlere,
bilmeyecektin!

Çıkıp Sina dağına o denizlerle
İbranice konuşacak, İblis?i kovacaktım;
İblis?i
kovmak
belki,
yarısını dünyanın
kovmak demekti…

III
Bir gülün bir odayı,
bir leşin bir semti kokuttuğu kentlerde,
bir ömür,
çarpar,
akar
da nasıl eskitir yatağını
kimse bilmeyebilir…

Tanıktım,
yargıç
ve sanık;
Yürüyüp gittim?
Yüzüme yalan bir mutluluk iliştirdim:
Günlerin çarmıhında İsa gibiydim?

IV
Günlerin çarmıhında
seni ağrıyan yanlarımla sevdim,
tutuklu kollarımla;
yokluğunda burada yıllar verdim.
Yokluğuna
burada!

Herkes bilecek bunu; tabancaya gerek yoktur?
Tabancaya gerek yoktur!
Sen haklı bir cinayetsin günlerin duvağında:
H e r ö m ü r k e n d i g e n ç l i ğ i n d e n v u r u l u r…

Çalınmış Bir Mahşer İçin Ahval

sefil bitler hala uzayın boşluğunda yaşıyor ve içimde bir abdal ağlarken ufuklar
caddesinde ufuksuz adam, sesine bir küfür katmış sokaklara saçıyor… Arada
üşümüş gözlerle, pörsümüş göğüslere bakıyor; üşümüş gözler üşüyo, üşümeye
bakıyo…
İçin içimde gerilen hayat, turuncu laleler ve ıssız insanlık, artık sıcak sözcüklerden
utanacak kadar d(üşüyor)! Günler, yeni günlere yenilgiler saçıyor… Bu yüzden
ellerim durmadan uzaklara kaçıyor, gözlerim hep dağlara bakıyor. Ben kentlerde
rehinken
firar ellerim! Ellerim üç beş nöbetinde bir askerle kanyak çekiyor, gözlerim yorgun bir
gerillayla ufka bakıyor… Aklımda Diyarbakırlı bir kızın uzak ve sıcak gözleri, havada
kar, gökyüzü aydınlığında bir çingene cüreti; yollarda aç köpekler, çatılarda ürkek
kuşlar üşüyor… Bütün yaslı hayatlar n ansızın bir sonbahar geçiyor…

İçimde bir sonbahar kırık dökük vagonlar gibi… Poyrazım sinmiş, yağmurum dinmiş
ve düşlerim darmadağın erken göçen kuşlar gibi.

hey kuşlar, daha dün kağıttan uçaklar, gemiler yapan çocukluğum hangi cehennemin
Dibine kaçıyor? Kaçıyor! Kaçtıkça daha çok görüyorum: ölülerin kanında, günlerin
meşru kıvamında illegal karmaşalar büyüyor…

Bir şeyler büyüdükçe sicilim bozuluyor, şiirim deliriyor ve yurdumun toz duman
yollarında külhan kasaba şoförleri küfrederek, yarışarak gaza basıyor… bir dağ
Bingöl’de oturmuş sessizce öbürüne bakıyor… Yamacına bir çoban çömelmiş de
yalnızlığına bir ateş yakıyor ve uzak bir istasyonda bir kaçak, bomboş bir
şimendiferde kurşunlanıp düşüyor!
İnsanlar küçüldükçe ölüm büyüyor ve herkes seçmediği yasalarla ölüyor…

Herkes ölüyor ve caddelerden bayat bir proletarya geçiyor; baka baka
eskittiğimiz, acıttığımız çağda bir guarnica; guarnica ağlıyor…

Belki bu yüzden içimde çığlık çığlığa bir sonbahar acıyor
içimde bir sonbahar kışların kapısında yaprak döküyor…

Bayat bir proletarya caddelerden, anılardan esneyerek geçiyor… Oysa evvel zaman
takvimlerinde umuda gülümseyen sapsarı dişleriyle devrimdi onlar, gelecektiler! Çıkıp
o sanrılardan hepsi bir yere gelecektiler.

Şimdi Çankırı, Malatya yollarında, Moskova’da, Prag’da evlerinin camlarındaki ışıklı
buğular arkasında eski türkü gözleri… Akıp geçmiş çabuk nehirler gibi.
Eski türkü; şanlı proletarya ve müttefikleri(!)
Proletarya ve şanlı müttefikleri, hala o alaturka coşkularla kol kola aynı soluk
günlerin daracık evlerinde aynı bodurlarıyla, aynı avratlarıyla oturuyorlar ve dünyaya
çalınmış bir mahşer gibi bakıp, hala yeni yıllara aynı dişlerle gülümsüyorlar…

Bir de tedavülden kalkmış genç ömrümüz; okyanusların unuttuğu kumsallar kadar
yanılmış, yanmış ve yalnız ömrümüz; ‘Narodnikler, Troçki, finans kapital, oligarşi(!)’
Ve benim proletaryam: şimdi şiddet ekranlarında Hülya Avşar’ın kocaman göğüsleri…

Kırıkkale, Tekirdağ yollarında eski halkım eski bir düşün devrimi gibi; halkım, hala
bir devrim düşü gibi toprak ve insan kokuyor…

Belki bu yüzden içimde çığlık çığlığa bir sonbahar acıyor
içimde bir sonbahar kışların kapısında yaprak döküyor…

Bir sonbahar:
o şimendiferde vurulan kaçağın yüzündeki korkular
kadar ölümlere acemi bir sonbahar:
dallarında darmadağın savrulan yaprakların eceli…

Hey sonbahar, işte büyük aşklar, büyük düşler düşler büyük ölüyor!
Büyük aşklar, büyük düşler buruşuk çamaşırlar gibi yıllara seriliyor… Uzaklıklar
gidiliyor, yakınlıklar biliniyor ve hep aynı tahakkümün özneleri, onları palyaço yapıp
tarihin çöplüğünde gülüyor… Gülüyor!

?artık kül oğlu kül’sün sen; zül’sün zül
bu sözlerin üstüne bir çay geliyor; evet, çay bile içiliyor bu sözlerin üstüne ve
belleğimden uğutularla, saralı imgelerle geçen bitmemiş bir şiir Ankara’nın ortasında
mola veriyor.
Aklımda hep self servis ömrüm… Aklımda piç bir devrimin büyük
pankartları, çalınmış alanları, kirletilmiş anıları… Aklımda hep vaat eden o bıçkın
şarkıları… Aklımda kahraman yeminler, yenilmiş militanlar ve aklımda Diyarbakırlı bir
kızın uzak ve sıcak gözleri; hep uzak ve sıcak kalacak gözleri…

Belki bu yüzden içimde bir sonbahar acıyor; öyle acıyor ki acılar acısız
kalıyor; mevsimler üstüme devriliyor; mevsimler üstüme devriliyor kışlar kış’sız
kalıyor! Devrimler öksüz, kalemim safsız kalıyor!

Bizi zaman yeniyor aşklarım aşksız kalıyor…

Bir sonbahar: açların mahkûmların ve orospuların büyük yenişmişlikleri kadar eski.
Bir guarnica acıttığımız eski çağın enkazında ağlıyor; ötede ter ve sidik kokan
barlarda eski yoldaşlar:

-heyy sesimize biraz daha alkol katalım
kaporası ödenmiş yitik bir devrim
ve bütün şaraplar için şarap açalım!
Diyor… Beyoğlu, Sakarya, kordon barlarında eski devrimcilerden caddelere simsiyah
bir hüzün sızıyor…
Caddelere simsiyah yenilgiler sızıyor… ben burada kurşuni bir göğe bakarak,
Diyarbakırlı bir kızın sıcak ve uzak gözlerine akarak, Varto’da Niksar’da kederlerini
göz yaşlarınla öpen çocuklar için ağlıyor ve bağırıyorum:

-bu oyunda bütün replikler yalan

derken her yeri yasalar, namlular, dublörler kuşatıyor! İçimin sokaklarında evden
kaçmış çocuklar üşüyorlar… bir kemanın tiz sesinde günler sıtmalı, günler titreyerek
geçiyor… Kızılay’da bir ayyaş, nöbeti yanlış bir gündüzden devralmış gecenin
duvarlarına işiyor… Kasaba hapishanelerinde mahkûmlar aksırıyor, tütün kokuyor, esrar
çekiyor… pavyonlarda bir gülnihal, akarsu sesiyle bir şarkı okuyor rast makamında..
Ve yurdumun toz duman yollarında yanık bir bozlak…
Sesim mi?
ulaşmıyor ağladığım dağlara
tütünün var mı dosttum?
Bir poyrazdan geliyorum da…

Yurdumun toz duman yollarında işçiler harç karıyor yükselen yapılarda; yük
abanmış bedene, can ölesiye tutunmuş tene: işçiler harç karıyor yükselen yapılarda.

Yurdumun toz duman yollarında analar erişte kesiyor sofralarda ‘bu gün bizde
yarın komşuda sıra.’

Yurdumun toz duman yollarında mahkûmlar marş söylüyor
ranzalarda; hasret, kırık kanatlar gibi çöarepıpo düşüyor mazgallara
buyurduğun toz duman yollarında memurlar evrak yazıyor, dülgerler ağaç kesiyor
şairler şiir yazıyor, halim yurduma benziyor… Halim yurduma benziyor…

Yurdumun toz duman yollarında, batık gemileri unutulmuş kumsallarıda büyük
toprakların, büyük betonların kıyılarında babalar hevesle çocuk ekiyor yarınlara…
Bir guarnica aynalarda ağlarken, yarınsız yarınlar bizim; bu kışlar, bu kanlar, bu ölü
kırlangıçlar bizim…

(içimdeki sonbahar kışların kapısında can çekişerek ölüyor)

sonbahar öldü
her yüz bir anı bırakıp gitti
alkışlar methiyeler, dostluklar bitti…

Bilsem size bağrımı açar mıydım hiç
bu deniz benim olsaydı batar mıydım hiç

sonbahar öldü
devrimin yok evin yok sevgilim
ormanım yok dalım yok yeşilim
bir poyrazdan geliyorum; tütünüm yok gülüm yok
gökyüzü öldü… Şahdamarım zonkluyor

şimdi yüzde yüz yalnız
iki kere ikinin dört ettiği kadar mağlubum
sabıkalıdır şiirim de şairi kadar

sonbahar bile öldü… Ömrümde çalınmış mahşerler var, havada kar… önümde
gül demetleri, arkamda hançerler var!

Sonbahar öldü… Feodal figüranlıklar için karnemi aldım ve hiç kopya çekmedim
hayat oyununda sınıfta kaldım! Eğrildim… Artık eğrildim doğruluktan!

Sonbahar öldü… Kapattım dili geçmiş zamanlara açılan kapılarımı; artık
yolumda sadece kar var ve kirlendi alnımın aklığı bahçem tarumar!
(o inkâr eski inkâr…)

Yeni bir söz
eski bir göz
le anlatılmaz!
Bir meneviş olmalı sözler
kesilip atılırken çiğnenmiş bahçelerde ağrıyan
karanfiller
ağrılarda söz olmalı
ve sözlerimiz yeniçağı kuşatmalıdır!

Varsın yeni bir söz için eski bir göz ölsün
ölsün gecelerin ilmeğine suç ortağı çakallar
zamanın tortusunda kurutulan anılar
büzüşen yalnızlıklar
ve ihanete doymayan ihanet ölsün!

Ben ise her denizde yeni bir liman için ölürüm
her deniz yeni limanlarla tükenir, ölür
geride
martılar
çığlıklarla
yeniden
yeniden hırçın sulara gömülür…

Denizler kalabalıktır
akarsular ise yalnız, sefil durulur
ve titreyen eski çağlarda beyhude şafaklar ölür!
Yeni bir söz için eski bir göz ölür
eski bir göz tanıdık rüzgârlara savurur küllerini
ben bir okyanusa adamışsam sesimi
bütün limanlar ölür!

Sonbahar öldü
biz gençliğimizle hiçbir yere varamadık
üşüdük
hep üşüdük
de birlikte hala ayrılmadık

oysa nereye gidersem
yanıma önce kendimi aldım
nereden dönersem
biraz dağınık kaldım

kıyılara vura vura hayatın
yosun tuttu düşlerim
aynaları kullanarak eskittim
eskidi gülüşlerim…

Ben ömrümün rahlesinde yanlış yüzlerle aşındım baktım, çıldırdım işte isyana
ve inkara böyle taşındım!

ama bu eski inkar
bu sözler
bu yüzler eksik
ve eski

ve eski gülü sula, kanı yıka, toprağı öp, yolu geç; ağıdı, ölümü geç
suları, şarapları, saltanatları…vardığın yerlerde cüzzamlı çağ
göreceksin! zemherilerde öğüttükçe şarkılarını, kendini yeniden, yeniden
keşfedeceksin!

Eski sonbahar öldü
şimdi yeni bir kışı’ım
bakarak uzaklara
verilmiş sözüm
kalmışım tuzaklara…

Düşerken tuzaklara
haydi, sokağa fırla
yağmura bakam, geçer
aldırma!

Bir mezar kaz
üşüyen yalnızlığa
bir mezar
eskimiş ayrılığa…

Ağarken uzaklara
geç yağmuru, ihaneti, külü geç!
Her şeyi aş
ölüme ulaş
ölüme dalaş

artık kaçtığın yer kaçamadığın yerdir!

Sonbahar öldü… Son kez söylendi o eski sözler
şimdi dağlardan kopup tepeme çöken şu ürkek bulut
ve Erzincan’ın saçakları buz tutmuş dar, matemli evleri
bana nal seslerine özlemimi anlatır
devrilip giden ölü yılları anımsatır
ölü yıllar bana neler… neler anlatır
kalbimde bir Vivaldi,bir sızı kalır…

oysa ben o balçıklarda izler bıraktım
yeni yağmurlarda, yollarda esamem okunmuyor
ki her yeni güz için yeni şarap açtım
yeni şarapların güzleri anılara uymuyor

yeni şarapların güzleri anılara uymuyor
yalnızlığım kuytularda soluyor, ah, soluyor!

Demek hep yanlış kadınlar için atmışım zarlarımı
ama atmışım!
Ve hep yanlış yollara oynamışım ömrümün bütün kumarlarını…

Yenilgiler kapımı ayaz mevsimini çaldı
kalbimde bir vivaldi, bir sızı kalır…

Artık bu sözlerde olacağım… Bu sözleri yazdığım yerlerde kalacağım ve bütün
yaslı hayatları toplayarak kışların ortasına; yaslanarak aşklarımın yasına, anıların
buğusunu öperek yazacağım… Buğusunu öperek yazacağım…

Yılmaz Odabaşı’nın Yaşam Öyküsü*

1962-Diyarbakır doğumlu. İlköğrenimini Diyarbakır, Ankara ve Gaziantep’te, Orta öğrenimini Diyarbakır Lisesi’nde tamamladı. İzmir Hukuk Fakültesi’ndeki öğrenimi-ni, tutuklanınca yarım bırakarak 1980 12 Eylül’ü siyasal nedenlerle Diyarbakır Askeri Cezaevi’nde bir yıl hapis yattı. Daha sonra bir süre bir ilaç firmasının Güneydoğu temsilciliği ve Diyarbakır’da kitapçılık yaptıktan sonra gazeteciliğe başladı. 1986-1994 yılları Akajans Muhabirliği, UBA (Ulusal Basın Ajansı) Diyarbakır temsilciliği, Ortadoğu Haber Ajansı Haber Müdürlüğü, 2000’e Doğru Dergisi Diyarbakır büro şefliği ile Turkish Daily News Gazetesi Güneydoğu temsilciliği yaptı ve Sokak, Gerçek, Söz, Aktüel, 200’e Doğru, Exspress gibi pek çok süreli yayında telif haberler, yazılar yazdı.1994 yılında gazeteciliği bırakarak Ankara’ya yerleşti.

1981’den 2005 yılına dek Türkiye ve yurtdışında çok sayıda dergi ve gazetede edebiyatın hemen her türünde yazdı. İlk şiiri ’81’de Oluşum, Edebiyat 81 ve Yeni Olgu dergilerinde yayınlandı. Sonraki yıllarda şiir ve düzyazılarıyla: Yarın, Yamaç, Sanat Rehberi, Yazıt, Öğretmen Dünyası, Temmuz, Broy, Yeni Düşün, Çağdaş Türk Dili, Yazılı Günler, Gökyüzü, Parantez, Evrensel Kültür, Düşler, Şairin Atölyesi, Cumhuriyet Kitap Eki, Birikim, Varlık, Gösteri, Edebiyat ve Eleştiri, Sonbahar, Son Duvar, Hişt, Ütopia, Öküz, Esmer vb. gibi süreli yayınlarda göründü.
Bir dönem Özgür Gündem(1992), günlük Aydınlık(1993-94), Siyah Beyaz(1995-96) ve Birgün Gazetesi’nde(2004) köşe yazıları yazdı. Ayrıca 1996’da Cumhuriyet Gazetesi’nde, 1998’de Radikal Kültür-sanat sayfasında, 2004’te bir süre Radikal İki ve 2006’da Evrensel Gazetesi’nde yazdı. Daha sonra güncel yazmayı bıraktı.
İlk şiir kitabı Siste Kalabalıklar 1985’te, ilk hikâye kitabı Kül Aşklar 1991?de yayınlandı. Şiirleri çeşitli dillere çevrildi; 1992’de Irak’ın Duhok ve Almanya’nın Köln kentlerinde iki kitabı yayınlandı. 2005’te AB sponsorluğunda Munster Literatüre Centre adlı yayın merkezi tarafından bütün şiirlerinden oluşan bir derleme Everey-thing But You adıyla İngilizceye çevrilerek İrlanda ve İngiltere’de, Feride adlı kitabı da Çetin Toprak’ın çevirisiyle Kürtçe olarak yayınlandı. 1975-2000 yıllarını kapsayan Son Çeyrek Yüzyıl Şiir Antolojisi’ni derledi. Şiir kitaplarının yanı sıra, Nice Küllerden(1996, Anadolu Müzik) ve Kalbimde Hazan (1999,Yeni Dünya Müzik) adlarıyla kendi sesinden şiir albümleri çıktı ve 1987-1999 yılları arası yazdıklarıyla çok sayıda ödül aldı; aldığı başlıca ödüller:
– 1987 TEMMUZ Dergisi -halk ödülleri-Şiir Yarışması Birincilik Ödülü,
– 1988 TAYAD Hikaye Yarışması Üçüncülük Ödülü,
– 1989 TAYAD Şiir Yarışması İkincilik Ödülü,
– 1990 CAHİT SITKI TARANCI Şiir Ödülü,
– 1992 Adana ALTIN KOZA Film Festivali Film Öyküsü Ödülü,
– 1992 ÇANKAYA BELEDİYESİ Çocuk Yazını Yarışması üçüncülük Ödülü,
– 1994 PETROL- İŞ SENDİKASI Şiir Yarışması İkincilik Ödülü,
– 1994 ÇAĞDAŞ GAZETECİLER DERNEĞİ ?Yılın Gazetecisi? Ödülü,
– 1996 PEN/ ONAT KUTLAR Film Öyküsü Yarışması Özel Ödülü,
– 1996 ADANA ALTIN KOZA Film Festivali Film Öyküsü Ödülü,
– 1998 SABRİ ALTINEL Şiir Yarışması Birincilik Ödülü,
– 1992 ve 1998 HUMAN RIGHT WATCH/ Hellman-Hammet
– “Baskıya Karşı Cesaret” Ödülü, Nev York-ABD),
– 1999 ORHON MURAT ARIBURNU Şiir Yarışması 10. yıl Ödülü,
– 1999 İsveç P.E.N. Onur Üyeliği Ödülü.

2000 yılından itibaren ödüllere katılmadı, şiir seçici kurullarında yer almadı.1994-2000 yılları arasında yazdıkları ve söyledikleri için “Düşünce suçu” mahkûmiyetleri nedeniyle Ankara Ulucanlar, Haymana, Bursa E Tipi ve Saray Kapalı Cezaevlerinde yatan Yılmaz Odabaşı?nın, şiirleri hakkında değişik üniversitelerde hazırlanıp onanan lisans tezlerinin yanı sıra, yaşam öyküsünü ve bibliyografyasını konu edinen ve Dr. Ömer Uluçay’ın kaleme aldığı Asi ve Yalnız Yılmaz Odabaşı adlı bir inceleme kitabı yayınlandı.
Otuz kadar şiiri şiiri Ahmet Kaya, Edip Akbayram, Ferhat Tunç, Onur Akın, İlkay Akkaya, Hakan Yeşilyurt, Metin Yılmaz, Grup Yorum, Grup Kızılırmak gibi müzik adamları ve grupları tarafından yorumlandı.
Yarım milyon resmi satış grafiğine ulaşan şiir kitaplarının yanı sıra, Yılmaz Odabaşı’nın düzyazılarından oluşan yayınlanmış kitapları şunlardır: Kül Aşklar (Hikâyeler, 1.Basım 1991), Eylül Defterleri (anı, 1.Basım 1991), Çocuklar ve Adresler (Hikâye, 1.Basım 1992), Güneydoğu?da Gazeteci Olmak, (Araştırma-inceleme, 1.Basım 1994), Bütün Kanamalar Umuttan (Günlükler,1.Basım 1995), Sevginin Herkesten Şikâyeti Var (Denemeler, 1.Basım 1996), Düş ve Yaşam (Gazete Yazıları, 1.Basım 1006/Toplatıldı.), Asef?in Dağları (Şafak Keya?da Çıp-laktı/ Film öyküleri, 1. Basım 1998), Hayat Bilgisi Notları, (Denemeler,1.Basım 2002,) Kuşlar Uzaktı Sonra (Hikâyeler,1.Basım 2002), Şarkısı Beyaz (Roman, 1.Basım 2004).

Uluslararası birçok yazar ve gazeteci örgütünün üyesi olan Yılmaz Odabaşı, Türkiye’ de ise 2000 yılından beri hiçbir yazar örgütüne üye olmayıp, sadece Mesam üyesi ve Nazım Hikmet Vakfı’nın Yönetim Kurulu Üyesidir.
1991’den beri yazmaktan başka bir iş tutmayan Odabaşı, çocuk kitapları, film öyküleri ve sinopsisler dahil edebi-yatın hemen her türünde yazıyor ve 2002 yılından beri Yalova’nın bir köyünde Münzevi yaşıyor…

*www.yilmazodabasi.com

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir