Barbarlığa Övgü – Onur Kartal

“İyimser, çağdaş dünyanın sunduğu korkunçlukları ve hassas ruhları keyfine uygun şekilde yumuşatan sosyal hareketin, politik oluşumda ve özellikle de hükümette yapılacak küçük reformlarla yönlendirilebileceğini sanır. Arkadaşları iktidarı ele geçirdiğinde, işlerin oluruna bırakılmasını, fazla acele edilmemesinin ve iyi niyetlerinin onlara salık verdikleriyle yetinilmesinin bilinmesi gerektiğini söyler; ona tatmin sözlerini söylettiren de her zaman sanıldığı gibi çıkarı değildir; çıkara büyük ölçüde egoizmi ve düz felsefesinin yanılsamaları yardım eder. İyimser çok kolayca devrimci öfkeden en gülünç sosyal pasifizme geçer”. George Sorel

Günümüzde egemen iktidar kendisini bir sınır çizme pratiği üzerinden var ediyor. Önce hukukun sınırlarını belirliyor, sonra kendisini bu sınırların dışına, kendisine yönelen muhalefetiyse içine yerleştiriyor. Muazzam bir hüner bu, zira böylece hukukun dışındaki egemenle hukukun içine itilen direnişin eşit koşullarda karşılaşma imkânını ortadan kaldırıyor. Enteresandır ki, siyaset kuramı bu sınır çizme operasyonuna bir sınır ötesi operasyonla yanıt vermenin imkânlarına odaklanmak yerine söz konusu sınırlara a priori bir hakikat değeri yükleme eğiliminde. Bu eğilim, kuramın kavram setini egemen iktidarın çizdiği sınırlara doğru sıkıştırmaktayken siyaset kuramı tarihinin miras bıraktığı bir kavram hazinesinin terk edilmesini sağlamakta. Hal böyleyken “şiddetin her türlüsüne karşı” olan liberal dil hem söylemsel hem de yazınsal alanı hiçbir dirençle karşılaşmaksızın fethediyor.
Bu ahval ve şerait içinde Walter Benjamin’in meşhur şiddet kritiğinin esinini ve kaynağını bulduğu George Sorel’in Şiddet Üzerine Düşünceleri’ni yangında ilk kurtarılacaklar listesinin başına gönül rahatlığıyla yazabiliriz. Zira Sorel’in şiddetle muhasebesi, liberal uzlaşı sempatizanlarının orta oyununu bozacak türden. Sorel’in genel grev miti etrafında ördüğü şiddet çözümlemesini sadece bir şiddet güzellemesi olarak okuyacak değiliz elbette; onun için bu çözümlemelerde daha çok direniş siyasetinin yol haritasını belirleyen bir reçete gördüğümüzü belirtmemiz gerekiyor. Sorel, “hiçbir devrimci harekete yol açamayacak isyanlardan, ancak kitleler tarafından benimsenen mitler olmadığı sürece” söz edilebileceğini söylerken daha o zamandan sosyalistlerin bu mitten duydukları korkuya dikkat çekiyor ve ekliyor: “genel greve bu derece büyük bir önem veren ve genel grevi, devrimden korkan sosyalistlerin gözünde bu derece cüretkâr kılan da bu mittir; bu tür sosyalistler, işçilerin devrim hazırlıklarına olan güvenlerini sarsmak için büyük çaba sarf ederler; bunu başarabilmek için de tek itici güç konumunda olan genel grevi gülünç duruma düşürmeye çalışırlar. Kullandıkları en önemli yöntemlerden biri de genel grevi ütopya olarak sunmaktır: Ütopyanın karışmamış olduğu ve tamamen saf mitler’e ender olarak rastlanılması nedeniyle de bu onlar için oldukça kolaydır”.

Slavoj Žižek’in birçok yerde dile getirdiği gibi, bu jargon, her şeyi yapan ancak hiçbir şeye dokunmayan bir eylemliliği öne çıkarır. Liberal perdeleme mekanizması, bir eliyle sermayenin kendi egemenliğini zora dayalı bir tarihsel sürecin sonunda ilan ettiği gerçeğini perdelerken diğer eliyle de bu egemenliğin de yine zora dayalı bir süreç sonunda hükümsüz kılınabileceği fikrini ihtimal dışı bırakır. Sorel’in sözleriyle, demokrasi “monarşilere kıyasla ayaklananlara karşı çok daha sert” olmasına karşın “burjuva felsefenin dünyaya yaydığı fikirler aracılığıyla düşünmeye çalışıldığında proleter şiddeti anlamakta zorlanılır; bu felsefe izlendiğinde, şiddet ancak aydınlanmacı ilerlemenin etkisi altında yok olacak barbarlığın uzantısıdır”. Bugünlerde fazlasıyla maruz kaldığımız vandallık edebiyatının esbab-ı mucibesi budur. Bu pencereden baktığınızda vandallık binlercesi arasından tek bir örnekle Ahmet Yıldız’ın kafası pres makinesine sıkıştığı için hayatını kaybetmesi değil, sermaye mekanlarını hedef alan öfkedir. Nietzsche’nin ehlîleştirilebilir ve hesap edilebilir insanın imalatında işaret ettiği tüm mekanizmalar, bu argümana hakikat değeri kazandırabilmek uğruna adeta seferberlik halindedirler: “Yasalar şiddete karşı o kadar çok önlem alır ve eğitim de şiddete yönelik eğilimlerimiz o derece yumuşatmaya çalışır ki, gayri ihtiyari her tür şiddet eyleminin barbarlığa doğru bir gerileme olduğunu düşünürüz. Sanayileşmiş toplumların militer toplumlara sürekli karşı çıkmasının nedeni barışı en önemli mülk ve her tür maddi ilerlemenin temel koşulu olarak kabul etmeleridir: Özellikle ikinci neden, ekonomistlerin 18. Yüzyıldan itibaren kesintisiz bir biçimde güçlü iktidarların yanında saf tutmalarının ve politik özgürlükler konusunda oldukça kaygı duymalarının gerekçelerini açıklıyor”. Buna bir de siyaset kuramına hakim dilin ellerini kirletmekten giderek imtina eden kimliği eklendiğinde Sorel’in bir yandan güç ve şiddet arasında yaptığı ayrıma, diğer yandan da genel grev mitine daha yakından bakmak hayati bir önem arz ediyor. Bu hamleler aracılığıyla Sorel bize gücün, azınlığın yönetimi altındaki toplumsal sistemin organizasyonunu kabul ettirmeyi amaçladığını, şiddetin ise bu düzeni yok etmeyi hedeflediğini; politikacıların iktidarına ve finansör müttefiklerinin faaliyetlerine elverişli koşullarda gerçekleşen politik grevin aksine genel grev mitinin parlamenterlerin karşılayabileceği taleplerle kesinlikle uyuşmayan böylece toplumsal politikanın tüm sonuçlarını silen bir imkâna gönderme yaptığını gösteriyor. Atılan bir slogandan takılan bir maskeye kadar her şeyin vandallıkla tariflendiği bir ortamda, üzerinde herkesin uzlaştığı en temel hakların dahi, tarihlerine baktığımızda bu tarife uyan bir direniş pratiğinin sonucu olduğunu görebilmemiz için kulağımıza şu sözleri fısıldıyor: “Sosyalizm modern dünyanın kurtuluşunu sağlamak için gereken yüksek ahlaki değerleri şiddete borçludur”.

ŞİDDET ÜZERİNE DÜŞÜNCELER, George Sorel, çev. Anahid Hazaryan, Epos Yayınları, 2013.

BirGün Kitap Eki, 156.sayı

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir