Aydınlanma ve Fransız Devrimi dünyaya ne getirdi? – Afşar Timuçin, Ali Timuçin

Fransız Devrimi hangi koşullarda oluştu?
Devrim rüzgarları esmeye başladığında Fransızlar mutlakyönetimin hiçbir denetime uğramayan keyfi tutamların­dan bıkmışlardı. Hükümetin neye yaradığı bilinmeyen usdı-şı uygulamaları da toplumda sıkıntılar yaratıyordu. Fransa kralı tüm erkleri elinde toplamıştı ve özellikle yürütmenin tek sorumlusu ya da daha doğrusu tek sorumsuzu durumun­daydı. Savaşa ve barışa karar vermekten memur atamalarına kadar tüm devlet işleri ondan soruluyordu. O aynı zamanda yasamanın başıydı: çıkardığı bir ferman bir alanda varolan düzeni baştan sona değiştirmeye yetiyordu. Tüm adalet dü­zeneği krala bağlıydı, yargıçların yazgısı onun elindeydi. Maliye de krala bağlıydı, harcamaları ne kadar denetliyorsa o denediyor, vergileri bildiği gibi o koyuyordu.

Kralın çevresinde bir bakanlar topluluğu vardı. Bunlar krallık meclisini oluşturuyorlardı. Mutlakyönetim düze­neği kraldan ve kralın sadık adamlarından oluşuyordu.

Kralın gelişigüzel bir yönetim uyguladığı gerçeğine karşı çıkanlar krallığın temel yasaları diye bir şeyden sözetse-ler de bu yasaların ne olduğunu, nerede yazılı olduğunu bilen yoktu. Gerçekte devleti yönetenler bakanlardı, bir de nüfuzlu saray adamlarıydı. Gerçekte her iş kralın elin­den çıkıyor gibi görünse de özellikle astığı astık kestiği kestik olan kişiler o zorbalardı. Hiçbir gazete yüksek gö­revlilerin eylemlerini eleştiremiyordu: çok sıkı bir sansür vardı. Zaten devlet yönetiminde gizlilik esastı ve halktan insanlar neyin ne adına yapıldığını bilmezlerdi.

Devletin geliri kralın özel geliri olarak düşünülüyordu. Saray harcamaları halkın dilinde fıkra gibi anlatılıyordu. Tarihçi Seignobos bu dönemle ilgili şöyle bir belirlemede bulunur:
Köylüler yoksul görünmek zorundaydılar vergileri artırılmasın diye. Onlar dökülen evlerde yaşıyorlar, neleri varsa saklıyorlardı.
Vaktiyle Louis XIVün kurmuş olduğu polis örgütü katı bir sansür uyguluyordu. Tüm yazılar yayımlanmadan önce denetleniyordu. Bir kitabın yayımlanıp yayımlanma­ması tümüyle sansürcünün keyfine bağlıydı. Sansürden geçmemiş bir metni yayımlayan bir yayınevi sorumlusu hapse atılıyordu. Sansüre verilmeden yayımlanmış ki­taplar yakılmaya mahkum ediliyordu. Voltaire’in Fel­sefi mektuplar\ Diderot’nun Körler üzerine mektup’u, Rousseau’nun Emile’i yakılan kitaplar arasındaydı. O du­rumda yazar sorgusuz Bastille’e gönderiliyordu.

Devrimin koşullan büyük ölçüde Louis XVI’nın (1754-1793) saltanat döneminde (1774-1791) oluştu ve gelişti. Louis XV’in torunu olan Louis XVI Avusturya imparatori-çesi Maria Theresia’nm kızı Marie Antoinette’le evlenmiş, ondan dört çocuğu olmuştu. Louis XVI zor kavrayan ama iyi yürekli bir kraldı. İşkencenin kaldırılması, Protestan­lara bazı haklar verilmesi gibi konularda çaba gösterdiği bilinir. Zevke düşkünlüğüyle de ünlüydü. Kişilik yapısı siyasete pek uygun değildi: en basit insanlar bile onu et­kileyebiliyordu. Kraliçenin şımarıklıklarını engellemekte hem isteksiz hem beceriksizdi. İşleri danışmanları yürü­tüyordu. Yenilikçi Turgot’yu devlet yönetiminde bir süre etkin kıldı, çok geçmeden onu uzaklaştırdı. Bir süre de Cenevre’li bankacı Necker’e görev verdi. Biraz sonra saray soylularının baskısıyla onu da uzaklaştırdı. Halka yakın duran ve saray harcamalanna karşı duran Necker’in gö­revden alınması krala olan güveni sarstı. Necker’in yerine Calonne genel denetçi oldu. Calonne’un uyguladığı bol bol harcama siyaseti zaten bozuk olan maliyeyi iyice güç duruma soktu. Calonne 1787 mayısında görevi bırakmak zorunda kaldı. Necker yeniden göreve geldi.

Necker’in önerisiyle kral 2 ağustos 1788’de bir tür da­nışma meclisi olan ve kralların gerekli gördükleri zaman toplantıya çağırdıkları Etats généraux’yu topladı. Bu elbette soylu sınıfının ve ruhban sınıfının dışında kalan insanlara yani orta smıfa (Tiers état) verilmiş bir ödündü. Orta sımf Etats générawfda etkili olunca daha güçlü bir meclis oluştur­ma eğilimi kendini gösterdi. Assemblée constituante (Anaya­sa meclisi) 9 temmuzda böyle kuruldu. Değişim isteyenlerin başında Mirabeau kontu vardı. O baskı dolu günlerde Brézé markisi kral adına Tiers milletvekillerini dağıtmak isteyin­ce kıyamet koptu. 12 temmuz günü Camile Demoulins’in söyleviyle heyecana kapılan halk yıllarca birçok devrimciyi duvarları arasında saklamış olan Bastille hapishanesini ele geçirmek üzere silaha sarıldı. Bastille 14 temmuz günü düş­tü. Fransız Devrimi bu koşullarda başladı.

Fransa’nın kültür yaşamında aydınlanmanın yeri nedir?

Montesquieu’nün, Voltaire’in, Diderot’nun, Rousseau’­nun ve öbürlerinin yapıdan toplumsal anlamda bir dev­rimin oluşumuna katkıda bulunurken tarihin en pırıltılı düşünce devrimlerinden birini gerçekleştirdi. Fransız Devrimi yalnız aydınlanma düşünürlerinin bir ürünüdür demek yanlış olur. Yalnız onların değil birçok bilim ada­mının da bu devrimde payı vardır. Ayrıca, bu öne çıkan değerler yanında birçok görünmez etken bu devrimin oluşumuna katılmıştır. Toplumsal-tarihsel oluşumları bir ya da birkaç nedenin varlığına indirgemek doğru değil­dir. Tarihin hemen bütün olayları bize dehaların dönüşen yaşam koşullarında yeni değerlerin sözcüleri ya da açın-layıcılan olduklarını gösterir: tarihi yapan insan öncelikle tarihin ürünüdür. Newton’in buluşları belki de bilim dün­yasının en büyük devrimiydi, Copernicus’un, Kepler’in, Galilei’nin buluşlanndan daha belirleyiciydi. O arada başka gelişmeler de oldu. Lavoisier suyun bir oksijen ve hidrojen bileşimi olduğunu göstererek modern kimyanın temellerini attı.

Bilimsel buluşları teknik buluşlar izledi. 1770’de Joseph Cugnot (1725-1804) dört kişilik ilk buharlı otomobili yaptı, bir yıl sonra daha büyük bir araba modeli geliştirdi. Marquis de Jouffroy 1776’da buharlı vapuru tasarladı. Bu buluşlar insanları şaşkına çeviren buluşlardı. Bu buluşlar­dan doğal olarak aydınlanma düşünürleri de etkilendiler. Montesquieu yankı konusunda bir inceleme yazdı. Voltaire ateşin doğasını araştırdı. Rousseau bitkilerle ilgilendi. Di­derot ve d’Alembert Ansiklopedi’de bilime bir ayncahk tanı­mış gibiydiler, özellikle teknikle ve mekanikle ilgilendiler. Böylece XVI. yüzyıl insancılarının dilekleri yaşama geçme­ye başladı: insancı düşüncenin ikinci büyük atılımıydı bu. Bu yeni anlımın kökleri Stoa’ya kadar uzanıyordu.

Biz her zaman aydınlanmanın itici gücü ya da düşün­sel belirleyeni olarak Locke felsefesini gösteririz ve gönül rahatlığıyla Aydınlanma’nm kaynağına tngiüz düşüncesini, özellikle de Locke’u yerleştiririz. Bu elbette son derece doğ­rudur. Ama hiçbir düşünce ya da sanat adamı kendi toplu­munun değerlerine tümüyle uzak düşecek biçimde yepyeni bir yol tutacak rahatlıkta olamaz. Koca bir XVII. yüzyıla ağırlığım koymuş bir filozofun yani Descartes’m Aydınlan­ma deviniminin oluşumunda ve gelişiminde hiçbir etkisi olmamıştır demek yanlışa düşmek olur. Descartes’dan geç­meden yeni düşünceyi anlamamızın olanaksız olduğunu söyleyen Leibniz’in bu sözleri elbette basit övgü sözleri de­ğildir. Bütün bu olan bitenlerde Yöntem üzerine konuşmdmn güçlü etkileri sezilir. Bir bakıma bütün bu olan bitenler bu ünlü yapıtın yaşama geçişiyle ilgilidir. Bu dönem elbette Descartes dönemi gibi yoğun ussallık dönemi değildi, bu dönem insanın daha gerçekçi bir çerçevede duygu ve dü­şünce dengesini kurmaya yöneldiği bir dönemdi: insan bir düşünce varlığı olduğu kadar bir duygu varlığıdır. Bunu gerçekte Descartes da biliyordu, öyle olmasa tutkularla ilgili bir inceleme yazmaz, öyle olmasa şairlerin metinle­rinde filozoflarınkine göre daha büyük gerçeklikler barınır demezdi. Ne var ki o dönem insan sorunlarının ussal çerçe­vede ve evren boyu darında ele alındığı bir dönemdi.

Oysa yeni dönem bir düşünsellik dönemi olduğu kadar bir duygusallık dönemiydi hatta bir duyguculuk dönemi olmaya eğilimliydi. Ama bu dönem neredeyse Descartes usçuluğu üzerine kurulmuş duygu atılımlarıyla belirgin­dir. Descartes’ın apaçık olmayan hiçbir şeyi doğru say­mamak ilkesi bundan böyle insanlığın sarsılmaz doğrula­rından biri olacaktır. Bu ilke gerçekte aydınlanma düşü­nürlerinin görüşlerinde de anlatımım bulmuştur. Bilime olan büyük inanç da bunun ürünüydü: hiçbir bilim sal­lantılı doğrular üzerine kurulamaz ve varsayım ancak var­sayım olmaktan çıktığı anda doğruluk değeri kazanabilir. Aristoteles’in ikinci derece doğrular kavrayışı böylece tü­müyle dışlanmış oluyordu. Descartes ayrıca boşinançları düşünce alanından süpürüp atmıştı. Bir takım gizli bilim­leri incelediğini, bunların hiçbir gerçekliği olmadığım gör­düğünü bildiriyordu. Aydmlanmacılar da aynı şeyi yaptı­lar, ilkin boşinançları dışladılar. Bacon’ın ve Descartes’ın kaygılan yaşamda anlatımım buluyordu: kendimizi daha doğrusu zihnimizi önyargılardan kurtaramazsak olumlu hiçbir şey yapamazdık. Evet, Aydmlanmacılar da aynı şeyi hatta biraz daha katı bir biçimde yaptılar, önceki zaman­ların kutsal saydığı pek çok şeyi saçmalık olarak nitelen­dirdiler. Voltaire’in tanrıcılık kavrayışı bir inanç devrimi­nin anlatımından başka bir şey değildir.

Kilisenin hoşgörüsüzlüğüne karşı hoşgörünün zorunlu bir yaşam koşulu olarak önerilmesi devrimin bir başka yüzüdür. Bilinç özgürlüğü çerçevesinde kişinin istediği dine gönül rahatlığıyla istediği gibi inanması; bu çerçeve­de katoliklerin, protestanlann ve müslümanların kardeş sayılması gelişmekte olan yeni değerler ortamında yalnız düşünürlerin değil halkın da benimsediği bir ilke duru­muna geldi. Stoa’cılarm yüzyıllar önce beş yüzyıl boyun­ca geliştirmiş olduğu insanın değeriyle ve kişinin hak ve ödevleriyle ilgili görüşler işte ancak şimdi yaşamda karşı­lığını bulmaya başlıyordu. Doğrular yaşama geçebilmek için bazen çok uzun yüzyıllar boyunca sabırla beklerler: tohum çürüdükten az sonra ilk filizler toprağı delecek­tir. Aydınlanma insanlık adına yaraşmaz olan bütün an­layışları ve uygulamalan yok etmek eğilimindeydi. Eski yönetimin çirkin alışkanlıklarından olan işkence de artık toplum bilincinin dışladığı kötü uygulamalar arasındaydı. Artık eşitlik düşüncesi öne geçiyor, insanlar ayrıcalık de­nen illetten nefret ediyor, soyluluk alaya almıyor, feodal yaşamdan arta kalan tüm izler siliniyordu.

Hükümdarın Tanrıdan aldığı yönetme hakkı artık inan­dırıcı değildi. Toplumsal yaşam için Tann’dan gelen bir erk sözkonusu olamazdı. Ne var ki insanlar, bu arada aydınlar, mutlakyönetimden daha uygun bir yönetim biçimi düşüne-miyorlardı. Voltaire özellikle aydınlatılmış mutlakyönetici fikrine bel bağlıyordu: mutlakyönetimden vazgeçilemez­di ama mutlakyönetici aydm olunca sorun kalmayacaktı. Evet ama babadan oğla geçen bir yönetim düzeninde aydın yöneticiyi kim nerede bulabilecekti? Montesquieu mutlak7 yönetimin gücünü parlamentoyla dengelemekten yanaydı. Rousseau da mutlakyönetime hayır demeyi düşünmüyor­du, yeter ki bireyin özgürlükleriyle toplumun çıkarlarını dengeleyebilen bir düzen kurutabilsin. Bu düzen de elbet yasa düzeni olacaktı. Buna karşılık her yerde mutlakyö-neticilerin zorbalıklarına ve çevresindeki hazır yiyicilerin acımasızlıklarına karşı düşünce ve eylem düzeyinde dire­niş odakları oluşmaya başlıyordu. Saray soyluluğu, saray gözdeleri, sarayın etkili kimseleri ve özellikle saray alemleri artık çok ağır eleştiriliyordu. O durumda aydınlanma düşûnürleri mutlakyönetimi gözden çıkaramamış olsalar da mutlakyönetimler için çöküş dönemi başlamış oluyordu. Çünkü uzun süre yükselen burjuva sınıfının yararına ça­lışmış olan ve soyluluğa arka çıkar gibi yapsa da soyluluğu zamanla sessiz sessiz eritmiş olan mutlakyönetim artık her türlü gelişimin önünde bir engel oluşturuyordu. Burjuvazi dünyaya gelişine büyük kolaylıklar sağlamış olan mutlak­yönetimi olduğu yerde boğmaya hazırlanıyordu.

Aydınlanma ve Fransız Devrimi dünyaya ne getirdi?

Aydınlanma insanın daha da insanlaşma yolunda attığı adımların en önemlilerinden biridir, insanın insanlaşma serüveni onun dünyada henüz bir yabana gibi durduğu zamanlarda başlamıştır. Yaşamı kolaylaştırmak için taşı özenle yontan insan ya da rengeyikleri buzulların ermesiyle kuzeye doğru kaçarken tarımı yaratan insan bugünün insa­nına dönüşene kadar çok büyük değişimlerden geçmiştir. Çok büyük değişimler demek çok büyük acılar demekti. Katlanmak ve direnmek gelişimin yasasıdır. İnsan başarı­ları bütün bir insanlığın ortak ürünüdür. Aydınlanma da elbet kaynağını insanlığın önceki başarılarından alıyordu. Aydınlanmayı son derece karanlık bir dünyada birdenbire yanmış bir ışık gibi görmek yanlışına düşmemeliyiz. Dün­ya tekbiçim olmayan bir gelişim düzeninde her zaman dö­nüşüme açık oldu. Dönüşümler dönüşümlerden doğdu ve insanlık daha mutlu olacağını sandığı bir geleceğe doğru yürüdü. Fransız Aydınlanması ışığım bütün bir dünyaya dalga dalga yayarken bütün bir dünyadan da elbet insan olmanın görünür görünmez değişik etkilerini almıştır.

Bu yeni zamanlar insanın zaten eşitlik ve özgürlük yo­lunda ilerlediği zamanlardı. Yeniçağdın insanı haklan konu­sunda daha öncenin insanından daha kıskançtır. Aydınlan­ma ve onun yaşama geçmeye yönelmiş biçimi olan Fransız Devrimi dünyadaki bu yeni gelişimi, yeni insanın duygu ve düşüncelerinin anlamını kaim çizgilerle belirlemiştir. Ay­dınlanma düşünürlerinin öngördüğü dünyanın bugün ne ölçüde kurulmuş ya da gerçekleşmiş olduğu sorusu da el­bette bir çırpıda yanıtlanacak bir soru değildir. Yeni yaşam koşulları yeni insanın dileklerini yepyeni değerler düzenin­de ortaya koyarken insanoğlu bir yandan da kendi içindeki o iyileşmez görünen karanlığı korumaya çalışıyordu. Bu yüzden Aydınlanma devinimi yeni aydınlanmaların yolu­nu aydınlatırken Fransız Devrimi bu yolları açmanın so­mut koşullarını ortaya koymaya ve gerçekleştirmeye çalıştı. Ancak bugün dünyanın her yerinde o güzel öngörülerle hiç bağdaşmayan değişik yaşam koşullan varlığını sürdürüyor­sa, “özgürlük” ve “eşitlik” gibi kavramların yaşamda henüz tam karşılıktan yoksa bu bizim bugün için yolun sonuna gelmemiş olduğumuzu gösterir.

İnsanlık tarihi insanın daha da insanlaşmak yolunda or­taya koyduğu sayısız direnişin ve eşsiz özverilerin tarihi­dir, bir yandan da birilerinin canla başla korumaya kalktığı büyük geriliklerin ve yetersizliklerin tarihidir. İnsanlık ta­rihi biraz da haksızlıkların tarihidir, sömürünün tarihidir, acımasızlıklara tarihidir. Ne olursa olsun insanlık daha iyi bir yere doğru ağır aksak da olsa ilerlerken her zaman Aydınlanmayla gelen ışığın ve onun katkılanyla yaratılmış olan daha güzel bir dünya için el ele verme tasanlanyla belirgin Fransız Devrimi’nin büyük kalıtından her zaman yararlanacaktır. Ancak gene de dünyanın herhangi bir ye­rinde herhangi bir zamanda ortaya çıkmış bir insanlık ürü­nünü gereğinden çok abartmanın getireceği yanılgılardan kaçınmak zorundayız. Aydmlanma’yı ve onun sürdürücü-sü ve yaşama geçiricisi rolünü üstlenmiş olan Devrim’i çok abartırsak bizi geriye doğru çeken bir gücün etkisi altında bulabiliriz kendimizi. Bu yüzden gerçek aydm bakışı ay­dınlanmanın sürekliliğini gören insanın bakışı olacaktır.

Uzun yüzyıllardan geliyor ve uzun yüzyıllara doğru gi­diyoruz. Başlıca çabamızın Kant’ın da belirttiği gibi insanı küçüklüklerinden kurtarmak olduğunu unutmamamız ge­rekir. Bunun için de herkesin öncelikle kendi küçüklüklerinden annması bir zorunluluk değil mi? Kendi yazgısı­nı başkalarının ellerine bırakıp çıkmak yerine onu kendi istemi çerçevesinde dönüştürmeye çalışan insanın zamanı olacaktır gelecek zamanlar. Bunun için hepimizin bilgi açı­sından ve ahlak açısından tam anlamında bir bilinç aydın­lığına gereksinimimiz var. Derme çatma bilinçlerle insanın gelecekteki güzelliklerinin yaratılmasına katkıda buluna­nlayız. En azından Aydmlanmacılar kadar inançlı, onlar kadar dirençli, onlar kadar gözüpek aydm tipini yaratma­mız gerekiyor. Yalnız burada değil, dünyanın her yerinde, kuş uçmaz kervan geçmez denilen yerlerde bile. (9.Bölüm)

Kitabın Künyesi
50 Soruda Aydınlanma
Afşar Timuçin,Ali Timuçin
Bilim ve Gelecek Kitaplığı
Basım Tarihi : 03 – 2010
Sayfa Sayısı : 160

Previous Story

Zübük Romanına İlişkin Yargı – Asım Bezirci, Refika Taner

Next Story

Türkiye’de Sınıf Mücadeleleri / Cilt 1: 1908-1980 – Sungur Savran

Latest from Afşar Timuçin

Sait Faik’in Dünyası – Afşar Timuçin

Edebiyatımızın yapı taşlarını düşündüğümüzde ilk akla gelen kişilerden biri de Sait Faik’dir. Öykü sanatının bu büyük ustası gerçek bir insancı ve kılı kırk yaran

Platon’un bilgelik ahlakı

Platon Dion’a yazdığı bir mektubunda şöyle der: “Bence bugünün tüm devletleri istisnasız kötü yönetiliyor. Siyasal ve bireysel adaletin tüm biçimlerini felsefeyle belirlemek gerekir.” Platon’a

Filozoflara Göre Aşk Nedir?

AŞK (fr. amour\ alm. Liebe’, ing. love). Bir kişiye ya da bir nesneye tutkuyla yönelme. Aşk sevginin tutkulu biçimidir. Filozoflar aşka çeşitli yorumlar getirirken aşk çeşitleri de belirlemişlerdir: evlat
Go toTop

OKUMA ÖNERİLERİMİZ