Aynaya Bakıyoruz – Ergün Doğan

Şu anda bana en korku veren şey,
belki de posta memurlarımızın yazgıları…
Ingeborg BACHMANN

Açık pencereden dolan rüzgarın tül perdeyi havalandırmasıyla belden yukarısı açık seçik görünmeye başlamış, onu suçüstü yakalayan ilk biz olmuştuk. Gerçi tülperdenin dalga dalga akarak tekrar kapanması yüzünden, onu görebildiğimiz bütün zaman, zarfı açtığı birkaç saniyeyle sınırlı kalmıştı, ama kentte kulaktan kulağa yayılan söylentinin asılsız olmadığını anlamamıza yetmişti bu.

Yerel gazetelerin baş sayfalarını günlerce işgal eden bıkkınlık verici haberler, anlatılan onca şey dayanıksız değildi demek; koparılan, yarıda bırakılan yazışmalara, yiten sözcüklere, yerine ulaşmayan ilan-ı aşklara, kağıtlara akan mum damlalarına, gözyaşlarına boşuna ağıt yakılmamıştı. Bütün bir kent bilgece sezebilmişti gerçeği. Büyücülerin yerlerinde yeller estiğine göre haykırışları yok olamazdı kuşkusuz, yalnızca gizliliğe tutsak edilmişlerdi, nasıl olsa bulunurdu bir gün. Ellerimizin altından kayıp gidenler avuçlarımıza dolardı yeniden, o zaman dolardı, o muştulu gün, yabancı gözlerin mektuplarımızın üzerinden çekildiği gün…

Kurtuluş gününü bizim silahlarımız, bizim merakımız, bizim gözlerimiz aralamıştı. Ruh sıkıntısının boğucu tadını biz imlemiştik. ‘işte ezeceğiniz, yerle bir edeceğiniz şey orada’ diye bağırmıştık, hafiflemiştik. Neredeyse bütün bir kenti günlerdir düşündüren bir şeyi giz olmaktan çıkardığımızdan sevincimize diyecek yoktu. Tasalarımızı, sorunlarımızı bir yana bırakmış, eşi bulunmaz başarımızın tadını çıkarmaya bakıyorduk. Ne var ki çok geçmeden kulağımıza gelen bir dedikodu o anı gözümüzde büyüttüğümüzü gösteriyordu. Söylenenlere bakılırsa, evinin bir odasını yanlızca mektuplara ayırmıştı ve yerden tavana kadar yükselen kağıttan tepe benzersiz bir koku yayıyordu.
Duyduklarımız açıkçası keyfimizi kaçırmıştı; bunu gizleyecek değiliz, ama unutulmaması gereken bir gerçek vardı: o bahar gününün öğleden sonrasında sıcağın verdiği yılgıyla terasın gölgesinden sokağın karşı yakasına bakıyor olmasaydık, belki de sonsuza dek bir giz olarak kalacaktı bu söylenti. Bir odayı tıka basa dolduracak denli sayısız mektubu kimsenin ruhu duymadan taşıdığı düşünülürse, işinde gösterdiği ustalığa kimse itiraz edemezdi çünkü. Üstelik bu hırsızlığın kaç yıldır sürdüğünü de tam olarak bilen yoktu. En iyimser tahminlerde bile beş altı yıldan aşağıya inilemiyordu. Yirmi yılı aşkın bir süredir mektuplarının doğru dürüst eline geçmediğinden yakınanların sayısı da az değildi. Nedendir bilinmez, bu yakınmada bulunanların hemen hepsi suçlunun Posta Teşkilatı’nda yer alan biri olabileceğine inanmışlardı, başka bir olasılık gelmiyordu akıllarına.
Doğrusu bizce de yabana atılacak bir inanış değildi bu, ama o suçüstü anına değin sezgilerimizin önüne set vurulmuştu sanki. Diğer yandan bize göre Posta Teşkilatı’nda kuşku duyulacak son postacı oydu; kuşku duymak bir yana, olası suçluları bir bir kafamızdan geçirirken onu bir postacı olarak düşünmeyi bile akıl edememiştik. Ütülü üniformasıyla her sabah işe gitmek üzere aynı dakiklikte sokağa çıkan, saatini şaşırmadan akşam evine dönen bir komşuydu yalnızca. Kafalarmızda başka bir iz bırakamamasının baş sorumlusu, -çoğumuzun dikkatinden kaçsa da- neredeyse cüce denecek kadar kısa olan boyuydu. Böylesine kısa bir boy kuşkusuz bir başkasında insan içine çıkmaya engel olan tamir tanımaz bir utanca yol açardı ve bunun da insanı zavallı kılması kaçınılmazdı. Oysa onun aldırdığı yoktu, daha doğrusu, umursamazlığın beslediği bir davranış da değildi bu: cücelik öne çıkmıyordu onda. Bir sabah uyandığımızda boyunu yarım metre uzamış görsek bu değişimin farkına varamayız gibi geliyordu.
Insanların üzerinde bırakacağı tek izin, hiç iz bırakmamak olacağını o da biliyordu, ama onun bundan rahatsız olduğu söylenemezdi.Aksine, üzerine yönelecek kuşkuları dağıtıyordu bu, dikkat çekmemeyi nasıl dilemezdi!
Ne yaparsa yapsın insanlarca farkedilmeyeceğine yönelik inancı derin olsa da tedbiri elden bırakmamak gerektiğini bilmiyor değildi. Bu yüzden saçlarını ıslattıktan sonra hep geriye tarıyor, üniformasını çıkardığında farkına varılacağı endişesi, üniformasına yakın tonlarda mavi pantolonlar giymeye zorluyordu onu. Oysa bu denli çaba göstermesinin gereği yoktu, gerçekte onun varlığıyla ilgilendiğimiz söylenemezdi. Bizleri pencereye çıkaran şey, bir alışkanlıktı yanlızca, hafta içi hergün iki kez tekrar edilen ve tatil günleri unutulan bir alışkanlık. Işe gidişi ve işten dönüşü pencerede bulunma saatimizin geldiğini söylüyordu bize. Bazen pervazları açmadan sokağı gözetlediğimiz bu iki zaman arasında kalan koskoca bir gündüz ise bizim için tam bir bilinmezdi. Dikkat çekmemek adına gösterdiği övgüye değer çabalarını bu zaman dilimi için gösterdiğine inanıyorduk hepimiz. Çünkü tatil günleri de dahil olmak üzere, işe gidişi ve işten dönüşü anları sayılmazsa onu bir kez olsun görememiş, bunun bir mucizeyle olası olabileceğini çaresiz kabul etmiştik sonunda. Evliliğinin üçüncü yılında ilk çocuğu dünyaya geldiği gün, üç sularında heyecanla sokağa çıkan adamın da o olmadığı gün gibi ortadaydı. Gerçi üzerine geçirdiği gömlek maviydi, boyu da tıpkı onun ki gibi kısa görünmüştü bize, ama sol yana taradığı saçları ele veriyordu o adamı. Kuşkuya yer bırakmayacak bir kanıttı bu. Bunca yıllık komşumuzun saçlarını böyle taramayacağını nasıl bilmezdik! Sonunda bir ikiz kardeş düşüncesi yetişmişti yardımımıza. Ustalıktan uzak böylesi bir hataya düşebileceğine ihtimal vermiyorduk çünkü. Gün ortasında farkedilmek… hayır onun başına gelecek bir bela değildi bu, ne olursa olsun tedbiri elden bırakmazdı. Başka olasılıklar üzerinde kafa yormak düpedüz saçmalıktı.Gördüğümüz kişi o olamazdı. Geride bıraktığımız yıllar, geçirdiğimiz sayısız deneyim öğretmişti bize, onunkisi gibi ödün vermez bir ilkecilik zor bulunurdu. Hem öyle kuru kuruya bir ilkecilikte değildi bu, bütün özellikleri bundan pay alıyor, dikkat çekmemek konusunda gösterdiği tutuculuk, sezgilerinin önünü açacak biçimde ince bir ruh katıyordu ona.Kimilerine göre, önsezilerindeki insanüstü bu ayrıcalığı sonradan edinmiş olsa bile, buna kaynaklık eden töz doğuştan geliyordu. Dolayısıyla ince ruhla yazılmış bir mektubu, tek bir satır okumadan buluyor olması Tanrı vergisi bir özellikle açıklanabilirdi.
Mantık sınırlarını aşan böylesi bir sezgiyi bu şekilde mantık sınırlarının içine almak benim bakış açıma da uygun düşüyordu. Günlerce bekledikten sonra umudu kestiğim mektubumu alamayışımdan çıkarmıştım bu sonucu. Çünkü bildim bileli talihli sayıyordum kendimi ve bu talihi de başka bir şeye değil, her zaman incelikle yazılarak benim adıma postaya verilen mektuplara bağlıyordum. Işte mektubumun bir türlü elime geçmeyişi, onun sezgilerindeki tanrısal kaynaklığı doğruluyordu. Ama bunun ne önemi vardı ki! Beni asıl düşündüren şey mektubumun kaybolmuş olmasıydı.Üstelik endişeye düşen tek ben değildim, kentte başka bir konu konuşulmuyordu neredeyse. Hepimiz ağız birliği etmişcesine, kentin üzerine çökmüş bir kötülük sayıyorduk bunu. Lanetlenmenin verdiği yıkım bu olmalıydı, gerisi bir masaldı anlaşılan. Ne bir lav yağmuru bizi bu hale getirebilirdi, ne de bütün dünyayı sulara gömecek bir tufan. Ama zaman denen şey insanlığın en büyük düşmanıydı kuşkusuz. Çünkü bu lanetlenme karşısında nefretimiz çoğalacağı yerde zaman geçtikçe bir bağlanmaya dönüşüyordu. Bu acıyı en fazla duyan da bendim. Mektubun bir türlü elime ulaşamamasının verdiği boğuntu, gün geçtikçe o mektup hırsızını gözümde daha büyülü kılıyor ve burukluğun ne demek olduğunu öğretiyordu bana. Bu derin etkilenmeyi aklım almıyordu bir türlü, çünkü bir kez olsun görmemiştim onu. Kaç kez suçüstü yakalandığının konuşulduğu çok sonraları da onu göremeyecektim hiç. Ama elimde değildi, beni seçmiş olmasıyla aklım başımdan gitmişti. Artık onu mektuptan daha fazla düşünür olmuş , içine düştüğüm beklentide yeni bir sayfa açıldığına inanç getirmeye başlamıştım. Bu beklenti eskisinden de değerliydi hem, kafamda gezinip duran imge, tanımlayamadığım bir coşkunlukla parçalarımı bütünlüyor, beni kendisine sunuyordu sonra. Ağır ağır tek bir noktada toplandığımı duyuyordum. Yoğunluk. Bu sözcük dilimden düşmez olmuştu. Yoğunluk , diyordum, ve o tek bir kımıltıya izin vermeden devinimsiz duruyordu hayalimde.Yine onu aklımdan hiç çıkaramadığım bir ikindi vakti, uzandığım divanda uykuya dalmış, sayrı olduğu her halinden anlaşılan bir cüce bana mektup okumuştu düşümde. Gözlerimi açtığımda ne kadar süre uyuduğumu kestirememiş, ama düş sırasında bilincimin beni yanılttığı, gördüğüm cücenin gerçekte normalden de uzun boylu bir adam olduğunu geçirmiştim içimden. O kısacık boy, kafamda biçimlendirdiğim tipe uygun düşmüyordu. Yüzü beklediğimin aksine donuktu, mektubu okuyuşundaki tavırlarında incelikten çok sabırsızlıkla büyütülmüş bir hırs okunuyordu. Herşeyinde tuhaf bir yan vardı, ama asıl büyük düş kırıklığını, ikinci beklentimin de boşa çıkması üzerine yaşamıştım. Aslında tam bir düş kırıklığı sayılmazdı çünkü anlamıştım ki beklediğim şey onun imgesi değildi, yanılmıştım, meğerse postaya vereceği bir mektuba susamıştım ben. Oysa o böyle yapacağı yerde, düşümde görünmeyi seçmişti. Hem de ne pahasına! Yılgıya kapılmayı kendime yaraşır bulmuyordum yine de. Umudumu canlı tutmalıydım, gerilim eksik olmamalıydı bende, direngenliğimi sarsıntılardan koruyarak yaşamın peşine sürmeliydim, uzaklara, çok uzaklara…

10 HAZIRAN 1993

Sevgili Büyü,
Mektubunuz henüz elime ulaşmadı ne yazık! Aslında, sözünü ettiğim mektup, yanlızca zarf ve kağıttan ibaret. Yani, oniki gün önce düşümde, mektubun tamamını okuma inceliğini gösterdiğinizi unutmuş değilim.Bu nedenle yanıt yazma hakkını görüyorum kendimde. Size duyurmayı çok önemli saydığım bazı kuşkularıma geçmeden önce, sizinkiyle boy ölçüşebilecek bir içtenlikle yazma cesaretini gösteremeyeceğimi bildiğimden, şimdiden beni bağışlamanızı dileyeceğim. Öte yandan mektubunuz için teşekkürü borç bildiğimi unutmadan söylemeliyim.
Mektuba, size hiç yakışmayacak tarzda bir cümleyle başladığınızı anımsıyorum. Rüyadan sonraki birkaç gün, bu cümleyi özür saymıştım, ancak, ‘beni tanımadığınız halde sabırla beklemiş olmanız çok güzel’ cümlesinde özür havası verecek tek bir sözcük olmadığını anlamam, bunu söylerken ki sesinizin ezikliğini anımsayınca olası oldu. Itiraf etmeliyim ki sonraki günlerde de bu cümle aklımdan hiç çıkmadı. Çünkü sezgilerim bazı yanlışların olduğunu söylüyordu bana. Öncellikle beni tanımadığınıza yönelik yargınızın gerçek dışı olduğunu anlayabilmem için fazlaca düşünmeme gerek yoktu. Kısacık bir zaman da sürse, mektubu bana okuduğunuz düşümde bilincinize inecek denli sizi tanıma ayrıcalığına sahip olduğumu söylemeliyim. Hem siz de kabul edersiniz ki gerçek yaşamdaki tanışmayla düşteki tanışma arasında azımsanmayacak bir fark vardır ve düşte gerçekleşen bir tanışmanın – bir yanılsama olsa dahi – yıllarca eskilere dayanan bir tuhaf tanışıklığın tekrarı gibi algılanması hiç de sıradışı sayılmaz. Işte ben de bu düş ayrıcalığından yararlanarak sizi çok iyi tanıdığımı gönül rahatlığıyla söyleyebiliyorum, ama diyorum ya, kafamı meşgul eden asıl sorun bu değil, içime sıkıntı veren başka yanlışlar var cümlenizde. Ne var ki bu sorundan yakayı kurtarmamda bana yardımı dokunur diye aklımdan geçirdiğim ipuçlarına fazla güvenim yok.
Sözünü ettiğim yanlışlardan birinin, beklediğim kişinin yada imgenin siz olmadığı gerçeğinde saklı olduğu düşüncesine kapılmayın sakın.Hem bu doğru olsa, anlamam hiç güç olmazdı, hem de, mektubu postaya veren kişinin siz olmamanıza karşın -açık yüreklilikle söyleyebilirim- beklediğim sizdiniz.
Umut beslediğim ipuçlarının ne denli yetersiz kaldığının yakınmasını daha önce yapmıştım, ama bu anımsatmayı yapmadan savlarımı size duyuracak cesareti bulamayacağım kendimde. Söylemek istediğim ilk şey, biçimle ilgili görünse de, gerçekte mektubun içeriğine yönelik:ritm. Bu sorun, mektubun bütününü düşündüğümde belirginlik kazanıyor kuşkusuz. Bağışlayın ama ilk cümleyle, mektubun kalan kısmının ayrı ayrı kişilere ait olduğunu düşünüyorum. Yine de bir sav olmaktan ileri gidemiyor bu, itiraz etmenizin önünde dişe dokunur bir engel yok anlayacağınız. Sizi dürüst olmaktan alıkoyacak denli az doğrumun bulunması, sorularıma engel değil tabi: Mektubun ilk kısmı mı size ait, geri kalan kısmı mı?
Sevgili Büyü, buraya kadar yazdıklarımı birkez okudum.Sanırım bu mektubu postaya vermeyeceğim. Her satırla birlikte kendimden biraz daha uzaklaştığımı ve böylelikle, size sorular yöneltme hakkımı (ki asıl sorun bu soruların soruluş tarzının incelikten yoksun oluşundan ileri geliyor) elimden aldığımı gördüm. Çünkü, bu satırları az önce yazmasam, bana ait olmadıklarına yemin edebilirdim. Üstelik, böyle yazmaya devam ettikçe, mektubu postaya vermenin de bir anlamı kalmayacak; mektupları sezgilerinizin yol göstermesiyle seçtiğinizi bildiğimden, incelikten yoksun bu mektup korkarım ki ilk elenenler arasında yer alacak.
Şu an yazılmakta olan mektubun ilk satırlarında içtenliği size bıraktığımı anımsıyorum, ama bunca sözden sonra ve tanışıklığımız da satırların eliyle oldukça iyi bir düzeye gelmişken, içtenlikten payıma düşeni almayı, bazı yalanlarımı açığa vurmakta bana yardımı dokunacak bir zorunluluk olarak görüyorum.
Ilk cümlenin size yakışmadığına yönelik yargım düpedüz bir yalandı ve mektubun hangi kısmının size ait olduğunu sormam da her zaman açık bir kapı bırakan kişiliğimin gereğiydi; birinci cümleden sonraki kısmın başka biri tarafından kaleme alındığına kalıbımı basarım ( ‘Kalıbımı basarım’ türünden argoca bir deyimin bir bayana yakışmadığını düşünebilirsiniz, ama içinde bulunduğum durumu daha iyi karşılayacak başkaca bir deyim gelmedi aklıma). Herşey bir yana, size ait olmadını düşündüğüm bölümde geçen ‘güzelliğin varlığıyla yokluğu arasında bir fark olmadığı’ yönündeki yargı sizin estetik anlayışınızla bağdaşır olamaz.
Eğer bana yanıt yazacak olursanız, diğerleriyle birlikte son değerlendirmemin de kuşku götürmez biçimde doğru olduğu itirafını yapmanızı dileyeceğim sizden…
adımı bildiğiniz halde söylemeliyim yine de NILGÜN MARAL

Haberi alan bütün akrabalar hemen eve doluşmuş, söylentinin kocaman bir yalan olduğunu gözleriyle görerek içlerini rahatlatmak isteyen komşuların eve akın etmesiyle küçücük yatak odası soluk alınamaz olmuştu. Herkes birbirine sorular soruyor, çarşafların içinde neredeyse hiç görünmeyen korkunç yaratığı arıyordu meraklı gözler. Bu ne yaptığını bilmez kalabalığa söz geçirebilmemiz olanaksız gibiydi. Kimsenin bize inandığı yoktu, defalarca kez, “Hayır, duyduklarınızın tümü yalan,” dediğimiz halde, onlar korkunç bir yaratık görmeyi dilediklerinden, bir anne babanın zorunlu kabullenişi sayıyorlardı sözlerimizi. Tuhaf bir durumdu bu, gönüllerinden geçenin gerçekte ne olduğunu anlamayacak denli karışmıştı kafalarımız. Onların ne yapmak istediklerini bilmiyorduk. Bebeğimiz, ağızdan ağıza dolaştığı gibi gövdesinin üzerinde insan başı değil de bir koyun başı taşıyor ve gözleri bir köpeğinki gibi bordoya çalıyor olsa, hepsi ömürleri boyunca uykularında rahat yüzü göremezlerdi. Gelmekte tereddüte düşen olmamıştı yine de. Kimisi öyle önüne geçilmez bir merakla sokağa çıkmıştı ki, ayakkabı giymeyi bile akıl edememişti: üzerine bir parça giysi geçiren, soluğu burada almıştı. Evimiz bilinçsizce yapılan bir yağmaya kurban gitmişti böylelikle. Milyonlarca para saydığımız halılarımız toz toprak içinde kalmış, sigara dumanları salonun tavanına sinmiş, koltuk yüzlerimiz de bu yıkıcı yağmadan nasibini almıştı, ama bütün bu pervasızlığa aldırdığımız yoktu doğrusu. Onları düş kırıklığı içinde evlerine yollanmaya zorlayan siyah gözleri ve bir koyununkiyle ilgisi bulunmayan başı olan bebeğimiz ilgilendiriyordu bizi. Normalden çok iri yapılı, sağlıklı bir bebeğin aramıza katılmasına sevinip sevinemeyeceğimizi bilmiyorduk. Kırk iki santimetre boyunda yeni doğmuş bir bebek… İçinde bulunduğumuz durumun bir kehaneti zorunlu kıldığına yönelik sözlere kulak asmıyorduk yine de. Aklımıza takılan tek şey, kusursuz bir kararlılık göstermemiz gerekliliğiydi. Sevinmek yada üzülmek. Hangisinin bize uygun düştüğünü zaman geçirmeden bulmalıydık. Aradan geçen bunca yıla karşın o devasa boya topu topu doksan iki santimetre eklenip, çocuğumuz yaşamını bir cüce olarak geçirmek zorunda kalınca, düşünmeye bile gerek duymaksızın kararsızlığımıza verdik suçu. Karasızlığımızın ilk zamanlarında, bir felaketi hazırlamakta olduğumuzu sezinliyorduk, ama bunun bir mektup çılgınlığında vücut bulacağını aklımızın ucundan geçirmiş değildik kuşkusuz. Kimseden mektup alamayışının verdiği yürek burukluğuyla, kendi adına postaya mektup verişini ve dört gün sonra postacının kapıya bıraktığı zarfta yazılı olan adın uydurma oluşunu bildiğimiz halde bilmezden görünüşümüz ise temkinli bir umuttan ileri geliyordu. Çünkü tek bir arkadaşı dahi yoktu, belki de kafasında kuracağı hayali bir arkadaşla avunabilirdi bu sayede. Başımıza gelecek olası bir felaketi savmamız güç olmazdı böylelikle. Hem, hiç arkadaşı olmayışını arkadaşlarının tutumuna bağlıyorduk, onun kendi cüceliğinin ayrımında olmadığına kuşku yoktu, kafasında yaratacağı arkadaştan uzak durmasını gerektirecek mantıklı bir gerekçesi bulunmuyordu bu nedenle.
On iki yaşına geldiğinde hala kendisine mektup yazmaya devam ediyor, saatlerini ayırırcasına gösterdiği özen şaşırtıyordu bizi. Ara sıra sokağa çıkıyor, bütün bir gün evden içeri adım atmadığı zamanlar oluyordu. Vakit geçirecek arkadaşlar edindiğine yoruyorduk bu geç gelmelerini. Normal bir çocuğun yapacağı gibi kendisini oyuna vermişti besbelli.
Düpedüz bir yanılsamaydı bu, oyunlarımıza katılmazdı hiç. Bütün yaşıtlarımız, sokağın sonundaki çocuk parkında buluştuğu halde, o, kentin merkezinden yana hızlı hızlı yürüyerek yanımızdan geçer, akşama değin görünmezdi. Onda tuhaf olan bir şey vardı, bir kez olsun bunun bahsi açılmamış olsa da hepimizde aynı titreşimlere neden olduğunu adımız gibi biliyorduk. Ona yakın durmak ürküntü veriyordu bu yüzden, ne pahasına olursa olsun kendimizi ondan sakınmalıydık. Sonra ki yıllarda yaptığımızın çocukluk olduğunu düşünsek de, onun bakışlarını hafife almanın, yaşça bizden çok büyük olanlar için bile kolay olmadığına inanıyorduk içten içe.
Kuşkusuz yabana atılır bir inanç değildi bu, ben otuz yaşı aşmış olmama karşın on iki yaşındaki bir çocuktan tedirgin olmaktan alamıyordum kendimi. Dükkana girer girmez selam vermeden kitapları incelemeye başlıyor, zorunlu olmadıkça konuşmuyordu. İlk üç dört yıl, tek bir kitap satın almadan rafların arasında dolaşıp durmuştu. Yaptığı tek şey koklamaktı sanki, derin derin soluk alıp veriyor, burnuna dolan kokular, kitaplara değer biçmesinde yardımca oluyordu ona. Kafka’nın rafların arkasına düşmüş kitabı, SEVGİLİ MİLENA’yı bulması güç olmamıştı bu yüzden. Onun başını döndüren asıl şeyin Kafka olmadığını o zamanlar bilmiyordum tabi, satın aldığı ilk kitabın, bir sevgiliye yazılmış mektuplardan oluşuyor olmasını rastlantı saymıştım. Oysa sonraki alışverişlerinde de, içinde mektup bulunmayan tek bir kitap bile satın almamıştı. Sezgileri o denli güçlüydü ki sıkıcı diyaloglarla geçen romanların içinde kaybolmuş birkaç satırlık duygulu pusulaları bulması hiç zor olmuyordu. İtiraf etmeliyim ki, tanrısal ışıklar saçan insanüstü bir varlık olarak görüyordum onu. Eşikten içeri ayak bastığında tüylerim diken diken oluyor, uçarcasına rafların arasında kayışını gözlerimi kırpmadan izliyordum sonra. Birdenbire görünmez oluyor, birkaç saniye geçmeden başka bir raftan uzatıyordu başını. Dışarı çıkar çıkmaz, yoğun bir enerjinin dükkanın kapısından kaçıp gittiğini duyumsuyordum, onun geride bıraktığı boşluğun verdiği yoksunluktu bu. Adımlarının tınısı tanınmaz oldukça boşluk derinleşiyor gibiydi, ama buna aldırış etmeden yürümeyi sürdürüyordu o. Geldiği gibi hızlı hızlı gidiyor bir solukta evine ulaşıyordu.
Salonda hiç vakit kaybetmeden, elinde yeni satın aldığı kitapla odasına kapanıyordu. Bir türlü anlamıyorduk onu, kalan son umut kırıntılarımızı da yok ediyordu; saplantısı, azalacağı yerde, onulmaz bir şekilde artıyordu her geçen gün. Eve gelen mektupları kendisinin yazdığını bildiğimizi fark edince, artık eve mektup gelmez olmuş, çeşitli isim ve adresler uydurarak, yanıt alırım umuduyla bu adreslere mektup yazmaya başlamıştı bu kez. Böyle yapmakla gururunu da bir kenara bırakmayı göze alıyordu aynı zamanda. Ona göre, mektubu postaya verip sonra yanıt beklemek düpedüz onursuzluktu. Bu utanç verici küçük düşmeye katlanabilirdi yine de, yeter ki karşılığında yanıt alabilseydi, ama postacı günlerce sokağa bile uğramamıştı. Gün doğumundan itibaren yağmurun hiç dinmediği bir perşembe öğleninde yolun başında göründüğünde ise, güç bela kavradığı tomar tomar telefon faturaları, yılgıyla kapıda bırakmıştı onu. Bu düş kırıklığının bir son yada bir başlangıç olacağını geçiriyorduk içimizden. Zarfın üzerini kendi el yazısıyla yazdığı mektubu dört gün sonra postacı eve bıraktığında hiç şaşırmadık bu yüzden. Hemen oracıkta, salonun antreye açılan kapısının sol yanında kalan masada bir çırpıda okudu mektubu. Odasına , uyumaya gittiğinde bilinçli olarak mektubu öylece bıraktığını biliyorduk. Zarfın sol üst köşesinde Milena yazıyordu.

2 NİSAN 1987
Sevgili Dost,
Bugün yaptığım kısa yolculuk sırasında sizi düşündüm. Gerçekten size hak vermemek elde değil. Oturmaktan sıkılıp, kuşetlerin bulunduğu vagona geçtiğimde anladım bunu. Bildiğiniz gibi bahar mevsimini yaşamamıza karşın hala yakılmaya devam edilen kaloriferlerin neden olduğu bunaltıcı sıcaklar yüzünden kuşetlerde pek yolcu kalmıyor , herkes koridoro atılıp pencerelerde alıyor soluğu. Oysa bugün nedense tek bir yolcu yoktu koridorda. Insanların arasında bulunmaktan büyük huzursuzluk duyduğumdan bu duruma ne denli çok sevindiğimi bilemezsiniz. Hem böylelikle sizin sözünü ettiğiniz deneyimi yaşama fırsatı doğmuştu bana. Açık bir pencere aramaya koyuldum bu nedenle. Onlarca yılı eskitmiş trenlerimizin pencerelerini açmanın ne denli güç olduğunu kabul edersiniz, hele hele bir kadınsanız işinizin daha da zorlaştığını söylememe gerek yok sanırım. Üçüncü pencerenin de kapalı olduğunu gördüğüm sırada yüzüme dokunan rüzgar, dördüncü pencerenin açık olduğu müjdesini veriyordu neyse ki.
Çok hızlı gidiyorduk ve neredeyse trenimize sürtünen iğde dallarından yayılan koku, hiç kuşkunuz olmasın bütün ölümlülerin aklını başından alırdı. Eğer iğde ağaçlarının görüntüsü yerini ufka dek uzanan tepelere bırakmasaydı, bu sarhoşlukla yetinecek, başımı dışarı uzatarak kendimi rüzgara vermeyecektim, sizi sarhoş edenin de gerçekte iğde kokusu olduğuna inanmıştım çünkü.
Dışarı doğru sarkıp, sol yanıma, trenin iğde ağaçlarını geride bırakışına baktım bir süre. Gökyüzünde tek bir bulut yoktu, ama içimden bir ses, ‘Bugün Pazartesi, yağmur yağacak,’ diyordu. Topuzu çözülen saçlarım, yanaklarıma hafif bir nem hissi verip, gözlerimin önünde uçuyordu adeta. Bir çeşit yitirilişti bu; saçlarımın arasında silik görüntüler beliriyor, bir an bile geçmeden yerlerini başka görüntülere bırakıyordu. Saçlarımın değiştiği duygusuna kapılıyordum böylelikle. Gitgide güçten kesiliyordum, daha şimdiden soluğum kesilmeye başlamıştı bile. Sizin öğütlediğiniz şekilde yüzümü rüzgara dönüp, ağzımı açarak iyiden iyiye soluksuz kalmak düşüncesi başımı döndürüyordu. Kendimi bu düşünceye alıştırırsam, gücümü toplayıp dönebilirdim rüzgara. Aksi halde, sırtım rüzgara dönükken aldığım zevkle başka hiçbirinin boy ölçüşemeyeceği inancı beni yoldan çıkaracaktı. Öylece soluk soluğa kalacak, saçlarımın değişiminde yakalayacaktım bütün bir sırrı. Yabana atılır bir yanı yoktu bu bağlanmanın. Kendi dışımda bir gücün etkisinde irademi yitirmiştim sanki, ne yapsam yakamı kurtaramam gibi geliyordu. Soluk alamıyordum onun yüzünden, coşkuyla boyun eğinilecek kutlu bir boğulmaya sürüklüyordu beni. O sırada aklımı kullandığım yoktu, ama hareketlerime yön veren tansığın bilincime yerleştirdiği inanı bu gerçeği benden saklıyordu, pozisyonumu değiştirmemeyi daha akla yakın buluyordum böylelikle. Saçlarım renkten renge girmeye devam ediyordu bu arada. Gözlerimi kapadığım halde, saçlarımın önce, gelincik tarlasında gezinen bir tilki, sonra, mavi gökte süzülen bir atmacanın kafesi, ardından, söğüt dallarına dolanan püsküllü bir yılan oluşunu sanrıyla ilgisi bulunmayan bir gerçeklikle görüyordum. ‘Trende sarhoşluk bir başka oluyor’ dediğiniz şey bu olmalıydı. Yine de büyüden uyanmak pahasına ve kendime başkaldırırcasına rüzgara vurdum yüzümü. İnanılır gibi değildi, ruhum duymadan koridoru doldurmuş olan kalabalık yapayalnız sanıyordu beni, varlığının farkında değildi hiçbiri.
MİLENA

Üzerine bir minderin özensizce yerleştirildiği kalın kendirler gerilerek bir salıncak kurulmuştu zerdali ağacının gölgesine. O unutulmaz salgın günlerinden kalma bir ıssızlık sarmıştı bahçeyi. Yazın son demiyle sararıp kuruyan otlara bastıkça neredeyse bütün sokağı ayağa kaldıracak hışırtılar çıkıyor, yüreklerimiz yerlerinden çıkacak gibi hızlı hızlı atmaya başlıyordu. Sokak lambasından bahçeye vuran ölgün ışık, serinkanlılığımıza düşen gölgeyi daha da yaralayacak biçimde aydınlığa boğuyordu bedenlerimizi. Aramızdan biri cesaretini toplayıp, bu işten vazgeçmemizi önerse, -akılsızca- karşı çıkmazdık hiçbirimiz. Eve girme kararını aldığımızda, bu denli korku duyacağımızı düşünmüyorduk oysa. O akşam evde kimsenin bulunmayacağını bildiğimizden doğal olan da buydu. Hem kanımıza girmişti bir kere, karşımıza çıkacak beklenmedik sürprizler bile bizi yolumuzdan çeviremezdi ve o ana kadar da her şey yolunda gidiyordu, korkuya kapılmamızı gerektirecek elle tutulur bir neden yoktu ortada. Bu nedenle hızlı adımlarla, evin sol cephesinden yana saptık, sırt kısmında yer alan alçak balkonun kapısından içeri girebilmeyi umuyorduk; bahçe duvarının hemen dibinden yükselen iki dut ağacı, arka cepheyi neredeyse görünmez kıldığından, komşulardan gelebilecek herhangi bir tehlikenin önü kesilmiş olunuyordu. Günlerdir ortalıkta dolaşan söylentinin ne derece doğru olduğuna ilişkin bulgulara tek bir zorlukla bile karşılaşmadan ulaşacaktık böylelikle. Aslında aradığımızın tam olarak ne olduğunu bildiğimizi de söyleyemezdik, yalnızca bir mektup yığını düşüncesi yatıştırıyordu bizi, ama bu da zayıf bir olasılıktı, işinde bu denli usta birine böylesi bağışlanmaz bir hatayı yakışır bulmuyorduk. Eğer komşularının onu suçüstü yakaladığı söylentisi doğru olsa bile, akla gelen en mantıklı olasılık, mektupların okunduktan sonra yakılacağı olduğundan bir kanıt bulabileceğimize inanmıyorduk doğrusu, ama kafamızdaki kuşkuları biraz olsun dağıtabilirdi soyunduğumuz bu iş. Öte yandan dişe dokunur bir kanıt ele geçirirsek ne yapacağımızı da belirlemiş değildik. Onun başını derde sokacak bir kötülüğü düşünmüyorduk kuşkusuz, bizi kendine hayran bırakmıştı çünkü ve bu hayranlığın da işimizde gösterdiği ustalıkla bir ilgisi yoktu. Üstelik bütün bir kentin de aynı etkiye tutulduğu gözümüzden kaçmamıştı, onlar böyle düşünmeyi kentli oluşlarıyla bağdaşır bulmadıklarından kendilerinden bile saklıyorlardı bu gerçeği. Belki de ilkelerimizin onlarınkinden farklı olarak, sağduyudan nasibini alamamış oluşu bizi böyle düşünmeye itiyordu.
Arka bahçe tıpkı ön bahçe gibi bakımsızdı. Karanlıkta güç bela seçilebilen uzun kalaslar balkonun sol tarafında kalan bahçe duvarına istif edilmiş, neredeyse adım atmamıza engel olacak denli çok döküntü bırakılmıştı her tarafa. Bu karmaşa bahçeyi zavallı kılıyordu, ama içinde bulunduğumuz durumda bunun önemsenecek yanı yoktu, bir solukta balkonun korkuluğuna tırmandık bu nedenle. Heyecanımızdan eser kalmamıştı. Garip bir dürtü, saçlarımızı tutam tutam kesip evin içine atmamızı buyuruyordu. Bir anlam verememiştik buna, topu topu üç kişiydik ve hiçbirimizin saçı makasın girmesine izin verecek kadar uzun değildi. Çaresiz, sezgilerimizin gücüne yormuştuk bu buyurgan sesi. Birdenbire doyumsuz bir erinçle kuşatılmış olmamız da buradan geliyordu kuşkusuz. Artık evlerimize dönmek akla en uygun yol gibi görünüyordu. Orada bulunmamızın amacını gerçekleşmiş sayıyorduk çünkü. Orada bulunmanın amacından da öte, bütün bir ömrü bu erince adamıştık sanki. Varlığımızın anlaşılmaz bir dünyada neden bulunduğu yönünde yıllar yılı süren kafa yormalarımız işte bilgece bir yanıt bulmuştu sonunda. Nereden geldiğini bilmediğimiz bir erinç huzura erdirmişti bizi. Eğer saçlarımızın evin bir yerinde saklı olduğunu düşünmesek hemen çekip giderdik oradan, hem erincimize de gölge düşürüyordu bu, bir yolunu bulup böylesi önemsiz bir tasayı sorun olmaktan çıkarmalıydık.
Vakit geçirmeden kapıyı açmalıydık o halde. Ay ışığını yoklayarak sokağa çıktığımız gecelerde yaşadığımız deneyimler güven veriyordu bize, işimizin en kolay yanı kapı açmaktı. Ve yine tek bir zorluk çıkarmadan aralanmıştı. Eve girmek için seçtiğimiz balkon kapısı kuzeye baktığından, zifiri karanlık olmasına karşın el yordamıyla yol aldığımız yer mutfak olmalıydı. İçimizden biri, çantasından çıkardığı feneri duvara tuttuğunda yanılmadığımızı anlamıştık. Aradığımızı orada bulabilmemizin uzak bir olasılık olduğunu bildiğimizden, gereğinden fazla tabağı, malzemeyi yerli yerinde alabilmiş mutfağı, antreye açılan kapıya doğru vurarak geride bıraktık. Dış kapının tam karşısında kalan, salon olduğunu tahmin ettiğimiz odaya girdik. Orada bir kanıt aramak gelmedi içimizden, çünkü mutfağa adım attığımız andan itibaren burnumuza gelen gül ve karpuz karışımı bir koku, antreye girdikten sonra iyice keskinleşmiş, tam bu kokunun peşine takılmışken, salonun tütün kokusu yanlış iz üzerinde olduğumuzun haberini vermişti. İçimizden biri, uyanık halde düş gördüğümüzü ve kokuyu içine her çekişinde kesilmiş saçların hayalinde canlandığını söyledi. Bunları duyduktan sonra beyinlerimizin yabancı duyularla sarılı olduğunu duyumsadık, başka birinin duyarlılığı girmişti içlerimize. Zarfın içine koyulmuş bir tutam saç gözlerimizde canlandı. Hiç kuşkumuz yoktu ki, burunlarımıza gelen kokuyla kafamızda canlanan hayal aynı şeydi. Yani koku, saçtan gelmiyordu, saçın kendisiydi o; burunlarımız görüntüyü algılayacak, gözlerimiz ise kokuyu duyacak yetilerle donatılmadıklarından bizi peşine takıp sürükleyen şeyin yalnızca bir yönünü görebiliyorlardı, oysa biz her ikisini bir varlıkta bulmakta zorluk çekmiyorduk hiç. Benliğimiz o tanrısal varlığın ellerine bırakmıştı kendisini. Ellerimizdeki fenerlerle geçeceğimiz yerleri aydınlığa boğuyor, yol açıyorduk ona. Nereye gideceğimizi iyi biliyorduk, mektupları elimizle koymuş gibi bulacaktık. Salondan dışarı çıkar çıkmaz sağa sapmış, antrenin uzantısı sayılabilecek dar bir koridora girmiştik. Karşımızda, fener ışığının altında krem rengi görünen kapı belirmişti o sırada. Koku iyiden iyiye içimize işliyordu, ama adımlarımız kapıya yaklaştıkça gülün kokusu karpuzunkine baskın çıkıyor, gözlerimizde hala canlı duran zarf içindeki bir tutam saçın hemen yanına, kurutulmuş bir gül yaprağı yerleşiyordu. Seçeneksiz bırakılmıştık artık. Neredeyse içimize sokulacak kadar yakındılar bize, kaleme alınırlarken tadılmış duyguların çırpınışları sayıyorduk bedenlerimizi sarsıntıya boğan titremeyi. Şaşırtıcı bir manzaraya hazırlanıyorduk. Kapıyı yavaşça araladığımızda, neredeyse ışık saçan göz alıcı beyazlık düş kırıklığına uğramaktan kurtardı bizi. İnanılır gibi değildi, bütün bir oda mektup yığınlarıyla kaplanmıştı, içeri girmeyi bile zorlaştırıyordu bu. Yalnızca başlarımızı uzatabiliyorduk içeri. Fenerlerimizi zarfların üzerinde gezdirerek odayı baştan sona süzüyor, düş gücümüzü zorlayacak denli tanımlanabilmekten uzak duyarlıklarla kağıtlara dökülmüş yazılara üstünkörü bakıyorduk. Bu ise merakımızı kamçılamaktan başka bir işe yaramıyordu. Cesaretimiz olsa teker teker hepsini okurduk, ama hiç kuşkusuz buna zamanımız da yoktu. Yine de elimizin kolumuzun tamamen bağlı olduğu anlamına gelmiyordu bu, meslek yaşamımızın en önemli hırsızlığını yapma şansı belirmişti kapımızda. Bu şansı tepecek değildik. Yanımızda getirdiğimiz çuvallara mektupları doldurmaya başladığımız sırada, salondan geldiğini sandığımız bir çınlama sesi duyuldu. Hemen saatlerimize baktık, gece yeni başlamıştı.

4 ARALIK
Rotasız mektubumun peşinden,
Dostuma
Rotasız mektubumu gönderdim ve ertesi gün cevabı geldi! Cevabı geldi, çünkü ne yazacağımı sen zaten biliyordun değil mi ya. Acının kirazlarını yazacaktım, acının üzümlerini. Bir keresinde dostum, berrak akan köy ırmağının en ücra köşesine salmıştım kendimi. Yalnız ve çırılçıplak, üstümde dünyada yaşadığıma dair kalbimden başka hiçbir uzantı, hiçbir seğirme yoktu; öylece girdim suya yıkandım, yıkandım, yıkandım…

5 ARALIK
ll. gün,
Elimizde olmadan koşutluğumuza yeni tuğlalar ekledik dostum. Dün gece anladım bunu. Saat geceyarısına yaklaşmıştı, biliyordum, hem de iyice. Dışarı çıktım, sokakta kimsecikler… Aklıma sen geldin. Sırların geldi aklıma, o tam tamına hatırlayabildiğim yüzünü daha güçlü kılan sırların. Beni biraz korkuttuğunu daha önce de yazdığımı anımsıyorum dostum, ama “yıkılan bir duvarla sen de yıkılırken” ferahlatıyor beni biraz, o kadar güçlü olmadığını müjdeliyor bana.
Hani filmlerde olur ya “hayatıma yeni baştan başladım ” der birisi. Artık şakalaştığı , kavga edip barıştığı arkadaşlarıyla fabrika dönüşlerini, bizim için vatan sevgisine benzer bir duyguyla sevdiren, ancak benim tüm bunların ne demeğe geldiğini bir türlü aklımın ermediği sahneler. Şimdi böyle bir rol edinsem nereden başlamalıyım bilmiyorum. Herşeyin benim iradem doğrultusunda yönlenmediğini anladığını biliyorum, benimkisi aptalca bir nefretin getirisi. Onu istiyorum hala.
Şimdi rüyalarımı dinle, cüzdanım kaybolmuş rüyamda. Bu yüzden irkilerek uyanıyorum, bakıyorum ki pantolonumun cebindeymiş cüzdanım aslında. Nasıl yorumlamalı bunu? Gerçekte kaybolmayan bir şeyimin bir rüya uzunluğu kadar yaşanan üzüntüsü olarak mı? Yoksa, sözlüklerde, “değerli” şeylerin saklandığı anlamına yakıştırılmış, hiç geri gelmeyecek o şeyimin kaybolduğuna mı yorumlanmalı. Aslında utanarak yaptığım itirafımın nedenini bu rüyaya bağlıyorum ben ve bir başka rüyada onu kapı aralığından seyrediyorum, annesiyle telefonda konuşuyor; duyduğum tek cümle, “anne kimi sevdim ki ben” cümlesi. Görüyorsun ya, bir tabirci arıyorum bu günlerde. Aklıma ilk gelen sen oldun dostum. Bu yüzden beni bekletme ve bu mahçup çocuğa oralardan bir soluk uzatıver n’olur. Bildiğin kahinlere haber sal, tiz bulunup getirile ilacım. Yalnız, masum bir suyun titremesine bakan Mösyö De Nostradamus olmasın, bu kadarından ürkerim ben.

8 ARALIK
lll.gün,

Yalnız deniz değil aynam benim
Deniz belki yalnızlığımdır derim.

GECE, uykular korkutuyor beni, düşler…

Iki kaşın arasından tüllenen melek gitti
Ey ahali!
Hastayım. Bir tabirci isterim kaybolmuş cüzdanıma
Bana bozkır öğretsin
Çatlamış bir dudağı
Şam kervanından çeyzimi doldursun avucuma

10 ARALIK
lV. gün,

CUL-DE-SAC
Güne Notlar -1-
Ben tarihten sığ adımlarla iniyorum artık
tarihten geliyor küsmek
toz duman olmuş ordular bekliyor duraklarda
iniyorum
Sarayburnu’nda inilecek her kuyuya
Ölü bir ceylandan artan rüyalar bırakacağım
iniyorum

Bulvarda eski şairlerin sırlarından
ismin kazılmışken diyorum
azalmadan dört duvarımdan o güzelim karsuyu
oraları sileyim
Esnaf nasılsa tanımıyor geçtiğim çağları
panayır haftaları kaybolduğum o dağı
Gücüm yetmeyecek buna korkuyorum
unutulmuş evlatlardan o acı
gelip birikiyor dizlerimden
iyi insanlar şehrin ışığını söndürmüş diyorum
acımı evlat edinmeye taşkın bir kibirden

O zaman kulağımda tanınmaz senfoniler
laleli tramvay durakları
kelebek yeşili antreler…
“Aklım başındadır” nidasıyla bazı an
gazeteler geçiyor ölülerin yarım gözlerinden

11 ARALIK

V.gün,
Bugün sana birşey yazacak değilim, dostum…

12 ARALIK
Vl.gün,
Dostum biliyorum ki toparlamalıyım kendimi. Son telefon konuşmamızda benim adıma sevindiğini söylemiştin ya, işte o zaman ben elinde ahize olan ve artık şiir yazamayacak bir adam gibi duruyordum. Çünkü bazı şeyler iyiye gidiyordu, rahatlıyordum; o rahatlıkla içtiğim sigaralarda bile tuhaf tatsızlıklar vardı. Sandım ki iyiye giden şeyler beni tepeden tırnağa silecek ve ortaya yeni bir “ben” sürecek.
Olmaz dedim kendi kendime. Bir meçhul yol değiştiremez dünyamı.Meğer ki kendime hiç değer vermezmişim ben iki yıldır. Ve şimdi boyuna değer verdiklerimde kendimden hiçbir şey bulamadım. Yukarıdaki ‘verdiklerimde’ kelimesini ‘verdiğim kimsede’ olarak düzeltiyorum.
Şimdi ‘yeni’ olarak dönüyorum aranıza. Artık ben de tozlanan ayakkabılarımı boyatacağım. Tebessümle geçiştirdiğim espirilere katıla katıla güleceğim, birisine merhaba derken , kim olduğuna dikkat edeceğim artık.Ve bu mektubun sonuna, kendimi ezmişliğimin ve çoğu geceler sancılarla uyuşmuşluğumun son halkasını ekleyeceğim, kendim üretip boynuma doladığım zincirin son halkasını. Ve bu halkanın ucunu açık bırakarak sıkıca sarılmış zincirin kıskacından yavaş yavaş sıyıracağım kendimi.
Günlerdir bu çerçevede düşünmeye zorluyorum kendimi, bana tuhaf bir huzur veriyor gözlerimi adalara çevirip, denizin yalayışlarını sayarken yeni emekliye ayrılmış “bay huzurlu” yu içimde hissediyorum. Söylesene dostum, bu huzur kelimesi yaşlı insanlar için türetilmiş olsa gerek, değil mi? Mehmet

Yere yakın biriydi o, omuzları çökmüştü, toprak onu kendine doğru çekiyordu sanki. Bunu omzundan hiç eksik etmediği mektup çantasına bağlıyorduk doğal olarak, ama aldandığımız apaçık ortadaydı, maddi bir yükün ağırlığıyla açıklanamazdı bu çekim. Kuşkusuz sezgilerimizi ellerimizden uzak tutan böylesi bir aldatmaca, huzursuzluğa gömülme endişemizden ileri geliyordu. Onu bu şekilde algılamakla, doğaüstü güçlere ve onların büyülerine sırtımızı dönüyorduk. Aksi halde delirmemiz içten değildi. Çünkü hepimizden farklı bir insandı, gölgesinde yüz hatları seçiliyordu. Korkularımızı yenip dikkatlice bakabilsek, yere yakın giden ve toprağın içine girebilmek için can atan gözlerini görmemiz bile güç olmazdı. Ama bakamıyorduk işte, mahallemizde mektup dağıttığı zamanı, yıllardır göremediğimiz kör dilencinin (adını bilmiyorduk) eskiden olur olmaz kapımızda göründüğü zamanlarda olduğu gibi, duyularımızın körelmesini dileyerek geçiriyorduk. Gerçekten de aralarında böylesi bir benzerlik olduğu düşüncesi can sıkıcıydı.
Eski korkularımızın yeniden canlanıp bizi uykularımızdan edeceği düşüncesiyle çıldıracak gibi oluyorduk. Yıllardır akıllarımıza getiremediğimiz ürküntüyü içimize salıyordu bu. Oysa o kör dilenciyi çoktan unuttuğumuzu sanıyorduk, bütün zavallılığına karşın insanın üzerinde bıraktığı önüne geçilmez ürperti çok eskilerde kalmıştı. Yıllarca, en beklemediğimiz anlarda kapımızda görünmüş, saçtığı dehşetle deva bulmaz bir belayı başımıza saracağı inancı içimize işlemiş, bir ara ziyaretleri kesilince trafik kazasına kurban gittiği söylentisi yayılmıştı. Bir daha onu gören olmamış, ama ağızdan ağıza dolaşan söylentinin doğru olmadığı, arabanın altında kalarak oracıkta can veren kişinin, bizim de çok iyi tanıdığımız, mahalle mahalle dolaşan seyyar bir fotoğrafçı olduğu söylenmişti. Duyduklarımız karşısında şaşkına dönmüştük, bu yüzden bir süre daha düşlerimizden eksik olmamıştı kör dilenci. Sıkıntı veren düşlerdi bunlar, o kör dilenci yine bütün zavallılığıyla karşımızda duruyor, sürekli poz değiştiren bizlerin fotoğrafını çekiyordu. Düş boyunca süren bu sıkıcı tekrarlar yüzünden soluğumuz kesilecek gibi oluyordu. Neyse ki çok geçmeden bu dertten yakayı sıyırmayı bilmiştik, ama o tuhaf postacı, tekrar ayaklansın diye geçmişimize su veriyordu sanki. Hemen hemen bütün kentin mektuplarının başına gelen bela bizim mektuplarımıza da bulaşsa hiç düşünmeksizin suçu ona verirdik ve bizi huzursuz etmek için uydurma bir görev aşkıyla mahallede turladığına inanç getirirdik. Bildiğimiz kadarıyla mahallede tek bir mektubun bile kaybolduğu yoktu oysa. Ister istemez suçsuz buluyorduk onu. Gözlerinin derinliklerine inmeden yüzeyselce, ışıl ışıl parlayan masumiyetine bakarak aldanıyorduk. Kafasından geçenleri okumaya çalışmak bize yarardan çok zarar getirirdi çünkü. En akla yakın yolun bu olduğuna kuşkumuz yoktu. Böylesi bir durumda sağduyuyu elden bırakmış olmamızı önemli saymıyorduk doğrusu, sağduyu pahasına da olsa göze almalıydık bunu. Üstünkörü süzmek en iyisiydi, kendimizi olabildiğince uzak tutmalıydık ondan. Bu tavrımız ona yakınlık duymadığımız anlamına gelmiyordu yine de, bizimkisi bir zorunluluğun gereğiydi. Yoksa elimize mektubu bıraktığında teşekkür etmeyi ihmal etmiyorduk hiç, üstelik bu inceliğimize karşılık vermediği halde yapıyorduk bunu. Aslında içten içe istediğimiz bizi böyle yanıtsız bırakmasıydı.Böylece ipleri elimize geçirmiş sayıyorduk.Ağzından çıkacak küçük bir sözcük bile bizi çaresiz bırakabilirdi; bütün korkularımızın yakamıza yapışması uzak bir olasılık olmazdı o zaman. Bu tehlikenin yanısıra, yazgımızı da değiştirebilirdi böylesi bir değişiklik. Bütün kentin yazgısını paylaşmak… hayır katlanamazdık buna. Mektuplarımızın sağ salim elimize ulaşması bırakamayacağımız bir ayrıcalıktı, onun tavırlarında bir değişikliğe yol açmaya niyetli değildik.
Aslında böyle bir endişeye kapılmaları çok yersizdi. Onun bir mektup hırsızı olmadığını bizden daha iyi kim bilebilirdi ki? Meslektaşımız olmasından değil, asıl suçluyu bildiğimizden böyle kesin konuşabiliyorum. Onun tek saplantısı, durmaksızın kendisine mektuplar yazmasıydı, bunun da kimseye bir zararının dokunduğu yoktu. Evinde bir oda dolusu mektup bulunmuş olması onu suçlu gösterecek bir kanıt sayılamazdı bu nedenle. Işin kötü tarafı haksız bir suçlamayla sınırlı kalmıyordu, bizi asıl üzen şey, asıl suçlunun da Posta Teşkilatı’ndan , yani aramızdan biri olmasıydı. Meslek onurumuz bir yana bırakılsa bile kişisel olarak zan altında kalmış olmayı bir türlü içimize sindiremiyorduk. Suçluyu afişe etmeyi düşünmüyorduk yine de. Elimizde dişe dokunur bir kanıt bulunmuyordu çünkü, tahminimiz sezgilerimize dayanıyordu, ama bizi tatmin etmeye yetiyordu bu.
Ikisi arasında şaşırtıcı bir benzerlik vardı, gerçi ayrı ayrı düşünüldüklerinde boyları arasındaki büyük fark gözden kaçmıyordu, yanyana bulundukları nadir zamanlarda bu fark da ortadan kalkıyordu. Yüz hatlarına gelince ise iş daha içinden çıkılmaz bir hal alıyordu, birinin burnu hafif yukarı kalkık duruyor, diğerinin ki dümdüz gidiyordu; göz renkleri farklıydı; suçlu olanın alnı çok genişti, zaten sırf bu özelliği bile suçlu olduğunu kanıtlamaya yeterdi. Böylesi ayrık özellikler taşımasına karşın, yanyana geldiklerinde onları ikiz sanabilirdiniz. Aslına bakılırsa ikisini de pek tanıyan yok gibiydi, bizim tanışıklığımız da göz aşinalığından öte değildi, isimlerini dahi bilmiyorduk. Yalnızca sabahları posta binasında görebiliyorduk onları; belki de bir rastlantıdan ileri geliyordu, ama dağıtım yapmak üzere aynı anda kapıdan çıktıklarını gören olmamıştı hiç. Geç çıkan hemen hemen hep o oluyordu, kuşkusuz bunun altında yatan neden daha kısa boylu olması değildi, gece boyunca kendisine yazdığı mektupların pullarını yapıştırarak, şehiriçi yazan kutuya atması zamanını alıyordu çünkü. Posta binasında daha fazla kalmıyor, hızlı hızlı adımlarla kendini dışarı atıyordu sonra. Gün boyunca ev ev dolaşıyordu ona ayrılan mahalleyi. Evinde sakladığı mektupların herkesçe öğrenilmiş olması eski gücünü azaltmıştı, daha çekingen olmuştu, teşekkürlerimizi yanıtsız bırakması bir yana, yüzlerimize de bakamıyordu artık. Yaptığı her hareket dile gelip onun suçluluğunu duyuruyordu sanki, saldırgan olamıyorduk yine de, korktuğumuz halde bağlanmıştık ona.
Huzuru kaçmıştı, evini soydukları yetmezmiş gibi, ne yüzle bunu bütün kente duyurmuşlardı akli almıyordu bir türlü. Sokakta yürüyemez olmuştu, ne zaman kafasını kaldırsa insanları kendisine bakar buluyordu. Bu huzursuzluğunu eve de taşıyordu, bize bile güveni kalmamıştı, ne yapsak yaranamıyorduk ona. En sevdiği yemekleri hazırlıyorduk, ama o tek bir yiyeceğe el sürmeden yatak odamıza çekiliyordu. Çaresiz, bu durumda sessiz kalıyorduk, çünkü çok sarsıldığı kuşku götürmezdi, son birkaç gündür yılların alışkanlığını terketmiş, mektup yazmaz olmuştu. En son yazdığı mektupları da postacı o gün eve bırakmıştı. Onlara da hiç göz atmamış olması yaşadığı bunalımın ne denli ciddileştiğini gösteriyordu. Yaklaşık bir saat sonra salona döndüğünde yüzü sapsarı kesilmişti. Hiç durmadan koşar adımlarla banyoya yürümüş, arkasından kapıyı kapar kapamaz tuhaf bağırma sesleri gelmişti banyodan. Telaşla yanına yetiştiğimizde, eli alnında lavobaya kustuğunu görmüştüm. Midesini iyice boşaltıktan sonra banyodan çıkıp mutfağa girmiş, açık kapıdan balkona geçerek korkuluğa yaslamıştı bacaklarını. Havada bunaltı veren bir nem vardı, neredeyse zor soluk alıyorduk. Yaz çok sıcak geçiyordu o yıl, üzerimize çöken ağırlık bizi bütün işlerimizden alıyordu. Onu hasta kılan da bu korkunç sıcaklardı belki. Üstelik hepimiz de rahat uyku uyuyamaz olmuştuk, üzerimize çektiğimiz incecik çarşaflar bile çıplak vücutlarımızı ter içinde bırakmaya yetiyordu. O gecenin de böyle geçeceğine kuşku yoktu, gözlerimize bir damla olsun uyku girmeden sabahlayışımızı içimize işlemiş bir gelenek saydık bu nedenle. Hiç sorun etmedik bunu, ağrıdan çatlayan başımızı , alev alev yanan gözlerimizden taşan güne başlama isteksizliğini görmezden geldik. Göz kapaklarımızın ağırlığı bizi baygın baygın gezdirirken dış kapının açılıp kapandığını duyduk. Sapsarı bir halde işe gitmişti anlaşılan, ama akşam eve döndüğünde hastalığından eser kalmamıştı, yüzünde göz alıcı bir dirilik vardı, elinden bırakmadığı beyaz bir zarftan gözünü ayırmıyordu hiç. Bakışlarını bizden yana çevirmişti, mektubuna yanıt geldiğini söylüyordu. Yaşamı boyunca, başkası tarafından postaya verilmiş bir mektup almadığından sevincine diyecek yoktu.Masanın başına geçtiğinde hala bize bakıyordu, “Başlamalıyım, gecikmeden yazmaya başlamalıyım,” dedi.

15 HAZİRAN
Merhaba,
Benliğimi benden alıp uzaklara taşıyan bir güç olmalı diyordum eskiden, beni ben’den yoksun bırakan bağışlanmaz bir güç. Yakarılarım yalnızca Tanrı’ya değildi bu yüzden, kurtuluşumu bana bağışlayacak bir ‘kendim’ vardı, çoğu zaman onda arıyordum huzuru, onunla konuşuyor, ondan yardım diliyordum.Dünyaya gözümü her açışımda çevremi kuşatan bir yanlızlıkla karşılaşıyordum yanlızca; varoluşum ancak yoksunlukta soluk alabiliyor, peşine düştüğü şeyin farkına varmıyordu. Aslında bunun da fazlaca bir önemi yoktu, kovaladığı değil, kaçtığı şey yollara düşürmüştü onu: Insanlar! Bilirsiniz, ne korkunçtur şu tuhaf bakışlar edinmiş, tuhaf yaratıklar. Onlara bakıyordum ve nefretimi ayağa kaldırmaya yetiyordu bu, hiç kuşku duymuyordum, onlara karşı besleyeyim diye Tanrı’nın bana armağanıydı nefret. Buna karşılık sevilmeyi düşlüyordum ölesiye, hem de yanlızca onlara açmıştım elimi, bir kedinin vereceği sevgi durulmamı sağlayamazdı. Dizlerime kapansınlar istiyordum, bu denli bir tutkunun boyunduruğuna girmişti yaşamım.
Belki de var olmanın gereğiydi bu. Herkes varoluşuna başka bir kılıf bulabilir. Tanınmış bir varoluşçu, ‘Var olmaktan korku duyduğum için varım,’ demiş. Siz de kabul edersiniz ki benim korkumun onunkinden aşağı kalır yanı yok, ama ben korktuğum halde var değilim. Var isem bile bundan haberli olduğumu söyleyemem. Bu satırları kimin yazdığını inanınız bilmiyorum. Boş yere kaygıya kapıldığımı düşündüğüm zamanlar oluyor bu yüzden,eğer varlığımdan kuşku duyuyorsam neden üzgünüm ben? Kim için taslanıyorum? Bir başkası adına üzülmeyi kendime yakışık bulmuyorum doğrusu, insanlardan ne denli nefret ettiğimi düşünecek olursanız bana hak vereceğinizden hiç kuşkum yok.Üstelik ben var isem bile şu an nerede bulunduğumu biliyor değilim. Aynaya baktığımda gözüme görünen yüzün, insanların gördükleri yüzden apayrı olduğuna inanıyorum. Kendimi tepeden tırnağa süzüyor ve ‘hayır bu ben değilim, boyum daha uzun olmalı,’ diyorum içimden. Zaten beni var kılan da -tıpkı o sözünü ettiğim varoluşçuda olduğu gibi- kendimi iknaya çalışmam. Aksi halde kendimi uzun boylu duyumsamazsam , hiçbir direniş göstermeden, var olmadığımı kabul ederdim. Bu sayede ayakta kalabiliyorum, daha uzun boylu olmam gerektiğine yönelik sanıma borçluyum varlığımı. Beni anlıyorsunuz değil mi? Tutunduğum ipin ne denli zayıf olduğunu nasıl anlatabilirim başka? Zaman geçtikçe benim değil de, boşluğun ağırlığıyla eziliyordu, bir bir yitiriyordu liflerini. Eğer mektubunuzu almasaydım uçuruma yuvarlanmam an meselesiydi. Aslında böylesi bir durumu anlatabilmek için ‘yuvarlanmak’ yerine ‘boylamak’ fiilini kullanıyorlar nedense. Oysa ben boylamaktan ölesiye korkuyorum, böyle bir deneyim yaşamama karşın, hiç kuşkum yok, varlığımdan en fazla uzak kalacağım, daha da kötüsü varlığımı yitireceğim (Aslında bu yitirmek değil, yoksunluğun ayrımına varmak) an, o an olacak. Bu nedenle özenle kaçınıyorum bu sözcükten. Üstelik hakkım olmadığı halde sizden de aynı özeni göstermenizi dileyeceğim. Varlık sorunu hepimizi birbirimize bağımlı kılıyor çünkü. Siz o korkunç sözcüğü ağzınıza dolayarak başka birinin varlığını tüketiyor olabilirsiniz. Düşünsenize, siz var değilsiniz belki de, soluk alıp konuşmakla kimi yaşıyorsunuz biliyormusunuz? Ve asıl varlığı sonlandıracak bir tüketmeyi kimin pahasına yapıyorsunuz?
Bunların zor sorular olduğunu kabul etmeliyim, ama bunun gerçekliği – ne denli kuşkulu olursa olsun- aklınızda bulunsun. Başkaları için bu sorunu dert etmeyeceğimi tahmin edersiniz, yalnızca kendi varlığımı düşünüyorum ben, varlığım sizde yaşıyorsa eğer onu uçuruma boylamaktan kurtarmak için elinizden geleni yapın lütfen! Insanları nefret edercesine sevmeyen birisinin onlardan birisine yalvarıda bulunması, yerine getirilmesi güç olacak yardımlar dilemesi büyük bir yüzsüzlük, bunu bilmiyor değilim, ama sizi onlardan ayrı tutma yürekliliğini göstermesem de, mektubunuzu okurken ürperdiğimi söylemeliyim. Sanırım bu ürpertinin bende bıraktığı tuhaf duyarlıktan güç alarak böyle cüretkar olabiliyorum.
Şu an yazmakta olduğum mektuptan, yıkımlarımın geçmişte kaldığı sonucunu çıkarabilirsiniz. Sürekli olarak geçmişe yüklendiğimin farkındayım, algılamanız haksız değil yani. Kuşkusuz her yargıyı aklımdan geçenlerden seçerek düşürüyorum kağıda, ama bu seçimde bilinçli olduğum söylenemez. Demek istediğim, her cümlede kuşku götürmez bir içtenlik var. Yine de beni yanlış anlamanıza neden olacak yanıltmaları bağrında taşıyor bu yazı. Yaşamım boyunca aldığım tek mektubun (Aslında bu itirafı yapmayı düşünmüyordum doğrusu, ama yazının böylesi rotasız ilerlemesi bunu zorunlu kıldı) beni varlığımla buluşturduğu sonucunu çıkarmanız olası. Ben bile -belki de mektubunuzun etkisinden hala kurtulamadığımdan- yer yer inanç getiriyorum buna. Oysa aklımdan çıkarmamam gereken bir gerçek var, bu mektup yanlızca kaçınılmaz bir yok olmayı önledi, bundan yola çıkarak mektubunuzun aynı zamanda beni var ettiği sonucunu çıkarmam hayalcilik olur. Çünkü ben büyülenmeyi iyi bilirim, binlerce mektubu sahiplenirken de tıpkı şu an olduğu gibi başka bir varlığın gözlerinde buluyordum kendimi. Oysa biliyorum ki (ve biliyordum) büyü bitecek, boyum yeniden kısa gelecek insanlara, yeşil bir Ay’ın doğruluğuna kafa yormaya bile değmez…Tanrım! Ne korkunç şey uyanık düş görmek…ne korkunç…ne korkunç…Var değilim ben, aldanıyorum.
Sizi kıracak değilim,
adım BÜYÜ olsun

Onu takip etmek düpedüz çılgınlıktı. Elimize ne geçecekti ki? Tahminlerimizi doğru kılmak adına, bir postacının peşinden sokakları arşınlamak, bizi görür endişesiyle duvarların ardına gizlenmek…aklımızı başımıza toplamalıydık.Gerçeği öğrenmeyen kalmamıştı neredeyse, bize gelince, bir kırıntı olsun kuşku taşımıyorduk. En iyisi onu kendi haline bırakmaktı. Birkaç mektuptan yoksun kalmamızdan ne çıkardı ki! Ama yine de kendimize engel olmamıştık işte. Posta binasının tam karşısındaki durakta oturmuş, beklemeye koyulmuştuk onu. Yaklaşık yarım saat önce binadan içeri girdiğini görmüştük, çok geçmeden kapıda belirirdi. Bir süre daha bekleyebilirdik. Hem sıkılmıyorduk da, hava bütün sıkıntılarımızı unutturacak denli güzeldi. Baharı aratmayacak ılık bir rüzgar vuruyordu yüzlerimize; güneş olması gerekenden daha fazla yükselmiş, neredeyse bütün kenti sokaklara dökmüştü. Önümüzden geçen herkesi tepeden tırnağa süzüyor, kendimizi gencecik kızların göz kamaştıran güzelliklerine kaptırıyor, daha bir alıcı gözle bakıyorduk onlara. Ama dikkatimizi en çok çeken, akşamdan kalma olduğu hemen anlaşılan haki paltolu, saçları kir pas içinde kalmış pejmürde biriydi. Bu haliyle insanın üzerinde anlaşılmaz bir hayranlık duygusu bırakıyordu. Eğer orada bulunmamızın nedeni olan kısa boylu gösterişsiz adam kapıda görünmese, üzerimize yıkılan hayranlığın peşine düşecektik; ama o omzuna attığı mektup dolu çantayla kalabalığa karışmıştı bile. Bunca beklememizi boşa çıkarmak istemiyorduk. Hızlı hızlı adımlarla karşı kaldırıma geçtik. Birkaç metre önümüzde yürüyordu. Arkadan görebildiğimiz kadarıyla, ne sağa ne sola bakıyor, kafasını yerden kaldırmadan yol almasından içine düştüğü durum anlaşılıyordu bize göre. Kentin meydanına bakan köşebaşına kadar öylece yürümüş, oradan sağa, aşağıya doğru vurmuştu. Tam köşeyi döndüğü sırada profilden görebilmiştik onu. Insanların sağ profilden farklı, sol profilden farklı göründüklerini duymuştuk daha önceleri. Onun sağ profilinde de başka bir yan vardı, ama bu başkalık sol profiliyle ilgili bir başkalık değildi sanki. Onu defalarca kez gördüğümüz halde hiç böyle görünmemişti bize. Bir an için gözümüze çarpan yüz ona ait değil gibiydi. Yanlış kişinin peşine düştüğümüz kuşkusu içimize düştü ister istemez. Yine de peşini bırakmış değildik, üstelik enseden bakıldığında devam etmememize neden olacak bir tuhaflığın olmadığı anlaşılıyordu, düpedüz oydu işte, kollarını tıpkı onun gibi bir ileri bir geri salıyor, ama en tepe noktaya çıktıktan sonra orada gereğinden fazla bekleyen ve birdenbire aşağıya kayıveren bozuk bir saat kadranını andırıyordu bu haliyle. Biz bunları düşündüğümüz sırada, gösterişli bir törenle kentin tam merkezinde birkaç gün önce açılmış olan kuruyemişçiye girmiş, ne yapacağımızın kararsızlığını yaşarken dışarıya çıkmıştı birkaç saniye içinde. Hiç durmadan geldiği yöne geri dönmüş, yine başını hiç kaldırmadan yanımızdan geçmişti. Neden geri döndüğünü anlayamamıştık. Posta binasında birşey unutmuş olabilir miydi acaba? Ama olsun yine de onun peşini bırakacak değildik. O köşeyi dönünce biz de dönmüş, sokağın karşı yakasına, otobüs durağına doğru yöneldiğini görmüştük. Durakta bekleyen otobüsün arkasından kaybolmuştu sonra. Koşar adımlarla karşı kaldırıma geçmiştik, otobüsün arkasından dolanıp, biletlerimizi atarak, onun gerisinde kalan çapraz taraftaki çift koltuğa oturmuştuk. Otobüs hareket etmeye başlamıştı bu sırada. Yanımızdan akıp giden binalar bir çırpıda geride kalıyordu, ama camdan dışarı hiç bakmadan yalnızca ona dikmiştik gözlerimizi.
Otobüs birkaç sokak döndükten sonra ilk durakta durmuştu. Burası onun mektup dağıtımı yaptığı mahalleydi. Oysa o kılını bile kıpırdatmadan öylece duruyor, inmeye niyetli görünmüyordu. Üç yolcu apar topar basamakları inip dışarı çıkmıştı; kapı mekanik bir sesle sertçe kapandıktan sonra hareket etmeye başlamıştık yeniden.
Normalde inmesi gerektiği halde inmemiş olması keyfimizi yerine getirmişti.Çünkü kuşkularımızın yabana atılır yanı bulunmadığını kanıtlıyordu bu, emeklerimiz boşuna değildi anlaşılan. Böylece üç durağı daha onun saygı uyandıran kımıltısızlığıyla geçirmiştik. Şehirlerarası otobüs terminaline yaklaştığımızda ise ayağa kalkarak kapıda beklemeye koyulmuş, bunun üzerine bizde yerimizi terkederek soluğu onun yanında almış, kapı açılır açılmaz terminal duvarının önünde uzanan kaldırıma ayak basmıştık hep beraber. Ama ona bu denli yakın durmamamız gerektiğini biliyorduk. O nedenle orada bir süre bekledikten sonra onun sekiz on metre gerisinden yürümeye başlamıştık terminal binasının girişine doğru. Neden buraya geldiğini kestiremiyorduk bir türlü. Soyunduğumuz işi sonuna kadar götürmekte kararlıydık yine de. Bakışlarımızı ondan ayırmıyorduk hiç, kalabalığın içine karışmış, güç bela seçiliyordu.Yapıdan içeri adım atmamız birkaç dakikayı bulmuştu, onu hala kaybetmiş değildik. Hızımızı değiştirmeden yürümeyi sürdürmüş, böylesi işlek bir işletme için dar sayılabilecek bir koridoru geçtikten sonra bekleme salonunda almıştık soluğu; salonda çok geniş U biçiminde metalden banklar yanyana sıralanmıştı. Bütün U’ların açık tarafları dışarı, yapının dış cephesi olarak yapılmış yekpare camlara bakarken, kapalı tarafları duvara yaslanmıştı. O, sıradaki ilk banka, kahverenkli saçlı bir adamın hemen yanına oturmuş, çantasını omuzundan indirerek dizlerine yatırmıştı. Biz ise onu tam yandan görebilecek biçimde ikinci banka oturmuştuk. Bekleme salonu pek kalabalık sayılmazdı, arkamızda kalan dip tarafta daha bir seyrekleşiyordu insanlar. Ilk bankların o denli tenha olmaması işimize geliyordu, böylece bizi farketmesi güç olacaktı. Gerçi sabahtan beri etrafını gördüğü yoktu, ama tedbiri elden bırakmamak gerekiyordu yine de. Bu nedenle çok dikkatli bakmamız da doğru değildi aslında, her an kuşkuya düşmesi olasıydı. Evet, yaptığımız işe daha fazla özen göstermeliydik. En doğrusu sezdirmeden izlemekti onu. Başlarımızı dışarıdan yana çevirip, yan gözle baktık, düşünüyordu:

Ikizleri bekliyorum şimdi burada. Ne biliyorsam yaşanmışlardan, neleri duyduysam, gözlerim hangi görüntüler karşısında dehşete düşmüşse, ne anlatılmışsa eski yada yeni masallardan, kimler sağ koluma, kimler sol koluma çarparak umursamazca yoluna devam etmişse…hepsini anlatacağım ikizlere. Sonra, bakışlarımı uzatıp, ikizleri anlatacağım ikizlere. Onları nasıl düşlediğimi, imgelemimde nasıl kanlanıp canlandıklarını çıtlatacağım kısa boylarının utancına.Boyları kısa mı gerçekten? Bir falcının kehanetinde olma yolunda mı yoksa gün be gün kısalarak? Bunu hiç bilmiyorum. Ikiz olduklarını bildiğimi de söyleyemem, yanlızca bir imgelem belki, ama ben yine de bekliyorum ve geciktikleri için de kızgınlığım artıyor her geçen dakika. Gözlerimi sol çapraza, yapının dış kapısından gelen koridorun girişinin olduğu yöne çeviriyorum bu yüzden, ikizlerin ancak oradan gelebileceği gibi bir düşünce beni ayakta tutabiliyor çünkü. Aksi halde, birden fazla, onlarca, hatta yüzlerce delikten gelebilme olanakları olsaydı delirmem içten değildi. Öte yandan böylesine seçeneksiz olma huzuru da yatıştırmaya yetmiyordu beni, benim gökyüzüne kanat açan yüreğimi; kuşkum yanımdan ayrılmıyor hiç, aklımdan geçirdiğim onulmaz beklenti yanlızca imgelem olabilir. Yo hayır! Ikizlerin geleceğini biliyorum. Bunu düşlemiş olsam da böyle bir şeyin gerçekliğinden kuşku duymak akıldışı geliyor bana. O halde n’apıyorum ben? Neden bütün insanları birbirine benzemez ve uzun boylu algılıyorum? Tamamen düzmece bir duyarlık olabilir bu. Böylesi bir yanılsamanın beni sürükleyeceği düş kırıklığında yitirdiklerimi düşünmek ne korkunç! Gözlerimin önünde ellerimden akıp gidenleri, yanılgıya düşmüş biri olarak kaçırılırcasına kendimden ayrı bir yana çekilişimi, o yanılgının sonucunda, ete kemiğe bürünmüş imgenin saçlarımdan (- saçlarımın uzadığını duyumsuyorum) yakalayarak beni ürperten dokunuşunda suçlaması, uyandırarak imgelememe döndürmesi yeniden…Tanrım! Bir örnek iki insanın görüntüleri belirir belirmez o bağışlanmaz -kuşkucu- ihanetim yüzüme çarpılmaz mı o zaman? Ne pahasına olursa olsun hala burada, terminalin bekleme salonunda çelik bankta kımıltısız oturuyor olmam tam bir delilik! Zaman kaybetmeden çekip gitmeliyim buradan, şimdi birdenbire karşıma dikildiklerinde, imgelememi yok saydığımı nasıl anlatırım gözalıcı mavi pantolonlarıyla mavi saçan kısa boylu ikizlere? Içine düştüğüm korku yersiz olabilir, pantolonlari mavi renkte olmayacak belki de. Korkmak… Tanrım neler geçiyor aklımdan! Bunu istemiyor muyum ben? Onları karşımda bulmayı capcanlı, ne pahasına olursa olsun. Hayır, olacakları kestirecek gücüm yok, gitmeliyim buradan, bütün ağırlığımı geride bırakarak, hafifleyerek varlığımı silmeliyim bu ürkütücü mat yapının uzamından. Durmaksızın gitmeliyim, usul usul geldiklerini duyuyorum, şu duvarın ardındaki koridorda birbirlerine bakmadan koklaya koklaya yaklaşıyorlar bana. Birbirlerine bakmak istemiyorlar, sırlanmış her maddeden, aynadan nefret ediyorlar çünkü. Sözcüklere dökülemeyecek denli uzlaşmaz bir nefret bu. O halde bana nasıl bakacaklar? Onlardan farksız olmadığımı, aynı bakışların altında aynı seslerle uluduğumuzu, birörnek olduğumuzu gizleyecek değilim, bunu bilmeyen yok nasılsa. Ama bildiklerinin ayırdında değiller ne yazık! Yine de böylesi bir kaygıya fazlaca kafa yormamak gerek. Beni aramaya yollara düşen varlığımı düşünmeliyim şimdi. Aslında biliyorum, onların arasına katmış kendisini beni arıyor, ama o yolcudan ne ikizler ne ben haberliyiz. Tuhaf olan ise -yıllar boyu onu beklememe karşın – bu habersizlik anlatılmaz bir huzur veriyor bana, kaçak yolcunun ayırdına varamayışımla yatışıyorum.Bir de sırlanmış olmanın verdiği yansıtma korkusu olmasa! Bütün dinginliği dağıtacak denli tehlikeli bu, bana baktıklarında karşılarında duranın ayna olmadığını anlayacaklar hemen. Yine de o bir türlü tanımlanamayan ayna fobisinin bütün benliklerini etki altına alacağı gibisinden ürkütücü bir düşünce kafalarından silinmeyecek. Bakacaklar ve karşılarında duranın bir yabancı olduğunu görecekler dehşetle, ama kendileri de yabancıdır (o halde gördükleri kişi kendileri olmalı), bedenleri, imgelemleri bambaşkadır, tanınmazdır. Olur olmaz yerde başlarını göğe kaldırıp, gözleri yuvalarından çıkarcasına hummalı bir arayışa girişmeleri, orada gerçek ‘kendi’ lerini aramaları, bulamayınca da son bir umutla aynaya bakmaları başka nasıl açıklanabilir ki? Evet asıl olanın karşıdaki yabancıda olmaktan öte, kendine yabancı olmakta yattığının ayırdına varıyor üçüzler (üçüncü yolcu beni aradığından kuşkusuz benden ve ikizlerden farksız) ve ellerindeki kırmızı ciltli yıpranmış deftere, okunmasına olanak olmayan bir el yazısıyla, aradıklarının müjdesini veriyorlar ilk olarak. Defter onları anlıyor, sayfanın en altınıda ayırıyor onlara.”Başladı, yolculuk başladı, ” diye not düşüp, peşime kolay bulunmayan cinsten parkeli bir yol imgeleyerek, koklamaya, beni koklamaya başlıyorlar. Yanlarında ben de varım, beni arıyoruz biz üçüzler. Biliyoruz ki çelik bir bankın üzerine kurulmuşum ve imgelememin ete kemiğe bürüneceğine yeterince inanç getirmemişim hala. Ne büyük ahmaklık! Hızlı hızlı yürüyoruz, geliyoruz, beni bulacağız işte. Oysa ben hala korku içinde bekleşiyorum, mavi pantolonlu cüce ikizler sanıyorum onları, nasıl bilmem üç kişi olduklarını. Bunu bilmiyor olmam, orada parkeli yolda yürüyen ‘ben’i , burada kendi içimde duyumsamam ne büyük yanılgı! Peki burada, bankın deliklerinden bacaklarına yayılan serin havayı iliklerinde dolaştıran, ürperen yüzünün kıvrımlarını, gözlerinin rengini bilemediğim ve elime bir ayna geçmediği sürece hiç bilemeyeceğim, siyah rugan ayakkabılarını mozaik zemine yapıştırdığı gibi bakışlarını da aranırcasına çevreye yapıştıran mavi pantolonlu adam kim? Kesin olan şu ki ben değilim, olamam, yakınlarda bir yerde ikizlerle birlikte beni bulmak peşindeyim, parke taşları arasından fışkıran çimenlere basa basa ilerliyoruz üçümüz de. Sol tarafımızdaki karayolunun şehir kokusu veren gürültüsü altında birbirimizi işitemiyeceğimizi bildiğimizden konuşmuyoruz hiç. Zaten konuşma yetimizin olduğundan da kuşkuluyuz. Boydan boya camlarla kaplı, sonunu göremediğimiz görkemli yapının cephe kısmının en tepesinde duran tabelada yazılanları okuyamayışımızı da buna bağlıyoruz. Ama arkası kesilmeyen otobüs geçidinden anlıyoruz ki burası şehirlerarası otobüs terminali. Telaşla koşturan insanların arasından hızlı adımlarla geçerek, dış kapının karşısındaki koridoro dalıyoruz. O anda yapayanlız kaldığımızda gürültünün birdenbire boşluğa düşercesine silinip gitmesine güvenerek, ikizlerin beni duyumsadıkları kanısına kapılıyorum, ne var ki çok geçmeden bu sanımın ne denli boş ve saçma olduğu ortaya çıkıyor, yanlızca ikizlerin adım sesleri kulağıma gelince kalan son umudumumu da yitiriyorum. Yine de beni ayakta tutan hırsımı, define arayıcısı coşkumu korumam gerektiği bilinciyle, kısa boylarına aldırmadan koşturan ikizlerin peşlerinden ne pahasına olursa olsun ayrılmıyorum. Arkalarından uysalca yol alırken, havada asılı kalan suskunluklarına, koridorun bir ucundan diğer ucuna kadar yayıldığı anlaşılan leylak kokusuna çarpıyorum. Bu denli uyarıcı bir kokunun yanlızca benim başımı döndürmeyeceğinin, bu çarpmaya hiçbir ölümlünün kayıtsız kalamayacağının kaçınılmazlığına inandığımda ikizlerle bütünleştiğimi ayrımsıyorum ve sağ tarafımızdaki sarı plastik boyalı duvarın ardındaki bekleme salonunda çelik bankın üzerinde oturan mavi pantolonlu adamın yanında, kahverengi, bakımlı saçlarıyla hemen dikkat çeken iyi giyimli adamı aradığımızı anlıyoruz az sonra.Duvarı yırtarak bize kadar ulaşan titreşimden okuyoruz bunu. Küçük puntolarla yazılı bir tarihi romana gömdüğü başını hiç kaldırmıyor, kafamızdan geçirdiğimiz satırları okuyor; kitaptan uzaklaştığını, okuduğu cümlelerin avuçlarında duran sayfada yazılı olmadığını ayrımsayınca kendisinden kuşku duymaya başlıyor dehşete düşerek. Suçlu bulmak ister gibi soluna, mavi pantolonlu adamın ifadesiz dümdüz yüzüne bakıyor. Banka oturduğundan beri -dirsek dirseğe oturuyor olmalarına karşın- ilk kez gördüğü bu yüz tanıdık geliyor ona, ama sezgilerinin onu yanılgıya düşürdüğünü adı gibi biliyor. Yine de adama bakmaktan alamıyor kendini. Bir süre daha öyle kalınca, ifadesiz sandığı yüzün beklenti içinde koridora açılan girişe bakındığını ayrımsıyor. Adını koyamadığı bir dürtü onu ayağa kaldıracak gibi oluyor, hemen yanıbaşındaki adama “Beni beklediğinizi biliyorum, ” diyebilmek için ayağa kalkmanın saçma ve gereksizliğini ayrımsadığı için kendisini kutluyor sonra. Bir burukluk duyuyor yine de, hareketsizliği bir yana, suskun kalışını bağışlamak gelmiyor içinden. Koridorun ardından yaklaşmakta olan bizleri bir damlacık olsun duyumsamadan, sol kolunda hafiften bir ısı bırakan mavi pantolonlu adam büyülüyor onu yanlızca, konuşmak istiyor benimle. Ya da ben öyle sanıyorum, sıkıcı kitabından kurtulmuş biçimde bütün dikkatini bende toplayarak yan yan bakıyor olması, gözlerini hiç kaçırmadan dokularına ayırırcasına mavi pantolonumu incelemesi, -kahverengi saçları hesaba katılmazsa- bana benziyor olması…onu ele veren kanıtlar olarak gösterilebilir mi bunlar? Sanmıyorum, benimle konuşma isteği örtüsüz mimiklerinde değil, varlığımı kendisine doğru çağıran çekiminde saklı. Benim durumumda olan birisi için bunu anlamakta ayrıca bir çabaya gereksinim duyulmuyor, kendiliğinden kavrıyorsun gerçeği. Kaldı ki ikizlerin yaklaşmakta olduğunun haberini veren, onların varlığını buraya taşıyan, onlara benzeyen, benzemek ne demek, ayırtedilmesi olanaksız bir yanı var. O halde… O halde beni arıyor olmalı. Kuşkusuz öyle. Ben burada benliğimin labirentlerinde kaybolmuşsam, kendimi buradan kovulmuş, yok sayıyorsam, ikizlerin ardısıra yürüyen görünmezliği ‘ben’ sayma yürekliliğinde bulunuyorsam, dudaklarımız aynı incelikte, bakışlarımız aynı arayışın (beklentinin) pençesine düşmüş ise, habersiz bir imzalamayla yazgımı teslim etmiş, sonunu kestiremediğim bir çatala dalmayı ister istemez kabul etmişim demektir. Şimdi daha iyi anlayabiliyorum ki, imgelememi bekleye dururken, gözleri öylece mavi pantolonumda kalan adamı bekletiyorum boş yere, gerçek olan yanlızca bu. Ama o da beni beklentiye sokmaktan geri durmuyor, hiç kuşkum yok ki bilerek yapıyor bunu, suskunluğunu korumakta anlamsız bir direniş gösteriyor. Yanıma iyice sokulup herşeyi ama herşeyi açıklayarak gizlilikten kurtarmak yerine yanlızca bakmakla yetiniyor. Bunu neden yapıyor? Hiç bilmiyorum. Böyle suskun kalıyor olması, artık hiç gereği kalmadığı halde imgelememi de canlı tutuyor, birbirlerine bakmadan yürümeyi sürdüren ikizlerin adımları kulağıma geliyor, silkeleniyorum ve bütün dikkatimi koridora açılan girişe veriyorum yeniden. Dinliyorum, dipdiri devinimleri imgelememi yaratı hayaller olmaktan çıkarıyor, imgelememimde ikizlerin ardını bırakmayan ‘ben’i canlı kılıyor bu. Soluksuzluğumu, saydamlığımı atıyorum üzerimden. Ikizlerin arkasından yürümeyi sürdürürken koşutluğun ayırdına varıyorum bir kez daha, gövdeme kan doluyor işte, ete kemiğe bürünüyorum. Elimi uzatıyorum, gerçi biliyorum çok uzaktayım, değemem o bakımlı kahverengi saçlara, kendime neden bu denli uzağım? Saçlarımı tutabilmek neden olanaksız görünüyor bana? Elimi uzatıyorum yine de umarsızca, ikizlerin alınlarına dökülen koyu perçemlere dokunabiliyorum ancak, bir kahverengi ışıltı ilişmiyor gözüme. Anlıyorum ki ilk kez görüyorum ikizleri, o gözleri, o mavi pantolonları, siyah rugan ayakkabıları, rengi seçilemeyen saçları. Onları da ürpertiyor uyandıran elim, anlıyorlar yanlız değiller, biri var enselerinin rüzgarında. Geriye hiç dönmeden koridorun sonunda beliren parlak florasan ışığa yürüyorlar yine de. Onlardan ayrı düşmüyorum kuşkusuz, birlikte yürüyoruz. Yaklaşıyoruz, ‘ben’i duyuyoruz korkunç adımlarımızın yürümesinde, duvardaki sırlanmışlıkla sarsılıyoruz, aynaya bakıyoruz.

Aynaya bakıyoruz. Bahçedeki kımıltılar evin içine doluyor, dut ağacının yaprakları güneş ışığından güç alarak ağır ağır akıyor, siluetleri düşüyor aynaya. Rüzgar orada sallandırıyor onları. Bu salınışlar yüzünden aynadaki ışıltılar sürekli yer değiştiriyor, gözlerimiz ne zaman kamaşacağını bilemiyor böylelikle. İkimiz de aynaya bakmaya devam ediyoruz, ama farklı şeyler ilişiyor gözlerimize, o ellerimi görüyor benim, ben onun saçlarını. Sabun kokan ıslak saçlarına tarağı geçirdiğimde yaprakları tarıyorum sanki. Hemen oturduğum tabureden kalkıp pencereyi kapıyorum, yaprakları dışarı atmayı istiyorum çünkü. Huzura ermiş biçimde tabureye oturuyorum yeniden. O hâlâ aynanın karşısında ayakta bekliyor. Oturduğum yerden sırtına abanarak komodine uzanıyorum, tarağı alıyorum elime, bu kez saçlarını tarıyorum yalnızca, tek bir yaprak yok. Aynaya bakıyoruz, gözlerimiz kamaşmıyor artık, rahatça tarıyorum kızımın dalgalı saçlarını. Sarsılmaz tasa bilmez bir durgunluk sarıyor bedenlerimizi. Tarağı kaküllerine geçirip ensesine kadar indiriyorum, toplanan sular boynuna akıyor. Ses çıkarmıyor yine de, ne bir sızlanma ne de ağlama. Taranmaktan hoşnut kaldığı belli. Birbirimize bakmadığımız halde gözgöze geliyoruz ansızın.
Dış kapının açılıp kapandığını duyuyoruz tam bu sırada. Salondan tıkırtılar geliyor sonra, ardından kulaklarıma dek ulaşan derin solumalar. Ayak seslerinin yaklaştığını duyuyoruz, gitgide yaklaşıyorlar bize. Bulunduğumuz odanın duvarının dibinde duruyor sanki. Kapı açılıyor yavaşça, aynaya bakıyoruz, hemen sağ tarafında kalan kadifeden sandalyeye bırakıyor çantasını, bakışlarını aynadan yana çevirerek yansımızı süzüyor. Biz de gözlerimizi ayırmıyoruz ondan, yüzünde deva bulmaz bir yılgı okunuyor, boyunun gözle görülür biçimde kısaldığını ayrımsıyoruz. Bunu şaşırtıcı bulmuyoruz hiç, ama yine de aynanın yanıltıcılığına veriyoruz herşeyi. Ağır adımlarla ilerleyip sol tarafımızdaki yatağa oturuyor. Onun başkalaştığına yönelik sanımız hortluyor, boyunun kısalaştığına inanç getiriyoruz yeniden. Göz ucuyla baktığımız halde bu değişimin farkına varabiliyoruz. Anlıyoruz ki ne yaparsak yapalım boyu kısalmış göreceğiz onu. Zaten bu yanlızca gözlerimiz için bir değişim sayılabilirdi. Gerçekte onun bu denli kısa olduğunu bilmiyor değildik, geçmişte onu olduğundan daha uzun algılamak bile bile düştüğümüz bir yanılgıydı, ama onu bir gün böyle, aldanmamızı doğrulayacak biçimde bulmayı beklemiyorduk doğrusu. Zaman gelecek algıladığımız gibi uzun olacak diyordu içimizdeki bir ses. Yanılgımızı çöpe atacaktık o gün. Bilerek yanılgıya düştüğümüze yönelik düşüncemizin asıl büyük yanılgı olduğunu kabul edecektik. Oysa sezgilerimiz boşa çıkmıştı, boyu uzayacağı yerde yanılgımızı doğrulayacak biçimde kısalmış, gözlerimiz şaşkına dönmüş, derin bir düş kırıklığı bırakılmıştı içimize. Soluduğumuz günün bir bitiş olduğuna inanmaya başlamıştık. Boyundaki gözle görülür kısalma bir başkalaşma olarak yansımıştı yüzüne. Tükenmişti. Onu uzun kılan umutlarıydı sanki, yıllar yılı umutlarından çevreye saldığı enerji, kaynağını yitirince sıradan bir insan olup çıkmıştı. Nasıl tükenirdi bu sonsuz umut? ‘Kendi’ni aramaya adadığı onca çabaya karşın nasıl olmuştu da eli boş dönmüştü? Anlamıyorduk bir türlü, son denen şey buydu galiba. Evet kuşkusuz öyleydi, bunun ayrımına varabilmek için gözlerinin içine bakmak yeterdi. Bilinmezlik kovulmuştu bu odadan. Nereye dönsek gizlilikten kurtulmuş bir gerçek çıkıyordu karşımıza. En çok da onun bedeninde oluyordu bu. Üstelik geldiğinden beri oturduğu yatakta kımıltısız kalarak hemen hemen hiç konuşmamış, yanlızca bir ara pencereye dönerek, ” Bu havalarda tuhaf bir şeyler var, ekim ayını yaşadığımıza kuşkuluyum, sanırım aldatılıyoruz,” demişti. Ama yine de bir yalvaç havası veriyordu insana. Bütün suskunluğuna, göz alıcı ışığını yitirmesine karşın etkisi azalmamış, yanlızca değişik bir yüz bulmuştu kendisine. Edindiği bu yeni yüz ürküntüye sürüklüyordu bizi, üzerinden çekilip giden zırh (umuttan yayılan ışık) onu başka biri olarak bırakmıştı geride. Bir an aramızda bir kan bağı olmadığını düşündüm, onun kızı olmadığımı düşündüm; gözlerimiz uzaklara dalıp gitti, ondan ayrı düşmek düşüncesi içimizi burktu. Aynaya baktık yeniden, bizi izliyordu, tarakla birlikte gözleri aşağıya doğru kayıyor, sağ elimle beraber yukarı tırmanıyordu sonra. Odada duyulan tek ses tarağın çıkardığı ıslak sesti. Bizim gibi o da soluk almıyordu sanki. Bir süre daha öylece durup izledi bizi. Ama artık sıkılmıştı bu derin suskunluktan. Her iki elini yatağa bastırarak ayağa kalktı, kapıya doğru ilerledi. Kapıya ulaştığında, duvar dibindeki sandalyenin üzerine bıraktığı çantasını karıştırdığını gördük aynadan. Seçtiği bir mektubu alarak yeniden eski oturduğu yere döndü. Zarfı özenle yırttı, içinden çıkardığı sarı kağıdı sesli sesli okumaya başladı:

Dostum,
Bugün fotoğraf makinemi evde bırakarak çıktım dışarı.Ona gereksinim kalmadı artık. Içime doğru akan tuhaf bir bilgeliği sezinliyordum. Daha kapıyı açar açmaz ılık bir rüzgar çarptı yüzüme. Dışarı attım kendimi ve küçük koruluğu geçip tepeye ulaşıncaya değin yaşlı dizlerimin bağı çözüldü. Oradan aşağıya doğru baktım. Göl upuzun uzanıyordu. Sonra dün başıma gelen şey düştü aklıma, nedendir bilinmez bir uğursuzluk olacak korkusuyla dizginledim kendimi, dünü kafamdan kovmaya çalıştım, burada olmazdı, ne olursa olsun aklımdan çıkarmalıydım bunu. Ama bir türlü set vuramadım düşünceme; dün, istemeye istemeye gözümün önünde canlandı: birdenbire elimde fotoğraf makinam olduğu halde gölün kıyısında buldum kendimi. Orada yapabildiğim tek şey yürümekti. Öyle ya yaşlanmıştım artık, üstelik bu bile zor geliyordu bana; her adımda etlerimin sallandığını duyuyordum, sarkarak benden uzak durmak istiyorlardı sanki, toprağın çekimine teslim etmişlerdi kendilerini. Kentte ağızdan ağıza dolaşarak birkaç günde unutulan söylenti doğru muydu yoksa? Ölmüş müydüm ben? Ama ben bunu çok da önemli saymıyordum doğrusu, tasalarımı bir yana bırakıp manzaraya vermiştim kendimi. Gözlerim ufka doğru uzanmış çarpıcı bir görüntüye hazırlanıyordu. Sol tarafımda onbeş metre uzaklıkta adını bilmediğim küçük mavi çiçekler tepeye tırmanıyordu. Onları yakından görüntülemeyi düşündüm, ama oraya kadar gitmeyi göze alamadım, gölün sularına döndüm bu yüzden. Uzun uzadıya baktım, suyun tenini bir süre yalayarak süzüldükten sonra göle inen ördekler ilişti gözüme. Yürümeyi sürdürdüm.Biraz daha yol aldıktan sonra göle daha yakın olma isteğim ayaklarımı o tarafa doğru çekti.Botlarımın içine su sızıyordu artık, yine de yaşlı bedenimi üşütmüyordu mevsim. Durmaksızın içlere doğru adımlıyordum. Birkaç adım sonra diz kapaklarıma kadar girmiştim suya. Daha fazla ilerlemeye cesaretim yoktu, yaşlılığın verdiği güçsüzlük doğaya meydan okuma güdümü almıştı benden. Başımı öne eğip suya baktım, yansım salınıyordu gölün üzerinde. Ama ben yansıma değil de yansım bana bakıyordu sanki. Bütün renklerim suya vurmuştu, Tanrı fotoğrafımı çekmişti benim. Deklanşöre basıp bu mucizeyi görüntülemeyi düşünmedim hiç, biliyordum, Tanrı nasılsa onu cebime bırakacaktı; bakışlarımı göğe doğru saldım yalnızca…

Mektubu yarıda kesip yatağın üzerine bıraktı. Ayağa kalkarken farkettik, gözlerinden kıvılcımlar saçılıyor, içi içine sığmıyor gibiydi. Hemen arkamıza geçip aynaya tuttu yüzünü, bir süre öylece hareketsiz kaldı, elini üniformasının sağ cebine attı sonra, utkulu gülümsemesi aynaya yansıdı. Devinimleri dışına taştı yeniden, arkamızdan çekilip odada volta atmaya başladı, birkaç kez gidip geldikten sonra pencereye doğru yürüdü. Pervazı açıp derin derin soluk aldı. Yüzünü yavaş yavaş bizden yana çevirdiği zaman gözlerinin kapalı olduğunu gördük. Göz kapaklarını usul usul aralamaya başlayınca aynaya döndük yeniden. Bulunduğu yerden bize uzun uzun bakışını aynadan izledik. Dalmıştı. Bizi görmüyordu gerçekte, başka bir dünyayı aralıyordu boş bakışlarıyla. Silkelenerek derin derin soluk alıp vermeye başladı yeniden. Hareketlendiğini gördük; kapıya doğru yöneldi, dışarı çıkarak gözden kayboldu. Elinde beyaz bir kağıtla odaya geri döndü birkaç dakika sonra. Komodinin sol tarafında kalan köşedeki küçük masaya kuruldu. İç cebinden mavi bir tükenmez kalem çıkararak öyküsünü yazmaya başladı:

Aynaya Bakıyoruz
Açık kalan pencereden dolan rüzgarın tül perdeyi havalandırmasıyla belden yukarısı açık seçik görünmeye başlamış, onu suçüstü yakalayan ilk biz olmuştuk. Gerçi tül perdenin dalga dalga akarak tekrar kapanması yüzünden onu görebildiğimiz bütün zaman, zarfı açtığı birkaç saniyeyle sınırlı kalmıştı, ama kentte kulaktan kulağa dolaşan söylentinin asılsız olmadığını anlamamıza yetmişti bu. Yerel gazetelerin baş sayfalarını günlerce işgal eden bıkkınlık verici haberler, anlatılan onca şey dayanıksız değildi demek; koparılan, yarıda bırakılan yazışmalara, yiten sözcüklere, yerine ulaşmayan ilan-ı aşklara, kağıtlara akan mum damlalarına, gözyaşlarına boşuna ağıt yakılmamıştı. Bütün bir kent bilgece sezebilmişti gerçeği. Büyücülerin yerlerinde yeller estiğine göre haykırışları yok olamazdı kuşkusuz, yalnızca gizliliğe tutsak edilmişlerdi, nasıl olsa bulunurdu bir gün. Ellerimizin altından kayıp gidenler avuçlarımıza dolardı yeniden, o zaman dolardı, o muştulu gün, yabancı gözlerin mektuplarımızın üzerinden çekildiği gün…

Ergün Doğan

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir