Babalar ve Kızları / Rock’n Roll Öyküleri – Hikmet Temel Akarsu

1998-2000 yılları arasında art arda yayınladığı dört ciltlik seri romanı İstanbul Dörtlüsü (Kaybedenlerin Öyküsü, İngiliz, Küçük Şeytan ve Media) ile edebiyatımızda farklı bir tınıyı yakalayan, üstelik buna özgün bir isim de (“rock’n roman”) veren Hikmet Temel Akarsu, o tarihten sonraki yıllarda Kayıp Kuşak adlı ikinci bir dört ciltlik seri ve Ölümsüz Antikite adlı bambaşka bir tarzda seri (cyberpunk) yayımlamış ve daha sonra bir süre suskun kalmış, edebiyat medyasında eleştiri yazıları ve denemeler yazarak nispeten durgun bir döneme girmişti. İnkılap Yayınları’ndan çıkan son kitabı “Babalar ve Kızları”nda Akarsu tekrar eski tarzına dönmekte. Adını bir anlamda kendisinin koyduğu rock’n roll edebiyatına keskin bir dönüş yapmakta. Fakat bu defa kullandığı edebiyat formu, kısa ve uzun olmak üzere; öykü. Asırlardan, belki de yaradılıştan beri bitmeyen, eksilmeyen, tanımlanamayan tuhaf bir aşk türünü konu alan; “Babalar ve Kızları” adlı rock duygusuyla yüklü kısa öykü her ne kadar kitaba adını verse de farklı türlerden pek çok öykü ile dolu Akarsu’nun son kitabı. Bu türleri “Rock’n Roll Öyküleri”, “Yalnızlar Partisi”, “Sabah Kadar Beyoğlu”, “Yitirilmiş Kadınlar Albümü” ve “Güneşli Günler Bitti” adı altında beş ana grupta topluyor yazar. Fakat, ayrı gruplarda toplanan bu öykülerin tamamında ortak olan pek çok yön var. 2000-2004 yılları arasında yazıldığı belirtilen öykülerde, bin bir çalkantıyla dolu söz konusu dönemin hayal kırıklıkları, hüzün, yoksunluk, melankoli ve mağlubiyet duyguları son derecede duygusal ve yaralayıcı bir tonlama ile verilmekte. Kırık kalplerin, yitik umutların, ayrılık ve aldanışların birer iç döküş şeklinde anlatıldığı kısa öykülerde karmaşık kurgular oluşturmaktan ziyade ruhsal derinliğe inmek çabası ön plana alınmış gibi gözüküyor. Kimi zaman melankolik bir aşık, kimi zaman yaşadığı topluma uyum sağlayamayan bir yenik, kimi zaman bir siyasal muhalif, kimi zamansa süregiden yaşama hayıflanan bir yadsıyıcı kişi olarak ortaya çıkan öykü kişileri, insanlığın yeni bin yıla girdikten sonra karşılaştığı kaotik duygusal hali çarpıcı bir şekilde betimleyen öykülerin kahramanları oluyorlar. Kitabın son bölümünde yer alan üç uzun öykü ise bir başlarına roman olabilecek kadar kapsamlı konuları içerseler de öykü formunda yazılmaları tercih edilmiş. Bunlar arasında, Doğu Blok’unun çöküş yıllarının hemen sonrasında Doğu Avrupa karayollarında yaşanan trajikomik dönemi anlatan iki tanesi rock’n roll kültürünün vazgeçilmezleri olan “yol hikayeleri” temasını konu edinmekte. Sözkonusu öyküler, Doğu Bloku’nun yıkılışı sonrasında Doğu Avrupa’nın karayollarında yaşanan çürümeyi, sosyal çöküş ve kokuşmayı etkileyici ve tarihe kayıt düşürücü bir tarzda yansıtan son derecede ilginç edebi metinler. Hikmet Temel Akarsu, Türk edebiyatında her zaman ayrıksı bir duruşu temsil ediyorsa ve bu yönüyle marjinal edebiyat çevrelerini derinden etkiliyorsa eğer; bunun neden olduğunun en sağlam kanıtlarından biri olarak Babalar ve Kızları adlı etkileyici öykü kitabı gösterilebilir.
Tanıtım Yazısı

“Hikmet Temel Akarsu ile ‘Babalar ve Kızları’ üzerine bir söyleşi” – Hasan Uygun
Yazdığı her eserde Türk dilinin sınırlarını zorlayan Hikmet Temel Akarsu, yeni bir kitabıyla daha yine okurlarının karşısında. Ciltlerle ifade edebilecek upuzun romanlarından sonra bu kez öyküyü deniyor yazar. Gerçi onun bütün yazdıkları da bir tür denemesidir Türk Edebiyatı’nda.

Solan umutlarının peşinde, arabeskten ballad’a, noktründen requem’e dek hayatın dört mevsim halini anlatıyor Kayıp ?Kuşak Dörtlüsü’nde… Ordan oraya savrulan, sarıldığı umutları yitirmiş hayatların.

?İstanbul Dörtlüsü’ ise farklı bir arayıştır onun yazın serüveninde. Kayıp kuşağın öyküsü bitmemiştir henüz. Çünkü kaybedenler kaybettikleriyle kalsalardı, ne İngilizle tanışabilir ne ?Küçük Şeytan’ı görebilir ne de media’yı anlamaya çalışırdı. Ama kaybetmek bazen derinden hissettirir insanı, yarayı dağlar bıçak. Her şeyle dalga geçersin sonra, rock ?n’ roll yaparsın mesela. Hayatın rock ?n’ roll ritmi adeta her satırında hissediliyor ?rock’n roman’ serisinin. Bütün o yenilmiş ruh haline rağmen, içindeki coşkuyu korumaya çalışan, soylu bir tavır vardır rock ?n’ roll’da. Başkaldırı da vardır elbette rock ?n’ roll’da ?ki başkaldırıdır özü rock ?n’ roll’un- aykırı olmak, dayatılan değerlere karşı çıkmak. Bütün banalliğe rağmen güzel bir şeyi bulup çıkarmak…

Rock ?n’ roll’la sevdası bitmemiş Hikmet Temel Akarsu’nun… Edebiyattaki avangard üslubu öykülerine de yansıyor. ?Babalar ve Kızları? da böyle bir kitap. Balladların, requemlerin, arabesk romanların ve tabii ki ?Ölümsüz Antikite’nin yazarı Hikmet Temel Akarsu bu kez öyküyü deniyor. Aşağıdaki röportaj onun genel olarak yazma, ama özelde de öykü serüveniyle ilgili daha fazla ipucu verecek, Türk edebiyatının Marki’si okurları için yanıtladı.

Aslında okurlarınız sizi daha çok romancı yanınızla tanıyor, en azından ben böyle düşünüyorum, romanın (piyasa bir tanımla) tam da revaçta olduğu, hatta eski şairlerin bile roman yazdığı bir dönemde, niye bir öykü kitabıyla çıkış yapmayı tercih ettiniz?

Romanın günümüz edebiyat ortamında büyük bir hakimiyet kurduğu gerçek. Fakat yazılan ve yayınlanan eserlerin nitelikleri hakkında ciddi kuşkularım var. Roman yazmak bugün için biraz da bir ?görünme şekli? halini aldı. Bir nevi televizyona çıkmak gibi. Ben de varım demek gibi. Benim de bir hikayem var, bana da kulak verin, beni de önemseyin diye sızlanmak gibi adeta. Tüm bu anlayışlar benim edebiyat algıma uymaz. Ben kendimi hala romancı olarak görürüm ama roman revaçta diye bu durumdan yararlanmaya kalkmam. Ne gerekiyorsa onu yaparım. Roman kuşkusuz yine yazacağım. Ama on ikinci romanım da çıksın diye değil. Gerçekten söyleyecek yeni bir söz ve tarz bulduğuma inandığımda tekrar romana girerim. Bunu bulamazsam girmem. Onun yerine başka özgün, günümüz şartlarına uygun, heyecan verici, yaratıcılığa açık edebiyat formları üzerinde değişik deneylere girerim. Öykü gibi mesela…

Nasıl yani? Bu bölümü biraz açar mısınız? Öykü sizce deneysel çalışmalara olanak veren yaratıcılığa açık bir form mu? Günümüz şartlarına uygun derken neyi kastediyorsunuz?

Her sabah fabrikada kart basan işçi gibi, dikiş makinası gibi çalışan, sürekli aynı şeyleri yazan sıra işi eserler verip duran, kendini kabul ettirmiş yazarlar vardır. Kuşkusuz onların yaptıkları da bir tarzdır. Saygı duyarım. Fakat benim tarzım bu olamaz. İç dünyamda ?Evreka? diye çığlık atacak kadar özgün bir buluş yapmadıkça bir şeyler yazmaya çabalamanın bir anlamı olmadığını düşünüyorum. Yaratıcılığın edebiyatın temel kaygısı olması gerektiğini düşünüyorum. Yazar kişinin bir nevi mucit ruhuyla çalışması gerektiğini düşünüyorum. Kuşkusuz edebiyattaki buluşlar çok daha soyut ve iç dünyalara dair olacaktır ama bunun diğerinden daha önemsiz olduğunu kimse söyleyemez. Öykünün deneysel çalışmalar ve günümüz şartlarına yatkın bir edebiyat formu olması beni bu alana mıknatıs gibi çekti. Genelde öykü yazmanın bir sonraki aşaması romancılıktır. Bende tersi oldu. Romandan öyküye geçtim. Çağımızdaki hız, tempo ve zamansızlık; girift toplumsal-sosyal olaylar ve kaos fazla ayrıntıcı davranıldığında edebi mesajların verilememesi sorununu getirmiştir. Günümüzde pekçok romancı 600-700 sayfalık eserler vererek bu sorunsalı aşmaya çabalamaktadır. Bence bu battıkça batmaktır. Günümüzde 700 sayfalık bir anlatıyı okumak isteyebilecek kişilerin marjinal olduklarını düşünüyorum. Öykünün imkanları, yani; kısalığı, vuruculuğu, netliği ve yaratıcılığı kışkırtan tarzı, edebiyatın pek çok kaygısının yansıtılması için çok çok elverişlidir. Bu alana girdim. Gerçekten de çok özgür, yaratıcı ve zevkli bir çalışma süreci oldu benim için. Öyküyü seviyorum.

Gerek romanlarınızda gerekse de ?Babalar ve Kızları? adlı öykü kitabınızda yürüttüğünüz söylemde, kurduğunuz cümlelerde, sürekli ?soylu? ve ?yüksek değerler?e vurgu yapan bir tını var? Durumlarınız hep olağanüstü. Karakterlerinizin diyalogları adeta Sheakespeare’ane? Öte yandan Türk diline çok önemli bir katkı yapıyorsunuz. Peki, edebiyatımızı ucuz öykülerin doldurduğu bir dönemde neden böyle bir yazı dilini tercih ediyorsunuz?

Korkarım bu benim bilerek, isteyerek uyguladığım bir yöntem değil. Yani, benim de şöyle bir dilim olsun, üslubum şöyle tınlasın, insanların kalbini şöylece avucumun içine alayım diye bir hesabım yok. Ama yazarlıkta belli bir süreden fazla zaman geçirdiğinizde, bir birikime sahip olduğunuzda, sevseniz de sevmeseniz de size ait bir üslup oluşuyor. Bu üslubu da okuyan hemen tanıyor. İmzasız yazılarımın bile bana ait olduğu hemen anlaşılıyor artık. Gizli saklı bir şey yazamıyorum yani. Bana ait bu üslup, her gerçek yazarda olduğu gibi temellerini aslında yazınsal ve düşünsel kaygılarımdan ve yaşam karşısındaki duruşumdan alıyor. Edebiyatın muhaliflerin sanatı olduğunu bilen bir yazar olarak, serüvenimin başından beri hep toplumumuzu, dünyamızı ve bireyin iç dünyasını sıradanlaştıran, aleladeleştiren, düzeysizleştiren ve tutsak alan egemen popüler kültürün karşısında yer aldım. Bu süreç içinde koyduğum tavırlar dilimin böyle olmasını kendiliğinden getirdi. Erdem, kadim zamanlardan bu yana felsefenin ve edebiyatın en önemli kaygısıyken, ?yeterince?(?) edebiyatçı olursanız siz de zaten ister istemez o söylemin bir temsilcisi olursunuz. Benim durumum bu.

Rock ?n’ roll dönemini öyküye yeni bir tür getirebilecek kadar güçlü görüyor musunuz? Sizce öykünün tür olarak yeni bir açılıma ihtiyacı var mı?

Benim kitabıma Rock ?n’ Roll Öyküleri demem bir tür adlandırma kaygısından dolayı değil aslında. Tüm bu öyküler Rock ?n’ Roll ruhunu yansıttığı için çekinmeden bu ibareyi koydum eserimin isminin altına. Rock ?n’ Roll bildiğiniz gibi yaşadığımız son yarım yüzyılda isyanın, başkaldırının, muhalefetin ve aykırılığın müziği olarak geniş gençlik kitlelerinin kalbinde yer etti. Tüm bu kaygılar aynı zamanda edebiyatın da kaygıları değil midir? Öyleyse, son yarım yüzyılda edebiyat ve Rock ?n’ Roll arasında sağlam bir yol arkadaşlığı olması gerekmez mi? Gerekir! Zaten de öyle olmuştur. Taa ikinci büyük savaş sonrası Hermann Hesse edebiyatıyla başlayan, (Sidharta, Bozkırkurdu vs.) ardından Beat Kuşağı ile devam eden, (Kerouac, Burroughs, Ginsberg, Bowles, Brautigan vs.) ve hippyizmle zirveye vuran Rock ?n’ roll edebiyatı günümüzde hala en sağlam muhalefet ve yadsıma odağıdır. Çağımızın öyküsünün bu odaktan feyz almaması düşünülemez.

Edebiyatta hep avangard bir duruşunuz var, yazdıklarınızla sürekli türleri zorluyorsunuz, bu halde sizi koyabileceğimiz bir kategori var mı? Ya da kendinizi belli bir kategori içinde görüyor musunuz?

Korkarım bu sorunun yanıtını vermesi gereken ben değil, gelecekteki edebiyat tarihçileri, sosyologları olmalı. Eğer şahsımı anılmaya ve hakkında söz söylemeye değer bulur ve kayıtlarına geçirmeye değer görürlerse en ?uygun? ifadeleri bulacaklarına eminim Sayın Hasan Uygun…

?Seyyah? isimli öykünüzde olduğu gibi, yeni kitabınızdaki diğer tüm öykülerde de güzel olan her şeyin olanaksız olduğuna dikkat çekiyorsunuz, gerçek hayatta olduğu gibi edebiyatta da güzel gerçekten olanaksız mı?

Babalar ve Kızları (Rock ?n’ Roll) öyküleri hüzünlü bir kitap. Zaten kitaba adını veren tema da bence dünyanın en hüzünlü insanlık durumlarından birisi, belki de en eskisidir. Bu konu antik tragedyalarda bile işlenmiştir. (Electra vs.) Ben aslında Rock ?n’ roll öykülerinde çağın buhranlı, depresif atmosferinin yanı sıra Rock ?n’ roll’un nostlajisini de dışlamayan, hatta Elvisler çağına filan göndermeler yapan bir duyguyu yakalamaya çabaladım. Çünkü günümüzde rock’ın nasıl yapıldığını bilen biriyim. Doom’uyla, Grunge’ıyla, Heavy Metal’i iyle, Gothic’iyle… Benim kitabım tüm bu çağdaş rock formatları yanında oldukça naif kalır. İnsanların Katmandu yollarına düştükleri hippyizm çağının saflığı, melankolisi ve kimi zaman pastoral özlemleri vardır adeta benim öykü kitabımda. Yani nasıl söylesem… Hayat zaten rock gibi. Sert ve hüzünlü… Acımasız ve melankolik… Zor ve çok zor… Her güzel şeyin olanaksız olduğu kaygısına düşürebilecek kadar zor… Ama güzel gerçekten olanaksız olsaydı sanırım yazmaya gerek de kalmazdı… Güzele yönelişin, onu ararken çekilen acıların adı değil mi edebiyat?

Peki günümüz edebiyatında güzel diyebileceğiniz kalemler var mı, varsa örnek verebilir misiniz?

Korkarım bu sorunun da yanıtını vermesi gereken ben değil, gelecekteki edebiyat tarihçileri, sosyologları olmalı. ?Mahut kişiler?, o günlerin edebiyatında güzel kalemler var mıydı diye bir kayıt düşmeye kalktıklarında ?uygun? isimleri kaydedeceklerine eminim Sayın Hasan Uygun…
Alıntı: http://mavimelek.com

Bir Rock’n Roll öyküsü…
Hikmet Temel Akarsu’nun gelecek ay İnkılâp Kitabevi’nden çıkacak olan ‘Babalar ve Kızları’ adlı kitabından bir öykü sunuyoruz.

Heraklia bölgesinde ilerliyorduk. Hafif sis, kararsız yağmur vardı. Yol, iki arabanın zorlukla sığabileceği kadar dardı. Dinamit atılıyordu ve sıklıkla durmak zorunda kalıyorduk. Sileceklerin zar zor temizlediği camdan dışarıyı görebilmekten umudunu kestiğinde kocaman gövdesini can havliyle çevirip bana iki üç söz sarfediyordu. Eşzamanlı olarak radyodan Traveling Wilburrys’in şarkıları duyuluyordu. Yazık! Sarfetmeye çırpındığı sözcüklerden sadece bir tanesini ayrımsayabiliyordum. Bunu sıklıkla safrediyordu. “Bıktım,” diyordu, sık sık “Bıktım,” diyordu. Gitmek, buharlaşmak, yokolmak istiyorum diyordu.
Yanında dünyalar güzeli asosyal sevgilisi, önü sıra giden kamyonette onun amazonik kızkardeşi vardı. İşkadını kızkardeş, soğukkanlılıkla devran kovalıyor ve küçük kasabaya mal indirmeye çalışıyordu. Ne tuhaf, kendimize mukayyet olamazken, yiğitliğe bok sürmemek adına ona da dikkat etmek zorunda hissediyorduk. Türk olmak, ya da Türkiye’de doğmakla ilgili bir tuhaflık olarak görüp, gözardı etmeli bu bölümü…
Rezillik ötesi bir durum. Binbir hamaset yapıp dolduruşa getirmiştim onu. Cilt cilt kitaplar basmıştık o yıl da… İzmir kitap fuarına onları indirmiş, alelusul bir stand kurmuştuk. Bu ülkede hiç kimsenin hiçbir şey okumak istemediğini keşfedeli çok zaman olmuştu aslında. Ama yine de birbirimize yalanlar söylemeye bayılırdık bu konuda. Peri masalları uydurur, dumanlı gecelerin ardından lafımıza boğulur, elde kalan son paralarla o kitapları basardık.
Sonra da okurların uğrak yerlerine onları indirmeye sıra gelirdi. O bölümde hep çuvallardık. Kaçmak için muhakkak bir neden bulurduk. Orta yere yığılmış cesetler mahzun ve biçare dururken biz çoktan uzaklaşmış olurduk. Hep de makul bir nedenimiz olurdu… Gitmeliydik… Çünkü…
Ama bu kez gerçekten de iyi bir nedenimiz vardı. Çarli parayı bulmuştu. Bodrum’da bir çiftlik arazisi alacak, oraya demir atacaktı. Çırpınacak, en iyisini bulacaktık. Bu çok önemliydi. Çünkü asmalar yetişip, üzümler çiğnenmeye başladığında biz de orada yayılacaktık. Güneşin altında kavrulup, bir daha anımsamamacasına her şeyi unutacaktık.
Kentli, muhteris yıllarımızı ve her şeyi… Kalp kırıklıklarını ve eski sevgilileri… Aldatılmaları ve satılmaları… Her şeyi, her şeyi… Güzel masaldı.
Çarli komik bir adamdı. Bizi kasabaya sokmadan önce, kartal yuvasına benzer bir yere ev yapmış bir arkadaşına götürdü o gece. Belli ki o eve öykünmekteydi. Onu öncelikle görmemizi istemekteydi. Kızkardeşin kamyoneti güvenli yollara ulaşıp emniyete alınmışken, bizler Heraklia’nın yamaçlarında bir tuhaf evde şölen sofrasında yerimizi almıştık bile.
Edebiyatçılar manyak olur derseniz inanırım. Yazar kişi, tanrının s.ktirettiği o yüce yamaçta nasıl da bir ev kurmuş; melekler şahidim olsun görseniz donar kalırdınız. İşte orada, o gece, şömine başında edebiyat konuştular, mitoloji konuştular, yağmurlar yağdı, kadehler devrildi ve yeminler edildi… Ama gecenin finalinde, hiç kimse hiçbir yere gidemedi. Yıldırımlar çakarken boğulmuş olduğumuz edebi söylem bizi uyutmuş, hayattan koparmıştı. Oysa aynı esnada her yanı seller sular basmış; yamaçlar balçık, yollar bataklık olmuştu. Köpekler içeri kaçmış, ışıklar susmuş, alem yapayalnızmışız gibi kararmıştı. O gece, bizi Heraklia dağlarına bağlamış, ruhsal olarak teslim almıştı… Orayı sevmiştik… Garip, efsunlu, okült bir yerdi Heraklia… “Kaybedenlerin Ruhani Lideri”ne de böyle bir yer yaraşırdı zaten…
O bölümü unutmuştum… Ona tüm kaybedenler, “ruhani liderimiz” derlerdi. Soylu bir aileden gelen, varsıl kökenlere sahip biri olmasına rağmen hep “kaybetmeye mahkum projeler”in içinde, hatta başında olmuştu. Yani o, bir tür manyaktı. Ama en kalitelilerinden. O yüzden onu herkes çok severdi. Çünkü o, kaybedenlerin gülünesi önderiydi…
Ertesi gün Heraklia’nın tüm emlakçilerini başımıza topladı Çarli. Bir dolar milyoneri edasıyla çiftlik arazisi aradığını beyan etti. O andan itibaren bir daha asla yalnız kalamadık. Bizi el üstünde tutup, dağ taş gezdirdiler. Emlakçi kesimiyle tanışmış olanlar bu duyguyu bilirler…
Nasıl bir olaydır?… Tanrı muhafaza… O denli üzerimize geldiler o denli üzerimize geldiler ki bezdik. Bir ara bize yer beğendirmeye çalışan emlakçilerin elinden kurtulup gösterilen araziye işemeye indik. Tıpkı çocukluktaki gibi, bir çalının başında aletleri fayrap edip çaprazlama işemeye başladık.
Esirgeyen gökyüzü ve Akdeniz’in bitiren güneşi altında tıpkı çocukluktaki gibi saf ve içten, özgür ve tasasız işiyorduk. Çapraz işemelerin çarpışma anları, erkekliğe atılan ilk adımların coşkusunun habercileri olduğu gibi bizim de yeniden doğuşumuzu müjdeliyordu adeta. Kırkı devirmiş biz kaşalotların kalplerimize dolan bu içtenlik ve coşku, herhangi bir orgazmdan bin kat büyük sağaltım veriyordu ezilmiş, kirlenmiş ruhlarımıza. Tuhaf, tuhaf, tuhaf… İşte o an, o araziyi sevdik… Gözgöze geldik. Orayı almaya karar verdik. Çünkü yorulmuştuk. Ve biliyorduk. Aslında her yer aynıydı. Önemli olan kendimizi bir yere ait hissetmemizdi.
Orada işerken, çocukça bir saflık ve sorumsuzluk içindeyken seçtiğimiz yer hakkında başka derin araştırmalara girmediğimizi kime söylesem inanmaz. Aradan iki ay geçmeden Çarli orayı almıştı. Tüm parasını vermiş, bir de maaşını nasıl ödeyeceğini bilemediği bir maraba tutmuştu.
O günden sonra oraya pek gidemedi Çarli. “Kaybetmeye mahkum” bu çiftlik projesini gerçekleştirebilmek için bambaşka “kaybetmeye mahkum projelere” girip çıkmaya başladı.
Her birinde daha da büyük batıyor ve çiftliğini özlüyordu. Efsane çiftlik, marabanın elinde gün be gün meçhule doğru ilerlerken, Çarli her gün “Kaybetmeye mahkum projeler”den bir başkasını devreye sokuyordu. Son olarak onu “Flora Pera”da gördüm. Safran’la yarışıyordu sanki… Flora Pera’yı yükseltip, parayı bulmaya oynuyordu. “İşeyelim mi?” dedi, “Çapraz ateş!” diye ilave etti.
Hiç halim yoktu. Gülümseyemedim bile…
Başı da yaralıydı zaten. Kavga etmiş belli ki. Alacakverecek davası olmalı. Üzüldüm ama belli etmedim. Fakat karanlık Pera sokaklarında yalnız kalınca gözümden süzülen bir damla göz yaşına mani olamadım.
Bu oyun bizi tüketecekti. Biz bu oyundan çıkamıyorduk.
Alıntının Kaynağı: 15/04/2005 Tarihli Radikal Gazetesi Kitap Eki

Kitabın Künyesi
Babalar ve Kızları / Rock’n Roll Öyküleri
Hikmet Temel Akarsu
İnkılap Kitabevi
Baskı Tarihi: 2005
254 sayfa

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir