Ateşin Dili – Mehmet Ercan

-?Hayata Dönüş Operasyonunda? Çankırı Cezaevinde katledilen kuzenim Hasan Güngörmez?in anısına saygılarımla.

Dakikaların ay, saatlerin yıl kadar uzadığı anları yaşadınız mı hiç?
Saçı ağarmış, avurtları çökmüş, beli bükülmüş, Hace Kadın, böyle anları fazlasıyla yaşamış ve yaşamaya da devam ediyordu.
 Kendisi, yetmişine merdiven dayamıştı. Yedi çocuğu, yirmiye yakın torunu olan, köylü bir kadındı. Altı kızdan sonra Allah kendilerinin yüzüne gülmüş, bir erkek çocuk bağışlamıştı.
O an, Hace ve kocası dünyanın en mutlu insanları olmuşlardı. Adaklar kesilmiş, fakir, fukaraya
dağıtılmıştı. Üç gün şenlik yapılmış, davul, zurna çalınarak, Haso?nun doğumu kutlanmıştı. Ha
so bir veliaht gibi büyütülmüştü. Bir dediği iki edilmiyor, her türlü yaramazlığı hoş görülüyordu.
Köylüler de Haso?nun yaramazlıklarını görmemezlikten geliyor, onu sevip, okşuyorlardı. Hace, Haso?nu haşarılıklarından çok çekmişti. Sağ olsunlar, köylüler anlayışlı davranıyor-lardı. Bir gün, Haso komşularının kümesine dalmış, on beş tane civcivlerinin boğazını sıkarak öldürmüştü. Komşusunun kadını kıyametleri koparmıştı. Haso?nun babası Mıho, karışılığını fazlasıyla ödeyerek, aralarını düzeltmişti.
Yine bir gün, ilkokulda bir kızın kafasını kırmış, hastanelik etmişti. Kız babasını, Mıho
sakinleştirene kadar canı çıkmıştı. Mıho, yüklü bir hastane faturası ödemek zorunda kalmıştı.
İlkokulda ne kadar yaramaz olsa da orta ve lisede tam tersine, sakin bir öğretim sürdürmüştü.
Sakin, aklı başında bir genç tablosu çizmişti.
 Lisede çok başarılıydı. Okulunu birincilikle bitirmişti. Aynı yıl Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesini kazanmıştı. Tüm ailesi ardından su dökerek onu Ankara?ya uğurlamışlardı.
Hace Kadının yüreği volkan gibi yanarken, bunları düşünüyordu. Gözyaşlarına söz geçirmiyor, sarsıla sarsıla ağlıyordu. Bir yandan da; ?Batsın o okul! Yerin dibine girsin! Varsaydı da cahil kalsaydı, bunlar başımıza gelmeseydi! ? diyordu, gözyaşlarını mendiliyle silerek.
Bir yandan ağıtlar yakarken, bir yandan da ağarmış saçlarını yoluyordu. Gözyaşları namludan fırlayan saçmalar gibi savruluyordu.
Hastane önünde ki bütün kadınları da onun gibi, ağlamaktan bitkin düşmüşlerdi. Ağlama ve ağıt sesleri hastane bahçesinde yankılanıyordu.
Cezaevlerine hükümetin emriyle baskınlar düzenlenmiş, tutukluların diri diri ateşe verildiği haberleri televizyonlarda veriliyordu. Görüntüler inanılmazdı. Yanmış tutuklular hastaneye
getirilirken görüntülenmişlerdi. Durum, Hitler?in Yahudilere karışı yaptığı vahşeti anımsatıyordu.
Jandarmalar: ?Gidin başka yerde zırlayın! Kaç gündür kafamızı şişirip duruyorsunuz!
Şimdi ağlayacağınıza, çocuklarınıza sahip çıksaydınız! Sizi hainler sizi!? diyorlardı, öfkeyle köpürerek.
Onlarsa: ?Neden bizlere böyle davranıyorsunuz, sizin de ananız, babanız yok mu? Sizin
bacılarınıza, kardeşlerinize bunlar yapılsa, sizler susar mıydınız? ?diye askerlere çıkışıyorlardı.
Bu sözler askerleri yumuşatmıyor, kendilerine, bağırmaya, hakaret etmeye devem ediyorlardı.
Askerlere yukarıdan emir verildiği anlaşılıyordu.
Zaman zaman askerlerde: ? Ne yapalım, biz de emir kuluyuz, ne derlerse onu yapıyoruz ? demekten kendilerini almıyorlardı. Bu durumun, onların da hoşuna gitmediği anlaşılıyordu. Onlar da haklıydılar, onların da elinden bir şey gelmiyordu. ?Emir, demiri burada kesiyordu.?
Babalar kısmen sakindiler. Ama annelerin durumu iç paralıyordu. Yüreklerinde volkanlar kaynayıp, dökülüyordu.
Endişeleri ve acıları ortak olan bu insanlar, birbirlerine tutunmaya çalışıyorlardı.
Ölüm haberleri geldikçe, yüreklerinin yangınına benzin dökülmüş gibi, feryatlar ve ağıtlar yeniden yeri-göğü sarsıyordu.
Oysa bugüne kadar bu insanlar, birbirlerini ne görmüş, ne de tanışmışlardı. Şimdi ise, bir aile bireyleriymiş gibi, birbirleriyle kenetlenmiş, ortak acılarına ağlıyorlardı. Yüreklerine düşen yangın, onları bu kentte, ismini hiç bilmedikleri bu hastanenin bahçesinde buluşturmuşu.
Hastanenin bahçesine yeni bir ölüm haberi gelmişti. Zaten ağlamaktan yorgun düşmüş, bu insanların yüreğinde ki alev yeniden harlandı. Hastanenin duvarları bir defa daha ağıt ve feryat sesleriyle yankılandı.
Bu sabah aldıkları dördüncü ölüm haberiydi.
Kalabalık öylesine öfkelenmişti ki onları durdurmak imkansız hale gelmişti. Askerlerin
dipçikleri, tekmeleri onları durdurmaya yetmiyordu. Hastane polisinin askerlere destek vermesi
de bir işe yaramamıştı. Ortalık öylesine karışmıştı ki yerdeki yaralılara kimse müdahale dahi edemiyordu. Bir çoğunun ağzı burnu kanıyordu. Kimisinin kafası kırılmış, başını tutuyordu. Buna rağmen yine de direnişlerine devam ediyorlardı. ?Biz çocuklarımızı görmek istiyoruz! Katiller, sizler onları yaktınız! Yavrularımızı ateşe verdiniz! Sizi vicdansızlar! Sizi canavarlar! Nasıl kıydınız yavrularımıza! Sizin yavrularınız yok mu?? diyorlardı öfkeyle. Hastane bahçesinde ne buldularsa, polise, jandarmaya fırlatıyorlardı. Hastanenin ön tarafının bütün camlarını aşağı indirmişlerdi. ?Bizler çocuklarımızı görmek istiyoruz! Bu bizim en doğal hakkımız! Buna engel olamazsınız!? diyerek, feryat-figan ediyorlardı.
Sonunda, bir yüzbaşı çıktı, onları beşer dakika çocuklarıyla görüştürebileceğini söyleyerek, sakinleşmelerini sağladı.
Her aileden bir kişi çocuklarıyla görüşebilecekti. Yüzbaşı: ?Eğer, içeride sorun çıkarırsanız,
görüşmeyi hemen iptal ederim! ? diyerek onları uyardı. Görüşme sırası beş dakikayı geçmeyecekti.
 İstemeseler de bu teklifi kabul ettiler. Zaten fazla seçenekleri de yok gibiydi. Bu sefer kendi aralarında tartışmaya başladılar. Herkes ilk görüşçü olmak istiyordu. Tartışmanın sonunda
bir karara vardılar. Durumu en kritik olan, yaralıların ailelerine öncelik vereceklerdi. Şu an içeriden gelen haberlere göre, durumu en kritik olan Haso?ydu. Haso?nun ailesi, Hace Kadının oğullarıyla görüşmesine karar verdi. Kendileri adına annesinin gitmesinin daha doğru olacağı düşüncesindeydiler.
 Yüzbaşıya, Hace Kadının adını verdiler. Çok geçmeden Hace Kadını görüşme yapmak için çağırdılar. İki asker refakatinde, yarılıların bulunduğu koğuşa doğru yola çıktılar. Yaşlı kadın bir yandan ağlıyor, bir yandan da nasıl bir Haso?yla karşılaşacağının korkusunu yaşıyordu.
Çünkü vücutlarının her yerinin yandığı söyleniyordu. Altı kızdan sonra sahip oldukları, doğduğunda adak adadıkları, üç gün davul zurna çaldıkları oğlu ne durumdaydı? Hace Kadın, duyduklarının hepsinin yalan olmasını diliyordu içinden. Şu an, bağıra bağıra ağlamak istiyor, oğluyla görüştürmeyeceklerinden korktuğu için kendisini tutuyordu.
Askerler koğuş kapısını açıp, Hace Kadını koğuştan içeriye aldılar. Kadının koğuşa girmesiyle yanık kokularını anlaması bir oldu. Dayanılmayacak kadar kötü bir koku vardı koğuşta.
Askerler içeriden kapının önünde bekliyorlardı. Dışarıda ise dört asker nöbet tutuyordu.
Hace Kadın bu tablo karşısında adeta şok olmuştu. Ne diyeceğini, nasıl davranacağını
bilemiyordu. Çocukların her tarafı yanmış, kül olmuştu. Hafif nefes alıp vermeleri de olmasa, öldüğünü sanacaktı. Hangisi oğluydu? Hangisine sarılacaktı? Hangisinin başucuna gidip ağlayacaktı? Hangisine Haso?om diyeceğini şaşırmış, şok bir durumda kalakalmıştı
Bu zulmü yapanlar insan olamazdı. Hayvan hayvana bunu yapamazken, onlar insan olarak bunu nasıl yapmışlardı? Kadının bu şok durumunu gören askerler:? Hadi be kadın, görüşeceksen görüş de gidelim! Ne dikilip duruyorsun öyle! ?dediklerinde, kendisine geldi.
?İyi ama, oğlum hangisi tanıyamadım? Siz biliyor musunuz? Haso?m hangisi, bana gösterebilir misiniz? ? diye sordu, askerlere. Askerler kızarak: ? Ne diyorsun be kadın, sen oğlunu tanımıyorsan, biz nereden bilelim!? diyerek kendisine çıkıştılar. Bir anne evladını tanıyamıyordu. ? Bu yeryüzünde görülmüş bir şey değil ? diye, geçirdi içinden yaşlı kadın.
Bir yandan gözyaşları yanaklarından aşağıya doğru süzülürken, bir yandan da içinden
köpüren volkanı bastırmak istiyordu. Bağırıp-çağıracak olursa, hemen dışarıya atılacağını çok
iyi biliyordu. Bu gencecik çocukları yakanlar, kendisinin kollarından tutup dışarı atmaları ya
da tekme tokat dövmeleri işten bile değildi. Tam bu sırada, inilti halinde bir ses duyuldu: ?Daye azı lıvırım.(Anne ben buradayım) Vare az Haso?ma. (Gel ben Haso?yum)? diyen çılız bir ses duydu. Hemen sesin geldiği tarafa doğru koştu. Bu altı kızdan sonra, Allah?ın kendilerine bahşettiği Hoso?su muydu? Oğlunun neresine sarılacağını şaşırdı. Haso bir top yanık et parçasına dönmüştü. Yüzü tamamen yanmıştı. Gözleri yerindeydi ama göz kapakları ve kirpikleri yoktu. Saçı ve kulakları yanmış, yüzünün sol tarafı kısmen, sağ tarafının ise çene kemiği görülüyordu. Hace delirecek gibiydi. Ne diyeceğini, oğluna ne soracağını bilmez bir durumdaydı.
?Haso?m gerçekten bu sen misin?? diyebildi, fısıltı halinde bir sesle.? Ere daye ezım. Ez
Haso?ye teme? (Evet anne ben Haso?yum. Ben senin Haso?num) dedi, inleyerek.? Te ez nas nakırım? Ez lavke teme? (Beni tanıyamadın mı? Ben senin oğlunum) diye bildi iniltiyle. Hece Kadının, dünyası alt-üst olmuştu. Artık öfkesine hâkim olamıyor, kıyameti koparıyordu. Çocuğuna bunu yapan askerlere, hükümete verip-veriştiriyordu. Koğuşun içindeki askerler, hemen onun kollarından tutarak, sürüklercesine dışarı attılar. Hoso, o durumda bile slogan atıyordu. Düzeni lanetliyor, soluğu yettiğince sesini duyurmaya çalışıyordu.? İnsanlık onuru işkenceyi yenecek!? diyordu, iniltiyle.
Yaşlı kadın, yıkılmış bir durumda hastane bahçesine döndüğünde, yakınları etrafın sardılar.
Onu, soru yağmuruna tuttular. O ise, bitkin, ölü gözlerle onlara bakmaktan başka bir şey yapamıyordu. Dili tutulmuşçasına susuyordu. Yüzüne biraz soğuk su çırptılar. Dinlenmesi ve kendisine gelmesi için, uygun bir yere oturttular. Neden sonra yavaş yavaş kendisine gelmeye başladı.
?Haso?mu yakıp kül etmişler! Bir top küle dönmüş evladım, çok dayanmaz ölür! ? dedi,
etrafını saran yakınlarına. Yaşlı kadının ağlamalarına, ağıtlarına onlar da eşlik etmeye başladılar.
Ağıt sesleri hastane bahçesinde yeniden yankılamaya başladı. Diğer aileler de ağlamaya katılmış,
görenlerin yüreğini paralayan bir tablo oluşturuyorlardı.
Aynı günün akşamı, saat dokuza doğru, Haso?nun ölüm haberi geldi. Hastane bahçesi gecenin karanlığında, yeniden ağıt ve ağlama sesleriyle yankılandı.
Hastane çatısında geceleyen güvercinler, bu seslerden ürküp, karanlığın içinde kanat çırpıp uzaklaştılar. Tıpkı Haso?nun, alevler içinde, yaşamdan koparak, gözden yitmesi gibi, yitip gittiler.

Mehmet Ercan

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir