(20 Eylül 1999’da kaybettiğimiz babam şair Süleyman Okay’a sevgiyle özlemle)

“Ya sınırların çocuğu Adiloş / nerede şimdi / karanlık gecelere /ansızın kayıp giden / yıldızlar üretiyor mu hâlâ / çarmıhta mı sakıncalı Nurettin / kolları uzadı mı bir mavzer kadar / hele bir bakın Sülo döndü mü / yoksa sorguda mı / bir demet moral mı getirmişti / yiğit Ayşe / kırmızı karanfil miydi o / yoksa nergiz mi / peki sevda nerede kaldı / nerede nerede / ıssız bir yerde yalnızdır belki / sevda tutuklanamaz çünkü…” Süleyman Okay

Sabahları daktilo tuşlarının çıkardığı “tık tık” sesleri uyandırırdı bizi. Anlardık hemen, babamız yine erken kalkmış işe gitmeden önce misafir odasında daktilosunun başına geçmiştir. Bilgisayar icat olmamıştı o zamanlar. Kimi akşamlar haftada üç gün renksiz yayın yapan televizyonda, “Taş devri, Uzay yolu ya da Kaçak” dizisini izlemek için halamlara giderdik. Televizyon sahibi olmak bizim için uzak bir düştü. Uzun kış gecelerine ise ninemin masalları renk katardı. “Metel” derdik ninemin anlattığı “bir varmış bir yokmuş”lara. Sözcük kayması mıydı bu yoksa Antakya yerel ağzı mı bilmiyorum. Bazen masalın en heyecanlı yerinde bırakırdı anlatmayı ninem. “Arkası yarın” derdi. Israrımız üzerine, “kuru incir ve tahin” molasından sonra yeniden başlardı. Bazı masalların sonunu ise biz bekleyemez, uykuya yenik düşerdik.

Arkası yarın demişken, televizyonun hayatımıza girmediği dönemde radyodan dinlediğimiz “piyeslerin” tadı hâlâ damağımızda. “Ailece” oturur radyo programlarını dinlerdik. Hele okuma yazması olmayan ninem özellikle arkası yarın’ları ve ajans saatlerini hiç kaçırmazdı. “Metel”li ve arkası yarınlı uzun kış gecelerinden tam 40 yıl sonra yazdığım bir şiirde o günleri betimlemeye çalışmıştım.

“Yağmur yağardı / Seni aramazdım / Güneşi unuturdu Antiyoş / Ve yıldızları / Akşam sohbetleri / Kuru incir ve tahin / Odun sobası ateş ve tandır / Radyoda ajans saati çok mühim / Nineme arkası yarın yerine / İnce Memet okurdum / 7.65’in fanilyama bulaşan pasını yıkarken / Etme oğul derdi gök gözlü ninem / Taş atıp başını altına tutma / Gözlerinden maviyi içerdim / Ellerinden şefkati / Antiyoş’ta yağmur bir başlar / Bir daha durmazdı / Polis iç çamaşırlarımızda / Pas lekesi arardı…”

İlk yayınlanan şiirimi daktilo sesiyle uyandığım bir evde yazmıştım. Sanırım 13-14 yaşlarındaydım. Şiirim “Doğan kardeş” adlı bir çocuk dergisinde ve kısa bir süre sonra yazdığım bir denemem de Antakya’nın yerel gazetesi “Kurtuluş”ta yayınlanınca nasıl da sevinmiş ve havalara girmiştim. Çocuklukta başlayan yazı serüvenim bu ülke tarihinin en karanlık günlerinin başlangıcı olan 12 Eylül 1980’le sekteye uğradı. Zindan, Filistin kampları, Avrupa’da uzun mültecilik yılları. Ve bu yılların yarattığı travma. Ancak on yıl aradan sonra yeniden başlayabildim yazmaya.

Evet zor zamanlardı. Ama güzeldi. Yağmurlu günlerde “metel” dinlemek güzeldi. Daktilo sesleriyle uyanmak güzeldi. Elimizi attığımız her yerde kitap olması güzeldi. Araba geçmeyen dar sokaklarda “birdirbir, çelik çomak, elim sende ve saklambaç” oynamak güzeldi. Kendi oyuncaklarımızı kendi ellerimizle yapmak güzeldi.

“Seni aramazdım / Yağmur durmazdı / Başucumda bir tencere / Dan dan dana dana dan dan / Damlalar düşlerime damlar /Avludaki yüznumaranın kırık kapısı / Rüzgarla ritim tutardı / Çaykovski’yi bilmezdim o zamanlar / Ne de Schubert’i / Ariel Dorfman’ı artist sanırdım / ‘Genç kız ve ölümü’ Nazım’ın Tanya’sı / Bunları babam anlatırdı da takmazdım.”

Velhasıl yazı serüvenimde çocukluğumun izleri çok belirgin. Ve babamın etkisi. Damımız aksa, televizyon ve bisikletimiz olmasa da mutlu sayılırdık. Babamın şair arkadaşlarıyla buluştuğu günler bizi de masalarına almaları, sohbete katmaları ne kadar da hoşumuza giderdi. Konuklar arasında Ali Yüce, Arif Coşkun, Nizamettin Batı, Osman Şahan ilk aklıma gelenler. Şiir ve siyaset konuşulurdu. Tümünü anlamasak da keyifle dinlerdik. Sıra bize geldiğinde ya şarkı söyler ya da şiir okurduk. Babamın göğsü kabarır, bizi kucaklardı. 12 Mart darbesinde babamız gözaltına alınınca evdeki bazı kitapları saklamış, bazılarını da yakmak zorunda kalmıştık. 12 Eylül’de ise ben kaçaktım, babam tutsaktı. Bir şiirin iki mısrası yüzünden Adana hapishanesinde 6 ay tutsak kalmıştı. Çıkınca bıraktığı yerden devam etmiş Antakya İHD kuruluş çalışmalarına katılmış daha sonra da “Halk Evi” Antakya şube başkanı olmuştu. Ve benim uzun “kaçak” yıllarım başlamıştı.

“Antakya kapılarında bıraktım / Paris varoşlarının beton uygarlığını / Habib-i Neccar dağında / Çocukluğumun büyülü melodilerine daldım / Hamza zindanının kapısında / Tutunacak yer ararken kanayan ellerimle / “Son durak abi” sesiyle uyandım / Topuklarımda başladı inceden inceye / On sekiz yıllık falaka sızısı…”

18 yıl sonra döndüm sürgünden. 18 yıl hasretten sonra kucaklayabildim babamı. 18 yıl sonra yeniden görebildim çocukluğumun geçtiği büyülü kenti. İlk sevgilime mektup verdiğim okulumu aradım. İlk şiirimi yazdığım çocukluğumun melodilerini aradım. Damı akan eski evlerimizi, çelik çomak oynadığımız sokakları aradım. Aidiyet aradım. Kök aradım. Kimlik aradım. Ama heyhat, ne kent aynı kentti ne de ben aynı Adil’dim.

Ve anladım ki ben artık bir melezdim…

“Düz yollarda yan yürütüyor beni küskün ayaklarım / Bu ben miyim prangasız sokaklarda avare / Cebimde polisten kaçırdığım ilkbahar sonatı / Bağırdıkça sağırlaşıyor dilsiz evler / Bıkmadan çalıyorum kapıları seni soruyorum / Aldığım cevaplar hep sus işareti / Yuhalıyorum kafa kâğıdı erken eskimiş kulları / Bir ömür sonra hâlâ / Kırmızı ışıklarda hazır ol.”

Şimdilerde çocukluğumu ve babamı daha çok arar ve anar oldum. Öyle ya kendimizi kocaman adamlar sanıp zulmün sarayını yıkmaya kalkıştığımızda, idam edildiğimizde, işkence gördüğümüzde, zindanda ve sürgünde yaşamak zorunda bırakıldığımızda henüz 20’li yaşlarda çocuklardık…

Babam Süleyman Okay’ın “kaçak”lığımda bana ithaf ettiği bir şiirle bitiriyorum diyeceklerimi:

“Nerede değildir O… oğlum Adil’e…

Soruyorlar nerdedir diye / gizlerini dökerek dudaklarından… /
Neler götürdüğünü giderken / soruyorlar / karartarak bakışlarını… /
Oysa o / ölümü bir mendil gibi katlayıp / takarak göğsüne /
giderken götürdüğü / acılarıydı… /
Şimdi / nerde değildir o… ”

*Kurgu Sanat Edebiyat dergisi

Şiirler: Adil Okay, Eylül Kokusu, Ütopya Yayınevi, Ankara, 2013.

okayadil@hotmail.com

Previous Story

“Refah Devleti’nin Yükselişi ve Düşüşü” yayımlandı

Next Story

Üretkenlik için hangi tür müzikleri dinlemelisiniz?

Latest from Adil Okay

Go toTop

OKUMA ÖNERİLERİMİZ