“Gökyüzünün pusulası kış günlerini göstermekte. Güneş ışığını Süleymaniye camisinin iki minaresi arasına asmış, akşama doğru yol almakta. Ara Güler, fotoğraf makinesi omzunda Galata Köprüsü’nde yürümekte. Köprü’nün Karaköy ayağında bir kestaneci, hem kestaneden kebap yapmakta, hem kış güneşinin solmakta olan alevini körüklemekte. İşte onu fotoğrafın ölümsüzlüğüne taşıyan olaylardan biri.
“Fotoğraf’ diyor. “durumu yansıtır. Edebiyat ise çözümler. Ben deklanşöre bastığım zaman, o adam biraz önce kestane satmışsa yüzü güleç olacaktı. İşi o gün kesat gitmişse asık duracaktı. Ama edebiyat öyle değil. Bu adamın oldukça uzun bir hikâyesi olmalı. Bu hikâyeyi fotoğrafa sığdıramazsınız çünkü edebiyat anlatır, fotoğraf ise gösterir.”
Yılların fotoğraf ustası Ara Güler, şimdi “edebiyat” ile Aras Yayınları arasından çıkan “Babil’den Sonra Yaşayacağız” başlığı altında topladığı öyküleri ile okur karşısında. Güler’in öykücülüğü 40’lı yıllara dayanıyor. 700 kadar öykü yazmış, ama bunlardan üç-beşi dışında hiçbiri şimdi kendisinde yok. O yıllar asıl derdi tiyatro ile uğraşmak. Lisede okurken film stüdyolarında sinemacılığın her dalında çalışıyor. Yine o sıralar Muhsin Ertuğrul’un açtığı tiyatro kurslarına devam ediyor. Amacı yönetmen ya da oyun yazarı olmak.
“Garip Bir Yıl Başı Gecesi”ni 1948’de Türkçe, tek perdelik oyun olarak yazdım” diyor, “Daha sonra bunu oyun haline getirdim ve New York Times’ın açtığı uluslararası yarışmaya gönderdim. O yarışmada Samim Karagöz ‘Sam Amca’ hikâyesi ile birinci oldu, ben de bir ödüle değer bulundum ve bu hikâye 1951’de yayımlanan bir kitapta İngilizce olarak yer aldı.” “Babil’den Sonra Yaşayacağız”da 13 öyküsü var Güler’in. Bunlardan son iki tanesi “Çölde Ay” ile ?Babamın Öyküsü? Türkçe, ötekiler Ermenice yazılmış?
?Eskiden çok meşhur hikâyeciydim? diye özetliyor o günleri Ara Güler. ?Otobiyografik öğeler var mı bu öykülerde? diye soruyorum. ?Sanat? diye başlıyor söze, ?entipüften? bir çizgiden gelişir. Çünkü sanat yalan üzerine kuruludur, gerçeğe benzetilir. Bunu ben değil, Oscar Wilde söylemiş, Düşünsene tiyatroda her gece bir Hamlet ölüyor, ama o kadar Hamlet yok. Ayrıca sanat yapan hiç kimse bu işten ekmek yiyemiyor. Ben de öykülerimde edebiyat yaptım. Yalnızca iki öykü başımdan geçmiştir. ‘Çölde Ay’, Eritre gerillaları ile yaptığımız bir röportajdan alınmadır. ‘Babamın Öyküsü” ise yıllar sonra babamı, doğduğu köye götürüşümün hikâyesidir.”
Yalnız dili değişti
Peki, fotoğraf dışında bu ilk kitabın heyecanı?
?Gazeteci heyecanlanmaz? diyor. ?Ayrıca böyle bir kitap, benim aklımda yoktu. Genç arkadaşlar geldi. ?Öykülerini basacağız? dediler, böyle düşünmeleri hoşuma gitti. Ama şunu da merak ediyorum. Fotoğraf kitaplarım biraz pahalı, bu ise ucuz bir kitap. Bakalım okur gözünde nasıl karşılanacak??
Güler, öykülerin özüne dokunmamış, yalnızca dilini değiştirmiş biraz. ?Çok zaman oldu, dil de değişiyor. O hikâyeleri bugün yazmaya kalksam yine öyle yazardım.? diyor.
?Şimdi? diyorum, ?yine yazıyor musun?? Ve düğümlüyor sözün ucunu: ?Foto muhabiriyim ben. Başka bir şey de olmadım hiçbir zaman.?
Refik Durbaş, “Gazeteciye Heyecan Yakışmaz” adlı yazı, Yeni Yüzyıl Gazetesi, 13.10.1996

Karin Karakaşlı’nın 11.10.1996 tarihli Agos Gazetesi’nde yayınlanan “Kare Kare Öyküler” adlı yazısı
Fotoğraflarının gölgesinde kalmış yazar kimliğini bütün renkleriyle ortaya çıkaran, Aras’ta yayımlanan kitabında Ara Güler şöyle diyor: “Bana öyle geliyor ki, yazıyla görselliğin ortak bir anlatımı var.”
Geçmişi anmak, ”bugün” tiryakisi olanlar için bile kaçınılmazdır. Gün gelir o geçmiş, zamanında alınamayan vitrindeki oyuncak olur, yollarınızın ayrıldığı bir sıra arkadaşı olur ya da yanınızdakini dürtüp “işte burası” dediğiniz ama artık orada olmayan eviniz olur, zorla kendini andırır.
Geçmişinden kaçmayanlar, anılarını hep film kareleri gibi yaşarlar ya da dondurulmuş an resimlerine, fotoğraflara bakarlar. Eğer bir de yaşamını fotoğraf sanatına ayırmış bir insan anılarının öyküsünü yazarsa ortaya yaşamın ta kendisinin fotoğrafı çıkar. Biz de satır satır okumak yerine kare kare bakarız o resimlere, tıpkı Ara Güler?in Babil?den Sonra Yaşayacağız kitabına baktığımız gibi.
Aras Yayıncılık tarafından Eylül ayında yayımlanan kitap, Ara Güler’in, fotoğraflarının gölgesinde kalmış yazar kimliğini bütün renkleriyle ortaya çıkarıyor. Babil’den Sonra Yaşayacağız, yazarın yine aynı yayınevi tarafından derlenerek 1995 Ağustos’unda yayımlanan Papelonen Verc Bidi Abrink adlı kitaptaki on altı öyküsünden on birinin çevirisi ile yazarın Türkçe olarak yazdığı iki öyküden oluşuyor. “Bana öyle geliyor ki, yazıyla görselliğin ortak bir anlatımı var.” diyor Ara Güler giriş yazısında. 1950’li yılların önde gelen Ermeni edebiyat dergilerinde ve gazetelerinde yayımlanan ve Sirvart Malhasyan’ın çevirisiyle Türkçe ile buluşan bu öykülerin hepsi yazarın tanımladığı o ortak anlatımın ürünü. Güler’in satırlarında, yüzleri bütün bir yaşamın özeti olan insanların mırıldandığı öyküler gizli. Yılbaşı gecesinde gidecek bir yeri olmayanların sığındığı izbe bir liman meyhanesine gireriz. Genç meyhanecinin günlerini tükettiği bu tesellisiz yerde bekçilerle, yaşlı kunduracıyla, mahallenin aptalıyla söyleşiriz. Küçük çocukların gözünden yapayalnız bir adamın acılarına tanıklık ederiz. Deniz, balıklar ve kuşlar hep yakınlarımızda bir yerlerdedir. Balıkçıların umudu ağlara bakarız. Bazen her şey kaygan bir balık gibi kaçar bu öykü insanlarının ellerinden, bazen de onlar kaçarlar uzaklara. Karadaki bir denizcinin, hayallerini bırakıp yüksek bir tabureye tüneyen genç bir kadının kişiliğinde bir aşkın teğet geçilişini izleriz çaresiz. Onların yaşanamayan aşkı tek bir cümlede özetini bulur: “Her insanın pusulası, sanırsın onları birbirinden uzaklaştırmak için yaratılmıştır.”
Yazarlar her öykü kahramanına kendilerinden bir şeyler katarlar ama bazen de kendilerini ve en yakınlarını öykü kahramanına dönüştürürler tıpkı Güler’in Babamın Öyküsü?nde yaptığı gibi. Yazarın babası Dacat Güler, dünyanın dört bucağına gitmiş oğlundan kendisini, doğduğu ve altı yaşında ayrıldığı köyüne götürmesini ister.
Şöyle seslenir oğluna: “Doğduğum evi görmek istiyorum. Hem gel, sen de gör. Beni sen götürürsen değeri olur. Yoksa her köy köydür.” Güler, Şebinkarahisar’ın Yaycı köyünde, altmış yaşındaki babasıyla tanışır. Dövene binen, kana kana çeşmenin suyunu içen bu koca çovuk yaşanmamışlıkların, köklere duyulan özlemin simgesi gibidir. Ermenisi, Amerikalısı, Türkü, Babil’den sonra yaşaya bütün insanların, hepimizin öyküsünü anlatıyor Ara Güler ya da belki öyküleriyle hepimizin fotoğrafını çekiyor.
Biz de sayfaları çeviriyoruz parmağımızla birbirimizi gösterip soruyoruz: “Nasıl çıkmışım ama?”

M. Ender Öndeş’in 27.10.1996 tarihli Demokrasi Gazetesi’nde yayınlanan “Islık Çalarak, Kapımızın Önünden” adlı yazısı
İyi ki bütün bilgi dağarcığımız Meydan Larousse ya da Ana Britannica ile sınırlı değil yoksa şöyle bir Ara Güler tanımıyla yetinmek zorunda kalacaktık: “Dünyaca ünlü ‘Türk’ fotoğrafçısı…”
Onun, “bu eski öyküleri toplayıp yayınlayan” arkadaşlarına “borç bildiği” teşekküre biz de katılmalıyız bu yüzden. Aras Yayınevi’nin titiz bir çalışmayla çeşitli Ermeni gazete, dergi ve yıllıklarından seçip Türkçeye çevirdiği bu on üç -aslında on bir- öykü, dünyanın en iyi on fotoğrafçısı arasında sayılan ve artık çektiği fotoğraflarla müzelerin saygın köşelerinde yer tutan Ara Güler’in, bilinmeyen bir yanıyla buluşturuyor bizi. Buruk bir buluşma… Gençlik hevesiyle karalanmış çok amatör öykülerle karşılaşmış olsaydık eğer, böyle olmazdı belki ama hemen tümü 1950’lerde yazılmış bu öykülerdeki dil arayışı ve artık birebir yaşam izlenimlerinden sıyrılmış olan kurgu çalışmasını görünce, Haddeciyan’ın tanıtım yazısındaki hüzünlü saptamaya katılmamak mümkün olmuyor: “Edebiyat için kayıp… ”
Belki biraz zorlama bir yorumla, başka ‘hafifletici sebep’ler de bulunabilir bu ‘kaçış’a ve fotoğrafın bir Ermeni için ‘makul’ bir yol olduğu söylenebilir. Azınlık gazeteleriyle sınırlı, köşeye sıkıştırılmış bir dilde yazmanın hep yarata geldiği ‘sıkıntı’lar bir yana, moral bozucu bir darlıktan da kurtulma yoludur belki Ara Güler için, söz gerektirmeyen, etnik konumu daha geride bir yerde tutan fotoğraf.
Amerikan öykücülerine pek uzak değil Ara Güler. ‘Levrekler’de Hemingway ve London’u, diğer bazılarında ise -özellikle ‘Tepeden inen adam’da-, Poe’yi görmemek mümkün değil. Kentin ücra köşeleri, meyhanelerde ve genelevlerde birbirlerine değip geçen yoksul, yenilmiş, sıkışmış insanlar, en çok da denizciler, bütün öyküleri saran ortak bir atmosfer yaratıyor Güler’in yazdıklarında. Ayrı ayrı zamanlarda yazıldıkları halde, bir iki ayrıksı örnek dışında, bütün öyküler tuhaf bir biçimde sanki ortak bir temayı yakalıyor: Yabancı. Öykünün bir yerinde aniden belirip, durgun görünen ama aslında büyük bir gerginlik içinde kargaşayı ve onu, her şeyi alt-üst edecek olanı bekleyen ‘normal’in içine giriveren ve sonunda yine aynı belirsizlikle silinip giden yabancı. Adsız, huzursuz ve kuşkulu… Büyük bir yalnızlığın içinde boğularak kendine çökelmiş, başkalarına bir şey yapmak için değil, salt kendisi için öyküye giren, kimseyle kaynaşmayan, yaşanan anın bir parçası olmayan yabancı…
‘Tepeden inen adam’da çocukların dünyasına bir lamba cini gibi girip çıkan ‘kara cüsseli adam’, ‘Garip bir yılbaşı gecesi’nde gidişiyle meyhaneyi iyice boşaltan ‘siyah paltolu yabancı’, ‘Karganın dönüşü’nde kaosun ortasında kendi öyküsünü başlatıp bitiren diğeri, hep aynı istemedikleri etkiyi bırakırlar başkalarının üzerinde. ‘Sofya-Zagrep’te kılını bile kıpırdatmadan oturan İgor’un yaptığı da aynı şeydir aslında. ‘Yirmi dokuz numaralı oda’nın konuğu ise, yalnızların en yalnızıdır zaten: “Biletler sadece götürürler… ” Ve eklenmeli tabii: ‘Lamba, sayılar ve aşk’ hepsinden ayrı duruyor, ‘öykü’ tanımını da belki en çok o hak ediyor.
Son ikisini ise Ara Güler’in de öykü olarak sınıflandırmadığını biliyoruz ve onları ‘anı’ olarak okumak mümkün. Onlar, 1950’lerde büyük öykücü olmayı kafaya koymuş genç Ara Güler’in, artık kendisini fotoğraf makinesiyle tamamladığı bir başka döneme, 70’lere ve 80’lere ait.
Her şeye karşın, bu ayrımın da aslında belki çok net olmadığı, Haddeciyan’ın dediği gibi öykücü Ara Güler ile fotoğrafçı Ara Güler arasında ‘derin bir benzerlik’ olduğu düşünülebilir. Yine aynı mahallelerde, iş bekleyen amelelerin, denizcilerin, faytoncuların… arasında dolaşır çünkü Güler’in objektifi. Belki yüzlerde, sokaklarda gizlenen öykülerin toplamıdır onun fotoğrafları.
Hatta, şiirlerin de… Tuhaf bir şekilde, Ece Ayhan’a yaklaşan bir tarafı vardır onun fotoğraflarının. Sanki onun geçtiği sokaklardan geçip çekmiştir o fotoğrafları, ya da tersi, onun objektifiyle yakaladıklarının şiirini yazmıştır Ece Ayhan.
O fotoğraflarda gördüklerimiz değil midir, ‘tam da kalfalığa giderken lekelenen’, ‘tehlikeli ve yasak’ da olsa ‘san kamu tramvaylarına’ asılan ‘Kapkaragümrüklü ölçüsüz ayaksız Ali çocuklar?’

Mehmet Emin Sert’in 01.05.2000 tarihli “Öykücü Ara Güler” adlı yazısı
Ara Güler’i hepimiz tanırız değil mi? Daha doğrusu tanıdığımızı sanırmışız. Çünkü Ara Güler’in hep bir yönünü, sanatçılığının bir yanını görmüşüz. Bizim için Ara Güler iyi bir fotoğraf sanatçısıdır. İyi demek ne kelime? İşinin ustalarındandır. Bahsedeceğimiz kitaptaki kısa biyografisinden öğreniyoruz ki, daha lise yıllarında film stüdyolarında sinemacılığın her dalında çalışarak yaşama atılmış. Liseyi bitirip üniversiteye başladığı 1950 yılında da Yeni İstanbul gazetesinde, gazetecilik yaşamına ilk adımını atmış. 1961 yılına kadar Hayatı dergisinde fotoğraf bölümü şefi olarak çalışan Ara Güler, o yılı İngiltere’de yayınlanan Pbotography Annual tarafından dünyanın en iyi yedi fotoğrafçısından biri olarak tanımlandı. Amerikan Dergi Fotoğrafçıları Derneği’ne Türkiye’den kabul edilen tek üye oldu. Ve fotoğraf dünyasının çok önemli yayınlarında fotoğrafları yayınlandı, kendisinden bahsedildi. İşte hepimizin bildiği yönüyle Ara Güler’in fotoğraf sanatındaki başarılı yaşamı böyle başladı. ABD’de, Almanya’da, Fransa’da çeşitli sergileri açıldı. Bu arada Bertrand Russel, Winston Churchill, Arnold Toynbee, Picasso, Salvador Dali gibi birçok ünlünün fotoğrafını çekti, röportajlar yaptı. 1979’da Türkiye Gazeteciler cemiyeti’nin foto muhabirliği dalındaki ödülü Ara Güler’e verildi. 1980’de Karacan Yayıncılık tarafından fotoğraflarının bir kısmı kitaplaştırıldı. 1986’da Hürriyet Vakfı’nca basılan Prof. Abdullah Kuran’ın yazdığı Mimar Sinan Kitabı’nı fotoğraflayan Ara Güler’in, Hil Yayınları 1989 yılında Ara Güler’in Sinemacıları kitabını yayınladı. Yıllarca üstünde çalıştığı Mimar Sinan yapıtlarının fotoğrafları Fransa’da, İngiltere, Singapur ve ABD’de yayınlandı. Dünya Şirketler Grubundan da 1994’te Eski İstanbul Anıları, 1995’te Yitirilmiş Renkler kitabı yayınlandı. Ana Yayıncılık tarafından da 1994 ‘te Bir Devir Böyle Geçti, Kalanlara Selam Olsun ve 1995’te Yüzlerinde Yeryüzü kitapları çıktı.
Bunların hepsini ezbere sayamasak da, Ara Güler dendiğinde aklımıza gelecek olan fotoğraflardır. Ama şu an masamızın üzerinde duran kitap, Ara Güler’in fotoğraflarından oluşmuyor! Büyük çoğunluğumuzun bildiğini sanmadığımız gizlenmiş bir yönünü sergiliyor: Öykücülüğünü. Aras Yayıncılık tarafından birkaç ay önce yayınlanan Babil ‘den Sonra Yaşayacağız, Ara Güler’in öykülerinden oluşuyor. “Gizlenmiş” deyişimiz boşuna değil. Bu öykülerin ortak özelliği 1950’li yıllarda yazılmış olması. Çünkü Ara Güler, o yıllarda Ermenice yayınlanan çeşitli dergi ve gazetelerde öyküler yayınlamış. Ve Ara Güler’in kitaba yazdığı sunudan ilk öyküsünü 42 yıl önce, son öyküsünü 37 yıl önce yazdığını öğreniyoruz. Bir diğer ilginçliği öyküler Ermenice yazılmış, Türkçeye çevrilerek basılmış. Burada da bir parantez açıp, aslında Aras Yayıncılık’ın Ara Güler’in Ermenice öykülerinden on altısını Papelonen Verç Bidi Abrink adıyla, Türkçesinden bir ay önce yayınladığını da belirtmek gerek. Türkçe basımı bunlardan seçilmiş on bir öykü ile daha sonraki yıllarda yazılmış öykü tadında iki anı yazısından oluşuyor.
Fotoğrafçılığındaki ustalığında, “gizlense” de, geçmişte kalsa da öykücülüğünün önemli bir payı olduğunu düşünüyor, Ara Güler. Ve şöyle diyor:
“Eski öykülerimdeki duygularım, ne olmuşsa olmuş, görsel bir anlatıma dönüşmüş. Bana öyle geliyor ki, yazıyla görselliğin ortak bir anlatımı var. Öyle olduğu kuşkusuz, yoksa sinema sanatı da olmazdı. Zaten ben de fotoğraflarıma bakarken, öyküler için düşündüklerimden esinliler buluyorum. Belki de fotoğrafımdaki “anı yakalama ve kompozisyonu kurma” özelliğimi bütün bu eski çalışmalarıma borçluyum. Bir “kadr” içinde kompozisyon kurmayı tiyatro çalışmaları günlerimden, anlamlı anların yakalanması ve bir anlatıma varmasını da öykücülüğümden esinlendiğimi sanıyorum (?) Görsel malzeme, tıpkı şiir gibi, yazı gibi, resim gibi, sahne sanatları gibi, bir yerlerden birikimini topluyor, yeni bir biçim kazanıyor ve görsel sanat oluyor. Zaten yazdığım bu öykülere dikkat edilirse, bunların bir tür fotoğraf olduğu görülür. Demek ki, o zamandan beri görsel dünyanın adamıymışım da haberim yokmuş… ”
Ara Güler’in, bu fotoğraf ustasının, oluşumundaki harcı görebilmek isteyenler, Babil’den Sonra Yaşayacağız’ı okumalılar.
İçeridekilerden biri makineye para atınca plak dönmeye başladı. ‘Tezgâhın önünde bir garson bozuk paraları saymakla meşguldü. Uzun boylu denizci ona yakın bir masaya oturmuştu. Uzun süredir gözlerini garsona dikmişti. Onun baktığını görünce eliyle işaret etti. Garson bir an düşündükten sonra o da bir el işaretiyle “yok, burada değil” dedi. Denizcinin gözleri ondan uzaklaşıp, tezgâhın arkasındaki saatin üstünde durdu.
Pikapta habire dönen plağın tek düze ezgisi sürüp gitmekteydi. Denizci, bir sigara yakıp yeşil boyalı demir parmaklığın dar aralıklarından dışarıyı seyretmeye koyuldu. Dışarısı kalabalıktı. Öğle güneşinin altında insanlar günlük İşleri içinde kaybolmuş, her türlü ilgiden uzak, başkalarına karşı ilgisizdiler.
Burası büyük bir meyhaneydi. Karmaşık caddelerin kim bilir hangi köşesinde bir meyhane. Gerçek şu ki, kalabalığı oluşturan insanlar denizciden farklı bir dil konuşmaktaydılar. Tartışmalar bu dille, aşk bu dilleydi.
Aynı plak hala çalıyordu. Denizci, sigarasını söndürüp viskisinden bir yudum aldı. Garson kadın karşı masaya hizmet etmesine karşın, kaşla göz arasında ona göz kırparak hafifçe gülümsedi. O da hafif bir gülümsemeyle karşılık verdi. Denizci, saati düşündüyse de saate bakmak zahmetine katlanmadı. Garson kadın yanına geldi. “Bana bak, kızın canını çıkarmışsın” dedi.
“Ne?” demekle yetindi, denizci.
Kadın konuşmayı kısa kesmek istiyordu.
“Bana bak, ben anlarım” dedi.
Denizci sustu.
Plak bitmişti. Köşedeki Amerikalı iki denizciden biri ayağa kalkıp makineye para attı. Bir plak daha dönmeye başladı. Amerikalı, “Hey, come on!” diye bağırdı. Köşedeki öbür denizci de kendilerine hizmet eden kadınla ortaya geldi iki çift dans etmeye başladılar. Dışarıda güneşin altında bir telaştır gidiyordu. Denizci saate baktı. Daha biri çeyrek geçiyordu.
“Bana bak, bana her şeyi anlattı.” “Ne anlattı?”
?Biliyorsun.?
“Hiçbir şey bilmiyorum.
“Boş laf.”
“Açık konuş da anlayayım.”
Kadın birden ciddileşti. “Ona bir şey söylemişsin.”
“Ne?”
“Bir şey söylemişsin. O dediğine hiç aklım ermedi.”
“Senin aklınla hareket edecek değiliz.”

Rahim Gür’ün Küçük Menderes Gazetesi’nde 19.06.2001 tarihinde “Babil?den Sonra Yaşayacağız” adlı yazısı
Benim yol arkadaşlarım bu öyküler. Her gün yüz otuz kilometrelik yolun bir bölümünü öykü kahramanları ile dertleşerek tüketirim. Ne onlar beni rahatsız eder, ne de ben onları “Tehcir” ederim.
Güncel arkadaşlarımın maç, döviz, parite, köşe dönme, yıvışık TV paparazzilerinden uzak bir dünya kurduk kendimize. Hiç olmazsa kendi tinsel dünyamızı törpülemiyoruz. 1950?60 yıllarda sinema özleyicileri Ara Güler adını fotoğraflarda, film fotoğraflarında göre göre belleklerine yerleştirdiler. İzleyicileri Fikret Otyam oldu. Otyam’la aynı ekole yakın durdular ve “Sanat Fotoğrafı-Fotoğraf Sanatı” kavramlarını yerine yerleştirdikleri gibi yazarak da fotoğrafla yakalayamadıklarını kalıcılaştırdılar.
1995’li yıllara kadar Sayın Ara Güler’in yazı yönünü bilmiyordum. Türkiye yazınından ve Ara Güler’den kişisel olarak özür dilerim. Bizlerle yazarı buluşturan Aras Yayıncılık’ın üstlendiği önemli görevi yadsımamak gerekir.
Köylerde, kentlerde ve kendi içinde yalnız insanlar vardır. Kent yalnızlarının olabileceğini, kent insanlarının mutsuz da olabileceğini kolay kolay düşünemeyiz. Yerinden ayrılmayan meyhaneci, onun üç beş daimi müşterisi ve geçip giden bir yılbaşı gecesi. Herkes mutlu olmayı bekliyor, ama hiç bir şey de değişmiyor. Mutsuzluğu, hüznü Noel bile sökemedikten sonra… (Garip Bir Yılbaşı Gecesi – 1950 New York Times – Uluslararası Edebiyat Yarışmasında ödül almıştır.)
Bir noktada Muhsin Ertuğrul Sinema-Tiyatro geçiş kuşağı filmleri tadını duyumsarım ben. Ben insanım, erdemim, barışım, evrensel duygu ve düşüncelerim, insanlığım. Yenilmiş, yıkılmış, baskı altında da olabilirim. Ama yok olmamız olası değildir. Barış ve erdem bir gece kapımızdan ıslık çalarak geçebilir. (Babil’den Sonra Yaşayacağız) Aç gözlülük tüm duygularımızı köreltirse, olmadık becerilerimizi, uygun olmayan ortamlarda şansa çevirmeye çalışırsak, Hovsep oluruz.
Kadın “Mutluluk boşluktadır, çığlık mutluluğu kovdu. Karga da gitti.”
Mutluluk nerede başlar, mutsuzluk nerede biter? Yalnızlık mutsuzluğun açık kapısı mı? Büyük kent sokaklarının yüreği dağ gibi insanlık dolu ama cepleri rüzgârla bile şişmeyen, şişmesine de pek aldırmadığı insanların tutkularının, aşklarının sıradanlığının güzelliği ve anlatıcının ustalığını yansıtan öykülerinden biri pazarlık.
DP İstanbul’u. Her yer 6?7 Eylül olaylarına hazırlanıyor. Ama bunun kimse farkında değil. Ekonomik yapının giderek bozulduğunu, sistemin çöktüğünü öykü sezdiriyor. Kendi on yedi yaşındaki kızını pazarlayan ailenin beyefendiliği, çelebiliğinin öyküdeki özgünlüğü. Kurgu, konu, anlatım her şeyiyle ilginç öykü, pazarlık. Okuyucuya ben sormak isterdim: “O yıllarda mantar gibi her yerde Komünizmle Mücadele Derneği biterken, nasıl böyle bir pazarlık oluyordu? Siz uyudunuz mu?”
Yazar, babasının öyküsünde toprak sevgisinin insan sevgisinin düz yazısını mı yoksa şiirini mi yazmış? Kararı okuyucuya bıraktım.
Sait Faik, Sabahattin Ali tadında öykülere yönelmişken, fotoğraf öykücülüğe kuma gelmiş. Ama tam gelmiş.
Sayın Ara güler doğal olarak kendi kendinin fotoğrafını çekmiş bile.
Sanat çok yönlü duyarlılıkların bileşkesi ise, sanırım her fotoğrafın arkasında bir roman saklı. Sayın Ara Güler, her çektiği fotoğrafa bizim bir öykü kurgulamamızı istiyor, böyle bir açıyı bize sunuyor.
Sizi, öykü yazmayı sürdürmediğinizden dolayı suçlamak isterdim. Fotoğraf sanatına saygımdan bağışlıyorum. Belki siz de öyle düşünürsünüz okuyunca.

Tanıtım Yazısı
Yaşamını fotoğrafa adayan Ara Güler’in arka planda kalmış olan yazar kimliğini sergileyen bu öykü kitabı, Ermenice yazdığı on bir öykünün çevirisi ile Türkçe yazdığı iki öyküden oluşuyor.
Ara Güler 1928’de İstanbul’da doğdu. Bir imparatorluk başkentinin, 1800’lü yıllarda başlayan batılılaşma hareketiyle çehresi değişen merkezi bir semtinde, Beyoğlu’nun kozmopolit havasını soluyarak büyüdü. 1951 yılında Galata’daki Getronagan Lisesi’nden mezun oldu. İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’ne devam etti. Gazetecilik yaşamına 1950’de Yeni İstanbul ‘da başladı. O yıllarda Ermenice gazete ve edebiyat dergilerinde öyküleri yayımlandı… 1961’de İngiltere’de yayımlanan Photography Annual, onu dünyanın en iyi yedi fotoğrafçısından biri olarak tanımladı. Fotoğraflarıyla dünya çapında ünlendi.
Babil’den Sonra Yaşayacağız ‘da Ara Güler bu kez öyküleriyle fotoğraf çekiyor. Ortaya satır satır okunurken, kare kare bakılan bir kitap çıkıyor. Yazı, fotoğrafa dönüşüyor.

Kitabın Künyesi
Babil’den Sonra Yaşayacağız
Ara Güler
Aras Yayıncılık
Mayıs 2000
130 sayfa

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

Previous Story

Açık Düşman – Jean Genet ‘İşkencecilerim dediğim kişiler beni işitmeliydiler. Dolayısıyla, onlara kendi dillerinde saldırmak gerekiyordu.’

Next Story

Dekadans Geceleri – Hikmet Temel Akarsu ‘Kırılgan ruhların gri şarkısı’

Latest from Ara Güler

An’lık Bir Ömür – Ertuğrul Akgün

“Bir kişiyi elinde fotoğraf makinasıyla(veya fotoğraf makinasını işleten’i ile)gördüğümüzde, bir tür avlanma davranışına tanık oluruz. Bunlar paleolitik çağda tundrada avlanan bir kimsenin hareketleridir. Fark

Ara Güler, neden obje ve doğa çekmiyorsunuz?

– Obje ve doğa çekmiyorsunuz. – Yaşamı çekerim. Ben insanın derdiyle uğraşan adamım. İnsanın hayatını ve dertlerini çekerim. – Doğu’yu çekmeyi seviyorsunuz. – Doğu’da
Go toTop