“Aşkın Metafiziği: Aşka ve Kadınlara Dair” – Kıymet Ceviz

Dikkat Uzun Bir Yazıdır !

Karamsar Arthur, 1788-1860 yılları arasında yaşamış Alman filozoftur. Felsefe tarihinin, “iradesini öldüren” filozofu olarak da bilinir. Ona göre;
“Aklın denetiminde olmayan bu irade, insanları parmağında oynatıyor ve geçici tatminlerle ve ulaşılamayan hayallerle, insanı hiçbir zaman dışına çıkamayacağı bir bıkkınlık ve acı döngüsüne sokuyordu.” Kurtuluşun tek bir yolu vardı; iradeyi öldürmek!

Nietzsche’nin Schopenhauer’dan etkilendiğini söyleyebilmek mümkün, şöyle demiştir Nietzsche:
“Ben iki insanın daha yüce bir hakikati bulmak için, bir ihtirası paylaştığı bir aşk düşünüyorum.”
Salome’ye duyduğu aşkı ve sonrasında ihanete uğraması sonucu inzivaya çekilmiş, yaşadığı hüsran ile kadınlar üzerine olumsuz genellemelerde bulunmuştur.
Sık reddedilmiş insanlar için şöyle bir yazı okumuştum: “Yakınlığa duydukları ihtiyacı sürekli bastırıyor ve kaçınmacı-mesafeli bir tarz geliştiriyor.” ve devam ediyor: “Reddedilmiş olup bundan sevgiye layık olmadıklarını çıkaran, dolayısıyla başkalarının yakınlığını elde etmek için yoğun bir direnç de geliştiren insanlar, ikircikli-ürkek kabul ediliyor.” Lou Salomé, Nietzsche’nin kendisine evlenme teklif ettiğini ve onu reddettiğini bildirmektedir. Hâl böyle iken inzivaya çekilip, kalemini kadınlara karşı sivrileştirmesi, yazılarında kullandığı üsluptan ötürü fark edilmektedir.
Schopenhauer’a göre ise iki kişinin birbirine olan akisleri:
“Birbirlerini en çok teshir(büyüleyenler) birbirlerini en çok itmam edenler(tamamlayanlar)’dır.” Farklı karakterlere sahip çiftler birbirlerini etkilemiş olsalar bile bunu “aşkın kör oluşu” hasebiyle farkında olmadan yaparlar. Bunun bir yanılsamadan ibaret olabileceğini, istisnalar olsa bile ancak birbirine benzeyen çiftlerin paylaşımlarının daha yoğun olduğunu bu sayede birbirine benzeyen çiftlerin, “evlilik” gibi ortak bir çatı altında bir yaşam sürmelerinin diğer çiftlere nazaran daha uzun olabileceğini ifade etmektedir.
“Aşkın Anatomisi” adlı kitabının yazarı antropolog Helen Fisher, kişilerin birbirine benzemesi bir ilişkinin temelini atma olasılıklarının daha yüksek olduğundan, partner seçiminde benzerliğin önemli bir rolü olduğundan bahsetmektedir.
Yusuf Atılgan, “Aylak Adam” adlı kitabında tam olarak buna vurgu yapar:
” (…) Ben, toplumdaki değerlerin ikiyüzlülüğünü, sahteliğini, gülünçlüğünü göreli beri, gülünç olmayan tek tutamağı arıyorum: Gerçek sevgiyi! Bir kadın. Birbirimize yeteceğimiz benimle birlik düşünen, duyan, seven bir kadın!”
Schopenhauer; “herkes bir başka kimsede kendisinin yoksun olduğu mükemmeliyetleri arzu eder ve kendisininkinin tersi olan kusurları güzellik olarak düşünür.” Ona göre, sarışınların esmerlerden, çelimsiz sıska erkeklerin iri kadınlardan hoşlanmalarının sebebi hep bu yüzdendir.
Schopenhauer’ın “Kadınlar Üzerine” yazdığı değerlendirmelere gelmezden önce bazı hususlara değinmek istiyorum. Kadınları, basmakalıp yargılarla, hakikati, istisnaların haricinde tutarak, genellemelerin ötesine geçemeyen, acımasızca eleştiren, aşağılayan, zihnini sorgulayan, statüsüz gören, düşüncelerine ve duygularına itimat etmeyen silsilelere hazırlıklı olun. Zira ben okurken rahatsızlık duydum ve bu dürtü ile birlikte “sövgüselliğe” başvurmadan nasıl yazabilirim ve siz bunu hangi tahammül zincirlerine tutunarak okuyacaksınız inanın bilmiyorum. (Kadın okurları kastediyorum.) Taraflı yazılmış bir kitabı tarafsız bir inceleme ile yazmam namümkündü.

Öyleyse şimdi gelelim Aşkın Metafiziğine, Aşka ve Kadınlara Dair olan bölümünden, Kadına Dair olan kısmına; Kadını öven şiiriyle önceliği Byron’a veriyor.
Sardanapalus’ta Byron romantik bir şekilde şöyle dile getiriyor:

“İnsan yaşamı kadının göğsünden doğar,
Onun dudaklarından öğrenirsiniz söylediğiniz ilk küçük sözleri
İlk gözyaşlarınızı silen de odur;
Son saatinde, erkekler çekinirken küçük düşmekten
Kendilerine önderlik edene,
Son nefesini duyan da yine odur”

Çok romantik değil mi ? Kadınlara övgü söz konusu olduğunda ise Bay Arthur, şairlerin tarzının karşıtlıklar içerdiğinden dem vuruyor ve şöyle devam ediyor: “Kadınlar, gerek zihinsel, gerekse bedensel olarak büyük işler için yaratılmamışlardır. Bunu net bir şekilde anlamak için görüntülerine bakmak yeterlidir. Onlar yaşamlarının çilesini yaptıklarıyla değil, katlandıklarıyla çekerler(borçlarını doğum sancılarıyla, doğurdukları çocuğu bakıp büyütmeleriyle, sabırlı ve neşeli bir yoldaş(eş) olmaları gereken erkeğe karşı gösterdikleri itaatle öderler.”
Kadınların, emsalsiz bir güzellik tam bir cazibe ve dolgunlukla donatıldığını, böylelikle genç bir adamın hayal gücünü ve hatta hayal dünyasını kendilerine tutsak edebileceklerini, işte bu yüzden bu tutsaklık yaşadıkları süre boyunca onların bakım ve gözetimini onurlu bir iş olarak bilinip erkekler tarafından peşlerinden koşulacaktır. Güzellik ve cazibeyi, erkekleri hizmetlerinde tutabilecek teçhizat olarak görmektedir. Yakın zamanda aşırı güzel bulunan Nina‘nın İran’da belediye meclis üyeliğinden çıkarıldığını okuduk.

Devam edelim bir diğer değerlendirmesi ise; adalet duygusundan yoksun oluşları, muhakeme kabiliyetindeki ve düşünme melekesindeki zayıflıkta kaynağını bulur. Fakat, muhakeme yeteneğinin sanıldığı gibi duygusal yapıdan değil de desise ve kurnazlığa yatkın oluştan ve yalan söylemeye karşı iflah olmaz bir eğilim gösterildiğini iddia ediyor. Öyle ki kadınları da kendi kendini koruması ve savunması için riyakârlık yeteneğiyle donatıldığından, bunun doğalarında var olduğunu bu sebepten ötürü de başkalarındaki riyakârlığı çok çabuk fark ettiklerini dile getirmektedir. Ve iddiasını, dürüst ve güvenilir, riyakârlığa yüz vermeyecek bir kadın belki de düşünülemez şeklinde noktalar.
Diyor ki J.J. Rousseau : “Kadınlarda genellikle herhangi bir sanata yönelik olarak sevgiye rastlanmaz. Onlar herhangi bir şey hakkında doğru ve gerçek bir bilgi sahibi değillerdir. Dehadan yoksundurlar.” Antik Yunanlılar da kadınları tiyatrolarına sokmamışlar, bu doğru ise haklılar en azından tiyatrolarına sessizlik hakim olur ve gevezelik yapan kadınlar olmaz, denilmektedir. Yâ sabır, biliyorum kıvranmaya başladınız ama henüz daha ağır hakaretlere gelmedik.

Yine denilmektedir ki, kadınların dünyaya kalıcı değere sahip hiçbir eser vermediklerini bu yüzden de kadınlardan farklı hiçbir şey beklememek gerekir. Neyse ki kadına hakkını teslim ediyor ve bahşeder gibi diyor ki: “resim sanatında gerçekten çok çalışkan ve gayretlidirler” sonra bilindik üslupla devam ediyor, görülmeye değer tek bir büyük resim ortaya koymuş değillerdir, şeklinde.

Bay Huarte ve düşüncelerine ise şöyle yer veriyor ve sanırım tam da bu nokta hakim olduğumuz sinirleri yıpratıyor şöyle ki: “Kadın beyninin doğal yapısı akla ve öğrenmeye çok fazla yer ayırmaz. Kadınlar doğal karakterlerine uygun olarak derin zihinsel yeteneklere ulaşamazlar. Bizler molası belli bir beceriksizlik ve işe yaramazlık havası içerisinde sadece basit ve önemsiz şeyler üzerine çene çalarken gevezelik ederken görürüz” ve bu yazılanlara ek olarak bu tanımın dışında kadınlara rastlayabiliriz ancak münferit yahut kısmi istisnalar genel kuralı değiştirmez, kadınlar su katılmamış en onulmaz “philisterlerdir”(Zihinsel kapasite düşüklüğü nedeniyle zihinsel herhangi bir ihtiyacı olmayan kişi) ve öyle kalacaklardır.
Sahiden sanıldığı gibi kadınlar “philister” mi yoksa sanata, bilime, siyasete, topluma kısacası yaşama katkı sunanlar mıdır ?

*Sappho – (M.Ö 570). Tarihin ilk kadın edebiyatçısı, Afrodit?in rahibelerinden biriydi. Yazdığı coşkulu ve cesur lirik şiirler nesiller boyunca yaşadı ve günümüze kadar geldi.

*Hildegard von Bingen (1098-1179). Hayatını bir manastırda inzivada geçiren rahibe şiddetli migren ağrıları yüzünden gördüğü sanrıları kağıda dökmeye başladı. Daha sonra kendini şiire verdi ve kadınlık hislerini yazıya döken ilk kişi oldu.

*Mirabai (1498-1565). Soylu bir Hindu ailede doğan Mirabai geleneklere göre kendisine seçilen eşi reddederek kendini Krishna dinine verdi. Yazdığı şiirler ve söylediği şarkılar Hint kültürünü etkisi altına aldı ve Hinduizme yepyeni bir soluk getirdi.

*Mary Wollstonecraft (1759-1797). Feminizm kavramından ilk bahsedenlerden biri olan yazar, ?Kadın Hakları?nın yasalaşması fikrini ortaya attı.

*Jane Austen (1775-1817). Kadınların çok nadir roman yazdığı bir dönemde Kül ve Ateş ile Gurur ve Önyargı gibi başyapıtlar çıkaran yazar Takma isimle yazarak birçok kadına ilham verdi.
*Harriet Beecher Stowe (1811-1896). Uncle Tom?s Cabin adlı kitabıyla köleliğe karşı başkaldırıyı topluma yayan yazar.

*Susan B.Anthony (1820-1906). Köleliğin ortadan kalkması ve kadınlara oy hakkı verilmesi için yoğun uğraşlar verdi

*Emily Dickinson (1830 ?1886). Ömrünün çoğunu inzivada geçirdi ve hayatını şiir yazmaya adadı. Şiirleri 20. yüzyıl Amerikan Edebiyatını çok etkiledi.

*Emmeline Pankhurst (1858-1928). Kadınlara oy hakkı sağlanmasına hayatını adayan İngiliz politik aktvist.

*Emily Murphy (1868-1933). Kanada`nın ilk kadın yargıcı ülkede kadınların insan olarak sayılmadığı hükmünü içeren kanunun değiştirilmesini sağladı.

*Eleanor Roosevelt (1884-1962). ‘Uluslarası İnsan Hakları Bildirgesi’ni Birleşmiş Milletler Genel Kuruluna sunan ve kabul edilmesini sağlayan dünyanın ilk First Lady’si.

*Simone de Beauvoir (1908-1986). İkinci nesil feminizm dalgasını başlatan varoluşçu Fransız yazar.

*Rosa Parks (1913-2005). 1930’larda beyaz ve siyahlar otobüslerde farklı koltuklarda oturuyordu. Alabama´da beyaz bir adam Parks´tan kendisine yer vermesini istedi. Kendine ayrılan bölümde oturan Parks yer vermeye direndi ve bunun sonucu tutuklandı. Bu olay Amerika’da siyahi direnişin milatlarından biri olarak kabul ediliyor.

*Anne Frank (1929-1945). 13 yaşında yazdığı günlüklerle Nazi zulmünü tüm dünyaya duyurdu.

*Benazir Bhutto (1953-2007). Müslüman bir ülkenin ilk kadın başbakanı olan Bhutto, Pakistan`ın diktatörlükten demokrasiye geçişini sağladı. Yoksulların ve kadınların haklarının gözetilmesinde ülkesine ve dünyaya örnek oldu. “

*Listeye ayrıntılı bakmak isteyenlere bağlantı adresini şudur: (http://www.kadinvekadin.net/m/haber.php?sef=dunya-tarihine-damga-vuran-kadinlar)
Dönemin filozofları, toplum mühendisleri tarafından kadınların böylesi bir cinsiyet ayrımcılığına maruz kalmaları, Ortaçağ’da kadınları avlayıp cadı kazanlarında yakan zihniyetten farkı nedir ? Jean Jacques Rousseau, Toplum Sözleşmesi’ni yazarken kadına bu toplumun hangi mecrasında yer verdi acaba ?

(Fransız-Feminist yazar) Simone de Beauvoir ile Jean- Paul Sartre(Fransız yazar ve düşünür) arasındaki muhabbet ve mektuplar işin magazin boyutu onu geçelim fakat şunu es geçmek mümkün değildir:
“Birini sevmeye koyulmak başlı başına bir iş, bir girişimdir. Güç ister, yürek ister, körlük ister. Hatta başlangıçta öyle bir an vardır ki uçurumun üstünden sıçramak ister; düşünmeye kalkarsan aşamazsın onu.”
Yaşama dair umutları olanlardan bahsettikten sonra karamsarlığına dönelim tekrar Schopenhauer’ın..
Ve Bay Arthur, Benares’teki kutsal maymunları hatırlıyormuş, kadınlar kutsallığının ve dokunulmazlığının farkında olup da kafalarına esen her şeyi yaptıklarında.. İkinci cins sayıyor kadını ve başını erkekten daha yüksekte tutmaya ve onunla aynı haklara sahip olmaya layık olmadığını düşünüyor, ona göre kadın ev kadını olmayı umut eden bir genç kız olmalı, eve göz kulak olmalı (yedirilip içirilmeli, giydirilip kuşandırılmalıdır; sanki bakıma muhtaç gibi), topluma ve toplumsal sorunlara karıştırılmamalı, din konusunda iyi eğitim de görmeli, ama ne şiir ne siyasetle meşgul olmamalı, din ve yemek kitaplarından başka bir şey okumamalıdırlar. Erkeğin hizmetine sunulmuş bir köle; Lilith, boyun eğmediği için mi cezalandırılmıştı ?
Çok Evlilik..
Bakın diyor ki Bay Arthur: “çok evlilik bütün yönleriyle ele alınacak olursa, itiraf etmek gerekirse gerçek anlamıyla kadın cinsinin yararınadır” Erkekleri kastederek devam ettiriyor söylemini:
“Hepimiz en azından bir müddet, çoğumuz ise her zaman çok eşli yaşarız. Dolayısıyla, her erkek çok kadına ihtiyaç duyduğundan, ona bu konuda izin vermekten, hatta çok kadın bulmayı ona yerine getirilmesi gereken bir vecibe olarak yüklemekten daha doğru bir şey yoktur. Bu surette kadın çözüm eğen bir varlık olarak eski doğru ve doğal konumuna geri döndürülecektir.” Sibel Üresin’in açıklamalarını hatırlayanınız var mı ? Hani, “kocama arkadaşımı ister misin? dedim de kabul etmedi, demişti.

Miras Hakkı..
“Ölenin malvarlığından yalnızca erkek mirasçılar istifade eder” Şahsi düşüncesine göre, kadınlar, erkeğin elde ettiği serveti, ölümünden sonra tereke olarak, yani akıl eksikleri yüzünden kısa sürede heba ederler. Üst bölümde adını tarihe yazmış olan kadınlar, ki aralarında imparatorluklar yöneten kraliçeler var. Kadınları “Philister” ilan edip hep öyleydiler ve öyle de kalacaklar, demişti unutmayınız.

Cinsel Aşkın Metafiziği..

“Her ne kadar yüksek ve ulvi görünürse görünsün, her türlü aşkın kaynağı cinsel güdüdür.” Kendi zevki için zahmet ve sıkıntılara katlanıp, fedakârlıklarda bulunduğunu zanneder ama gerçekteyse bütün bunları türün düzgün-değişmez özelliklerinin korunması için ancak bu ana babadan dünyaya gelebilecek özel bir kişinin yahut birey tipinin doğumu için yaptığını ifade etmektedir. Aşkı, tür için çalışan bireylere endekslemesi belki bir yönüyle bu amacı da ihtiva ediyordur fakat salt bu şekilde açıklaması ne kadar doğrudur ?
“Aşkın Anatomisi” adlı kitabın yazarı Fisher, “cinsel dürtü zaten insanın partner arayışına çıkması için var. Aşk ise belli bir eşe odaklanmayı olanaklı kılıyor.” Bay Arthur hemcinsleri için; aşk, belli bir dönemden sonra yani tatmine eriştikten sonra hissedilebilir derecede azalır, sonrasında ise başka her kadın sahip olduğu kadından daha fazla cezbeder, çünkü değişikliği arzular fakat bir kadının aşkı karşılık gördüğü andan itibaren artar. Bunun sebebi de türün korunmasını ve olabildiği kadar büyük bir çoğalmayı hedeflemesinden ötürü olduğunu ifade eder.
Son olarak Bay Arthur karamsarlığını yeniyor ve şefkatli, sevgi dolu insanları teselli etmek için şunu söylüyor:
“Kimi zaman tutkulu cinsel sevgi kendisini bütünüyle farklı bir kökene sahip bir duyguyla, karakter uyumuna dayalı gerçek dostlukla bağdaştırır. Ne var ki bu sözünü ettiğim duygu, büyük ölçüde ancak gerçek cinsel sevgi tatmin edilip de ortadan kalkınca görünür hale gelir. Bu dostluk, o zaman genellikle bu iki kişinin dünyaya gelecek çocuk bakımından birbirlerini tamamlayan ve birbirleriyle örtüşen maddi, maketi ve zihni niteliklerinin ki cinsel sevgi buradan doğar, bu kişilerin kendileri söz konusu olduğunda da, birbirleri karşısında tamamlayıcı bir tarzda zıt karakter uyumunun temelini oluşturmasından kaynaklanacaktır.”

Arthur Schopenhauer, Alman filozof. Felsefe tarihinde irrasyonalist ve karamsar olarak bilinir. En ünlü yapıtı, “İradi ve Tasarım Olarak Dünya” dır.

Kıymet Ceviz
(http://blog.radikal.com.tr/, 01.09.2013)

Previous Story

Tramvay’ın Kanlı Yolu – Taksim – Dağhan Dönmez

Next Story

Orhan Kemal’in “toksöz”lü babası

Latest from Felsefe

Nietzsche

FRIEDRICH NIETZSCHE: Felsefede “Akıl”

Felsefede “Akıl” 1 Soruyorlar bana, nedir filozoflardaki bütün bu alerji diye?… Sözgelimi tarih duygusu eksiklikleri, oluşun düşünülmesine bile duyduktan nefret, Mısırcılıkları.[17] Bir davayı tarihsellikten
Go toTop

OKUMA ÖNERİLERİMİZ