Baskı, Şiddet ve Zulmü Anlatan Romanlar

“Karanlık zamanlarda şarkı da söylenecek mi? Elbette, şarkı da söylenecek, karanlık zamanları anlatan.”  Bertolt Brecht.

1. “Akıl Tutulması”, (1947) Max Horkheimer
Akıl Tutulması, Frankfurt Toplumsal Araştırma Enstitüsü’nün ve kurucusu Max Horkheimer’in (1895-1973) temel yapıtlarındandır. Kitap, yazarın ülkesini terketmek zorunda kaldığı İkinci Dünya Savaşı yıllarında, ABD’de, Avrupa felsefe geleneğine yabancı Amerikalı okurların düzeyi göz önünde tutularak ve İngilizce olarak yazılmıştır.

Belki de bu yüzden, ‘zorluğuyla’ ünlü Frankfurt Okulu kuramcılarının en açık, en ‘kolay’ metinlerinden biridir.
Horkheimer, Akıl Tutulması’nda ABD kültürünün egemen felsefesi olan pragmatizmi ve onun temelinde yatan pozitivizmi eleştirirken, Frankfurt Okulu’nun belli başlı temalarını da gündeme getirmektedir. Kitapta, Batı düşüncesinde Akıl kavramının tarihi, önce hurafeye dönüşmesi tartışılmaktadır.

Aydınlanmanın mitos içindeki kökenleri ve giderek yeni bir mitoloji haline gelişi, insanın doğa üzerindeki egemenliğinin tahripkar boyutu, Faşizmin Batı Aklının tarihi içindeki yeri, bireyciliğin sonucunda bireyin ölümü, işçi hareketinin imkanları ve direnme gücü -bunlar, Horkheimer’in bir toptan yıkım döneminin getirdiği perspektif açısından gözden geçirdiği temel sorunlardır.

2. “Ruhlar Evi”, (1982) Isabel Allende
Şili’nin seçimle iş başına gelen, askeri bir darbeyle devrilip öldürülen Marksist başkanı Salvador Allende’nin son saatleri nasıl geçti? Nobel ödüllü büyük şair Pablo Neruda’nın cenaze töreni, faşist diktatör Pinochet’nin onca baskısına karşın, nasıl bir gösteriye dönüştü?

Ruhlar Evi adlı bu ilk romanında, bir ailenin üç kuşağını, yetmiş yıllık bir süreç içinde yaşananları ustalıkla dile getiriyor.

3. “Barbarları Beklerken”, (1980) John Maxwell Coetzee
Nobel ödülü sahibi J. M. Coetzee, bu romanında hayalî bir imparatorlukta geçen olayları anlatıyor. Ancak, yazarın 1970’ler Güney Afrika’sına gönderme yaptığı rahatlıkla seziliyor.

Geniş topraklara yayılmış bir imparatorluğun en ucundaki bölgede yaşayan Barbarlar, sözümona, ayaklanmak, imparatorluğu tehdit etmek üzeredirler.

Onları bastırmak bahanesiyle merkezden gönderilen Albay ve emrindekiler, müthiş bir işkence ve kıyım başlatırlar. Bu olaylar, o bölgede görevli, yıllardır başkentin yüzünü görmemiş Sulh Yargıcı’nın ağzından aktarılır.

4. “Totalitarizmin Kaynakları 1/2/3”, (1951) Hannah Arendt
Hannah Arendt’in kapsamlı eseri Totalitarizmin Kaynakları’nda Arendt, totalitarizmi sadece faşizmin çerçevesine sabitlenerek ve anti-semitizmin kıyıcılığı ekseninde ele almayı reddediyor. Bir yandan Nazi partisinin, kurumlarının ve yöntemlerinin totalitarist düşünceye dayanan biçimlenişini resmederken diğer yandan da Sovyetler Birliği ve Stalin üzerinden “Doğu despotizmi”nin bu totalitarist örneğini kapsamlı bir şekilde inceliyor.

Arendt okuyucularını, özgür, yaratıcı ve gerçekten eşitliği benimseyen bir eleştirel anlayışla alt edebilecekleri totalitarizme karşı “dünya aşkıyla” biçimlenen bir politik sorumluluğa davet ediyor.

5. “Damızlık Kızın Öyküsü”, (1985) Margaret Atwood
“Damızlık Kızın Öyküsü” The Handmaid’s Tale, Margaret Atwood’un meşhur romanıdır.

Atwood romanında distopyanın güçlü feminist yönünü göstermiştir. Romanında kadın haklarının bugünkü hâlinin tersine döndüğünde çıkacak sonucu incelemiştir.

6. “Aydınlanmanın Diyalektiği”, (1947) Theodor W. Adorno – Max Horkheimer
Aydınlanma’nın Diyalektiği Frankfurt Okulunun en etkili olmuş yayınıdır. II. Dünya Savaşı sırasında yazılmış ve bir süre gizlice çoğaltıldıktan sonra 1947’de Hollanda’da kitap olarak basılmıştır. Yazarlar Önsözde niyetlerini şöyle açıklarlar: “Aslında amacımız, insanlığın gerçekten insani bir duruma ulaşmak yerine neden yeni bir tür barbarlığa battığını anlamaktan fazlası değildi.”

Ama kitap bütün bunların da ötesine geçer. Batı tarihinin doğuşunu ve öznelliğin, mitlerde temsil edildiği üzere, doğaya karşı mücadelede kendisini tanımlamasını, günümüzün en tehdit edici deneyimleriyle bağlantılandırır. Pratik hayattan koparılmış bilim, biçimselleştirilmiş bir ahlak, eğlence kültürünün güdümleyici doğası ve paranoit davranış yapısı, saldırgan bir antisem itizmin Aydınlanmanın sınırlarını belirlediğini iddia eder.

Yazarlara göre bu öz-yıkımsal eğilim en baştan beri aydınlanmada içkin olarak vardı; yani Nasyonal Sosyalist dehşet modern tarihten bir sapma olmayıp, Batı uygarlığının en temel özelliklerinin ifadesiydi. Adorno-Horkheimer’e göre Batı aklının bu öz-yıkımı, toplum ile doğaya egemen olmanın tarihsel diyalektiğinden kaynaklanmaktadır. Bu ayrımı ideoloji haline getiren Aydınlanmanın izini söylencesel kökenlerine kadar sürerler.

7. “Swastika Geceleri”, (1937) Katharine Burdekin
İlk kez 1937 yılında yayımlanan yapıt, “Swastika Geceleri” Naziler bağlamında eril dil ve düşünceyi sorguladığı için edebiyatta feminist distopya diyebileceğimiz edebiyatında kendine özgü bir yer edinmiş durumda.

27. yüzyılda geçen romanda Adolf Hitler’in Nazi planları gerçekleşmiştir. Naziler bütün Avrupa’ya hâkimdir. Hristiyanlık yok olmak üzeredir. Küçük gruplar dışında inanan kalmamıştır. Bir de Nazi dinine inanan çoğunluk vardır ve Adolf Hitler, bu dinin ilahıdır..

8. “Kötülüğün Sıradanlığı” (1963) Hannah Arendt
Yahudi soykırımı nasıl oldu? Neden oldu? Neden Yahudiler? Neden Almanlar? Diğer devletlerin rolü neydi? Müttefikler bundan ne ölçüde sorumluydu? Yahudi liderler kendi insanlarının sonunu hazırlayanlarla işbirliği yapmaya nasıl yanaşmışlardı? Yahudiler neden kendi ayaklarıyla ölüme gitmişlerdi? Ülkemizde özellikle totalitarizm üzerine çalışmalarıyla tanınan ünlü Alman filozof ve siyaset bilimci Hannah Arendt bu sorular doğrultusunda, Nazi Almanyası döneminde milyonlarca Yahudinin toplama kamplarına, ölüme gönderilmesinden sorumlu SS yetkilisi Karl Adolf Eichmann’ın Kudüs’teki yargı sürecini ele alıyor.

Yahudi soykırımının mimarı olarak sunulan Adolf Eichmann’ın sadist bir canavardan ziyade, normal, hatta korkutucu derecede normal bir insan olduğuna dikkat çeken Arendt, özellikle düşünme ve muhakeme yetisinin kaybolmasıyla birlikte kötülüğün nasıl sıradanlaştığını vurguluyor. Eichmann duruşmasından yola çıkarak, insanlık tarihinin dönüm noktalarından birini ve bu dönemde yaşanan toptan ahlaki çöküşü gözler önüne seriyor.

9. “Karanlığın Yüreği”, (1899) Joseph Conrad
Görevli olduğu şirketin Belçika Kongosu’ndaki şubelerine yolculuk eden Marlow, karanlığın çöktüğü bu coğrafyada ummadığı dehşetlerle karşılaşır. Marlow, Kurtz’a doğru ilerlerken, medeniyete ve kendisine olan güveninin parçalandığını da fark eder.

Joseph Conrad’ın “Karanlığın Yüreği” isimli eseri “medeniyet”i kavramının müphemliğini gözler önüne seriyor.

Joseph Conrad’ın 19. yüzyılın son yılında yazdığı Karanlığın Yüreği, tarihin en kanlı asırlarından bir tanesine damgasını vuran savaşlar, gelişen teknolojinin açtığı uçurumlar, modernliğin allak bullak ettiği toplumlar gibi konulara giriş niteliğinde.

10. “Faşizmin Kitle Psikolojisi”, (1933) Wilhelm Reich
Wilhelm Reich’ın (1897 – 1957) Karakter Analizi adlı yapıtı okuyucuya ilk kez sunulduğunda, eleştirmenler tarafından o ana dek “psikoloji konusunda söylenmiş olanların en iyisi ve en köklü düşünülmüşü” olarak tanımlanmıştı. Kitap çok geçmeden Nazi Almanyası’nda yasaklandı. Karakter Analizi ancak 1945’de, ABD’de yeniden basılabildi. O günden bugüne, bu başyapıt psikoterapinin gelişimine büyük katkı yapmıştır. Değişiklikler yapılsa da, Reich’ın kitabında işlediği temel görüşler pek çok terapi yönteminde benimsenmiştir.

Reich, Freud’un yorum analizinin karşısına, beden dilinden yola çıkarak, bastırmanın çok çeşitli katmanlarına adım adım ilerleyen davranış analizini koyar. Kas gerginliklerinin çözülmesinin cinsel enerjiyi serbest bıraktığını, bunun da aykırı davranışları ortadan kaldırdığını saptamış, buradan yola çıkarak vejetatif akımlar anlayışını geliştirmiştir. Bu anlayış, Reich’ın daha sonra geliştirdiği orgon terapisine bağlı biyopsikiyatrinin temelini oluşturmuştur.

11. “Dava”, (1925) Franz Kafka
Bir sabah ansızın tutuklandığını; ama normal yaşamına devam edebileceğini öğrenen Josef K., neyle suçlandığı bildirilmediği için önce bunu bir şaka sansa da, kısa sürede durumun ciddiyetini kavrar. Ancak ne mahkemeye çıkarılır ne de savcılarla görüşebilir. Çalıştığı bankada, kaldığı pansiyonda, gittiği yerlerde herkes, anlaşılmaz bir biçimde bu davadan haberdardır. Kaderin bir tür oyunuyla sürüklenir durur, savunma gücü yoktur, bir hiçtir o.

Aslında ortada gerçek bir dava da yoktur.Kafka’nın burada anlatmak istediği Bay K. zaten yaşam ya da dünya tarafından tutuklanmış; fakat bunun bilincine hiçbir zaman varamamış olmasıdır.

Tüm modern edebiyatın en büyük isimlerinden biri olarak kabul edilen, eserlerini Almanca kaleme alan Çek yazar Franz Kafka’nın “Kafkaesk” olarak tanımlanan, kendine özgü tarzının en önde gelen örneklerinden olan “Dava”, bir distopya olarak da okunabilir. Kafka’nın şahsi kabuslarıyla, kabusa dönüşen bir bürokrasinin bileşimiyle oluşan bir distopya…

12. “Başkan Babamızın Sonbaharı”, (1975) Gabriel Garcia Marquez
“Başkan Babamızın Sonbaharı”, ölmek üzere olan, ama bir türlü ölmek bilmeyen, yaşama tutunmak adına ne cinayetler işleyip ne kanlar döken bir diktatörün öyküsüdür.

“Başkan Babamızın Sonbaharı”nı okurken, çağımızda da devam eden acıları, umutsuzlukları görür; ancak yine de umudu kovalamaya tanık oluruz…

13. “Cesur Yeni Dünya”, (1932) Aldous Huxley
Zamyatin’den bir hayli etkilenen Huxley’in romanı da 26. yüzyılda geçer. Genetik bilim ve üreme yolları vasıtasıyla insanlar bir çok yönden değiştirilmiştir. İnsanlar hastalıkları yenmiş; ırklar arasında eşitlik sağlanmış, sağlıklı, zengin ve mutlu bir toplum oluşturulmuştur.

İlk etapta ütopya gibi görülecek bu durum ancak bir çok insanî değerin yok edilmesiyle mümkün olmuştur…

14. “Görülmeyen Adam”, (1952) Ralph Ellison
“Görülmeyen Adam”, beyaz kültür içinde mücadele eden bir siyahın gözünden Amerika’nın en çarpıcı paradokslarını sergiliyor. Amerikan toplumunun her katmanına girip çıkan roman kahramanı, Güney’in pahalı kolejlerinden Harlem’in tekinsiz sokaklarına, ayaklanmalardan kilise ayinlerine uzanıyor; siyahların ayakta kalma ve onur mücadelesinde kullandığı her tür stratejiyi deniyor.

Amerikan edebiyatının önemli yapıtlarından kabul edilen “Görülmeyen Adam”, ırkçılık, eşitlik, özgürlük gibi kavramları hem toplumsal hem de felsefî ve psikolojik boyutları ile alıyor.

15. “Sevilen”, (1987) Toni Morrison
Nobel Edebiyat Ödülü sahibi Toni Morrison’un 1988 Pulitzer Edebiyat Ödülü’nü kazanan bu büyük romanın konusu, Amerika’nın iç savaşını izleyen yıllarda Ohio’da geçiyor; ve köle Sethe’nin ve ailesinin çevresinde dönüyor.

Roman, Sethe’nin kölelikten özgürlüğe doğru yaptığı zorlu yolculuğu anlatırken, ırk ayrımının olanca şiddetiyle hüküm sürdüğü günlerde geçen olayları olanca gerçekliğiyle anlatıyor.

16. “Schindler’in Listesi”, (1982) Thomas Keneally
Schindler; Musevi sorununa, II. Dünya Savaşı’nda kendisine ait Krakow’daki fabrikasına toplama kamplarından kaçırttığı tutsaklarla cevap vermiş bir Alman sanayicisidir. Soykırımda onun listesinde yer almak demek tutsak bir Musevinin geleceği için en azından bir umut demekti…

17. “Ağla Sevgili Yurdum”, (1948) Alan Paton
Bütün yaşamı Güney Afrika’da geçen, önceleri zengin beyaz çocukların eğitmenliğini, sonraları kara çocukların kapatıldığı bir “ıslahevi”nin yöneticiliğini yapan Alan Paton, “Ağla Sevgili Yurdum”da; siyah insanlarla beyazların çelişki ve çatışmalarının yaşandığı bir ortamı, tüm yalınlığıyla anlatıyor.

1930’lu yıllarda Güney Afrika’da birtakım yenilikler yapılmaya başlanmış; ancak, alabildiğine ilkel koşullarda yaşayan, ezilen, sömürülen, hor görülen kara derili insanların bu değişime ayak uydurmaları son derece sancılı olmuştur.

Hem zorlu bir yaşamla hem de aynı ölçüde acımasız beyazlarla cebelleşen; ama o ülkenin kendi ülkeleri olduğu ve sevgide, acıda, emekte dayanışma içinde olmaları gerektiği bilincini edindikçe kendilerini kanıtlama savaşımına girişen bu insanların dramı, Ağla Sevgili Yurdum’da en doğal hâliyle kağıda dökülmüştür.

18. “Gazap Üzümleri”, (1939) John Steinbeck
John Steinbeck’in tartışmasız en büyük eseri olan ve ona Pulitzer ödülünü kazandıran “Gazap Üzümleri”, 1939’da ilk kez yayınlandığında büyük tartışmalara yol açmıştır. Tüm dünyayı etkileyen “Büyük Buhran” döneminde, tarımın kapitalistleşmesi ve krizler sebebiyle fakirleşen kitlerlerin ayakta kalma mücadelesinin anlatıldığı bu romanda Steinbeck, açlık, sefalet ve zorbalık yüzünden evlerini terk edip yollara düşmek zorunda kalan binlerce işçi ailesinden birine odaklanıyor.

Boşa çıkan umutların, hüzne dönüşen sevinçlerin arasında insanlığın direncini ve onurunu çarpıcı bir dille anlatan, kapitalizmi sonuna kadar eleştiren “Gazap Üzümleri”, 20. yüzyılın en önemli eserlerinden biri olarak görülüyor.

19. “Ivan Denisoviç’in Bir Günü”, (1962) Aleksandr Soljenitsin
Yayımlandığında dünyada hem edebi hem de siyasi yankı uyandıran İvan Denisoviç’in Bir Günü, Stalinist baskıyı edebiyata taşıyan ilk roman.

Aleksandr İsayeviç Soljenitsin, “İvan Denisoviç’in Bir Günü”nde, toplama kamplarındaki acımasız yaşama ve çalışma koşulları karşısında onurunu ve haysiyetini korumaya çalışan insanları anlatıyor. Kirli, soğuk ve adaletsiz bir ortamda hayata tutunan mahkûmların, insanlık dışı düzene nasıl direnç gösterdiklerini resmediyor.

Soljenitsin’in kendi anılarından yola çıkarak yazdığı roman, 1962 yılında yayımlandığında Sovyetler Birliği’nde büyük yankı uyandırmış, kısa sürede toplatılmış ve yasaklanmıştı. Stalinist dönemin yazarlar üzerindeki siyasi baskısını anlamak için okunması gereken bir roman.

20. “Germinal”, (1885) Emile Zola
1860’larda, Fransa’nın kuzeyinde, sıradan bir gecede, genç ve işsiz bir adam olan Étienne, Montsou’ya yürümektedir. Burası, sömürüye, yoksulluğa ve ölüme terk edilmiş bir madenci kasabasıdır. Étienne, kasabanın geçim kaynağı olan maden ocağına inecektir. Ancak sermaye sahiplerinin giderek ağırlaştırdığı çalışma şartları, tüm kasaba halkını özgürlük ve ekmek için karşı konulamaz bir mücadeleye sürükleyecektir.

Germinal, işçi sınıfı mücadelesini en yalın doğallığıyla anlatan bir yapıttır. Romanda, maden ocaklarındaki ağır ve tehlikeli çalışma koşulları, maden işçilerinin yoksulluğu, iç dünyaları, sevgileri ve mücadeleleri son derece gerçekçi bir anlatımla tasvir edilir.

Zola’nın uzun süreli gözlemlere dayanarak oluşturduğu eser, tarih sahnesinde etkin bir özne olarak kendini duyuran proletaryayı, roman kahramanı olarak yeniden canlandırır.

21. “Gece Ana”, (1961) Kurt Vonnegut
2. Dünya Savaşı’nda Almanya’da bir Amerikan casusunun hikâyesini anlatan “Gece Ana” casusun Almanların ne kadar kahraman bir ulus olduğunu anlattığı bir radyo programında aslında Amerika’ya gizli şifreler yollamaktadır. Casus savaştan sonra yakalanır; ancak Amerika adına çalıştığını kanıtlayamaz…

22. “Otomatik Portakal”, (1962) Anthony Burgess
Orijinal ismi “A Clockwork Orange” olan yapıt İngiliz edebiyatçı ve müzisyen Anthony Burgess tarafından kaleme alınmıştır. Kitap, esas olarak insanın makineleştirilmesine yönelik klasikleşmiş bir distopya ve kara mizah örneğidir. Yapıt, usta yönetmen Stanley Kubrick tarafından filme de alınmıştır ve en başarılı roman uyarlamalarından biri olarak kabul edilmektedir.

23. “Fahrenheit 451”, (1953) Ray Bradbur
Amerikalı yazar Bradbury’in romanı kitapların itfaiyeciler tarafından yakıldığı, kitap okuyan, düşünen insanların yok edildiği, insanların sadece beyin yıkayan, eğlence amaçlı televizyon programları izlediği baskıcı bir toplum yapısını anlatır. Yapıt Fransız yönetmen François Truffaut tarafından beyaz perdeye de aktarılmıştır.

24. “Hayvan Çiftliği”, (1945) George Orwell
Kurgu ustası İngiliz yazar George Orwell’ın Sovyet totalitarizmine yönelik alegorik, fabl tarzında bir eleştirisi ve distopya örneğidir. Kitap yayımlandığında büyük ses getirmiş ve olumlu eleştiriler almıştır. Ancak Sovyetlerle arasını bozmak istemeyen İngiltere’de sansüre uğramıştır.

25. “Uçurtma Avcısı”, (2003) Halit Hüseyni
“Uçurtma Avcısı”, Afganistan doğumlu Amerikalı yazar Halit Hüseyni’nin (Khaled Hosseini) ilk romanı. 2003 yılında yayınlanan kitap bir Afgan tarafından İngilizce yazılmış ilk romandır. New York Times’ın en çok satanlar listesinde bir numaraya kadar yükselmiştir.

Bu kitap şu an yaşanmakta olan yeni sömürgecilik dönemi, küreselleşme, kültürler arası çatışma, dinî ikiyüzlülük, ırkçılık, iç savaş ve göç gibi konulara bakış açısı getirmektedir. Ayrıca cinsiyet ilişkileri/rolleri gibi kavramlara da değinmektedir.

26. “1984”,(1949) George Orwell
Sırada bir başka Orwell yapıtı var. Romanın distopik dünyasında totaliter bir merkezi tek partinin yönetiminde korku, propaganda ve beyin yıkama faaliyetleri ile halkın sürekli yönlendirilmesi ve baskı altında tutulması anlatılmaktadır. Kitap komünizm ve faşizm gibi totaliter rejimlerin sağlam bir eleştirisidir.

Roman daha sonra çok ünlenecek olan “Büyük Birader” gibi kavramları da içermektedir. Sadece distopya örneklerinin değil, genel anlamda en başarılı roman örneklerinden de biridir…

27. “Yaralısın”, (1974) Erdal Öz
12 Mart 1971 sonrasında üç kez tutuklanan Erdal Öz’ün ödüllü romanı “Yaralısın”, 12 Mart’ta yapılan işkenceleri tüm çıplaklığıyla anlatıyor.

28. “Biyopolitika”, (2011) Thomas Lemke
Biyopolitika, 11 Eylül’den sonraki teröre karşı savaş, neo-liberalizmin doğuşu, ırkçı ideolojiler ve soykırım politikaları, çevre meselelerinin idaresi, kök hücre araştırmaları, insanı kopyalama ve insan genom projesi türünden biyotıbbi ve biyoteknolojik yenilikler gibi oldukça farklı konular üzerine düşünmek için bir araç oldu.

Rolünü çok da abartmadan biyopolitikanın pek çok tartışmada iktidarın günümüzdeki biçimlerini çözümlemek ve eleştirmekte –hayat ile ölüme, ırk ile toplumsal cinsiyete, beden ile doğaya ilişkin sorunların yanı sıra iktidarla tahakkümün daha geleneksel sorunlarına bağlanarak son derece yeni ve özgün– bir yorum anahtarı görevi gördüğü söylenebilir. Aslına bakılırsa tartışmanın yoğunluğu ve biyopolitikanın önemi, terimin çağımızda asli olan kimi konuları tam da kalbinden yakaladığını göstermektedir.

29. “Hapishanenin Doğuşu”, (1975) Michel Foucault
İktidarın gücünü gösterişten aldığı eski siyasal sistemden, mümkün olduğunca ve giderek artan bir şekilde görünmez hale geldiği modern siyaset sistemine geçiş; bir yandan, iktidarı kişileştiren hükümdarın yerine adsız kişiler tarafından kullanılan bir yönetim aygıtının yerleşmesiyle, diğer yandan da kamuya açık cezalandırmadan gizli cezalandırmaya geçişle belirlenmektedir.

Kendini öne çıkaran iktidar, bireyin oluşmasını en-gellemiştir; oysa karanlıklara çekilen modern iktidar herkesi bireyselleştirmek istemektedir; çünkü bireyselleştirmek, gözetim altında tutmak ve cezalandırmak, yani egemen olmak demektir.

Böylece modern iktidar, çocuğu okulla, hastayı hastaneyle, deliyi tımarhaneyle, askeri orduyla, suçluyu hapishaneyle kuşatarak bireyselleştirmiş, kayıt altına almış, sayısal hale getirmiş, böylece egemen olmuştur. Her kişi bir yerde kayıtlı hale gelince, herkes denetim altında olacak, gözetim altında tutulacaktır. Modern iktidar büyük gözaltıdır.

30. “Kutsal İnsan”, (1995) Giorgio Agamben
Kutsal İnsan, İtalyan sitüasyonizminin önde gelen isimlerinden Giorgio Agamben’in siyaset felsefesi geleneğini radikal olarak yeniden düşünmeyi gerektiren özgün analizlerine bir yenisini ekliyor. Yakın geçmişteki çalışma-larında kimlik, tekillik, cemaat kavramları üzerinde yoğunlaşan ve totaliter olmayan ama “birey”den de hareket etmeyen bir cemaatin olabilirlik koşullarını araştıran Agamben, bu kitabında da çıplak hayat kavramından yola çıkarak eski Yunan’dan bugüne Batı siyasi düşüncesine hâkim olan iktidar anlayışının görünmeyen yüzünü ortaya çıkarıyor.

Michel Foucault’nun biyolojik modernliğin eşiği olarak adlandırdığı ve insanın biyolojik varoluşunun taşıdığı tüm güçlerle birlikte doğrudan doğruya siyasetin nesnesi haline gelmesi olarak tanımladığı biyosiyaset kavramını çıkış noktası olarak alan Agamben, Foucault’nun tersine biyosiyasetin sadece modernliğe özgü olmadığını, farklı biçimlerde de olsa Aristoteles’ten Roma Hukuku’na, İnsan Hakları Beyannamesi’nden Carl Schmitt’e, Auschwitz’den günümüz toplama kamplarına kadar siyasi düşünce ve pratikleri boydan boya katettiğini gösteriyor. İnsanın biyolojik varoluşunu “çıplak hayat” olarak kavramsallaştıran Agamben’e göre bütün bu süreçte söz konusu olan, yaşamın siyasi düzenin içine dahil edilmesi, aslında egemen iktidarın kendisini de kuran kökensel bir edimle iktidarın çıplak hayat üzerinde egemenlik kurmasıdır.

Oysa hayatın siyasi düzene dahil edilmesi paradoksal bir biçimde ancak belirli anlamlarda dışlanmasıyla gerçekleşir. Bu paradoksal durumu tarihsel olarak en iyi ifade eden figür ise Roma Hukuku’nda karşımıza çıkan Homo Sacer, yani “kutsal insan” figürüdür. Öldürülebilen ama kurban edilemeyen bir kategori olarak kutsal insanın taşıdığı yaşam aynı zamanda egemenliğin alanını da belirler.

Kendi çıplak hayatını kendi seçtiği bir biçimde siyasetin nesnesi haline getiren ama bunu yaparken de “kutsal” olan hayatından vazgeçmeyi göze alan insanları “hayata döndürmek” üzere öldürebilen iktidar uygulamaları bu analizler ışığında daha anlaşılır hale geliyor. Kutsal İnsan, siyaset felsefesindeki yerleşik düşünme kalıpları ve tanımlardan vazgeçerek okunması gereken ve Debord’un Gösteri Toplumu’ndan Negri ve Hardt’ın İmparatorluk’una giden özel çizgiyi izleyen bir kitap.

31. “Körleşme”, (1935) Elias Canetti
Dünya edebiyatının başyapıtlarından biri olduğu tartışmasız kabul edilen Körleşme, Almanya’da edebiyatın, politikanın kirli gölgeleri altında yitip gitmeye yüz tuttuğu bir dönemde yazılmıştır. Ancak, Elias Canetti kurguladığı zaman ve mekân, kullandığı dil ve üslup, karakterlerindeki soyutlamanın isabetliliği ve bunları aktarmadaki başarısı sayesinde sınırları aşmış, evrenselliğin en üst boyutlarına ulaşmıştır.

Çoktandır kendi fildişi kulesine çekilmiş bir aydının trajedisinde cisimleşen Körleşme, insanoğlunun kendi eliyle kurduğu, sonra da kendisine yabancılaşmış, düşman kesilmiş bulduğu dış çevreyi, son derece özgün bir biçimde ve en uçta sayılabilecek araçlarla tasvir etmeyi başarıyor.

İnsanın gerçeklik karşısında ne ölçüde körleşebileceğini, her dönemde ve her toplumda rastlanabilen “aymaz” aydın karakterinde ustalıkla yansıtan Canetti, düşünce ile gerçeklik arasındaki kopuşun hikâyesini anlatırken yarattığı dehşet atmosferiyle okuru derinden sarsıyor.

32. “Siyasal Kavramı”, (1932) Carl Schmitt
1932 tarihli bir klasik olan Siyasal Kavramı, Alman düşünür ve hukukçu Carl Schmitt´in yapıtları içinde önemli bir yere sahiptir: Siyasal kavramına ilişkin asli ölçütünü, yani dost-düşman ayrımını kurguladığı yapıtıdır.

Kitabın temelindeki ilgi, devleti içinde bulunduğu kriz halinden çıkarmanın yollarını ortaya koymak. Siyaset ile devletin ayrılığını ısrarla vurgulamasına rağmen Schmitt, esasen devletin neden toplumdan farklı ve toplumun üstünde olması gerektiğini tartışmıştır.

33. “İnce Memed 1”, (1955) Yaşar Kemal
Yakın zaman önce kaybettiğimiz usta yazar Yaşar Kemal’in “destansı” romanı “İnce Memed 1” muazzam Türkçesi ve insanda isyan ve çoşku duyguları uyandıran hikâyesi ile her an okurun zihninde çok özel bir yere sahip.

Çukurova köylüsünün ağalığa ve onun getirdiği zulme karşı mücadelesini anlatır.

34. “Veba”, (1947) Albert Camus
“Veba” Albert Camus’nün 1947 yılında yayınlanan en önemli romanlarından biridir. Camus, romanda, Cezayir’deki Oran şehrinde yaşanan veba salgınını çeşitli satırarası okumaları ile anlamlandırılacak şekilde anlatmıştır.

Kitapta yapılan analojilerin en önemlisi tüm Avrupa’ya adeta kara bir veba gibi yayılan Naziler’in Fransa’yı işgalidir.

Camus, varoluşun saçmalığına karşı, yine de umutlu olmayı, mücadele etmeyi ve hayata anlam katmayı önerir.

35. “Biz”, (1924) Yevgeniy İvanoviç Zamyatin
Herkesin numaralarla adlandırıldığı ve her an dinlenip gözetlendiği bir ülkede, Tek Devlet’in komşu gezegenlere yayılmak için yaptırdığı uzay gemisinin çalışmalarına katılan bir mühendis günlük tutmaktadır.

Herkesin devlete yararlı ve iyi olmasının övgüsüyle başlayan günlük, yavaş yavaş mühendisin devletin başındaki İyilikçi’nin matematiksel, kusursuz düzeninin sorgulanmasına dönüşür.

36. “Kuyucaklı Yusuf”, (1937) Sabahattin Ali
Sabahattin Ali’nin romanında kasaba ve köy gerçekliği; bir bireyin iç dünyası, yalnızlığı ve değerleri üzerinden anlatılmaktadır. Kasaba hayatında eşraf ve bürokrasinin kurduğu adaletsiz düzene yönelik eleştiriler getirilir.

Romanın sonunda Yusuf un kasabadaki eşraf ve bürokrat temsilcilerini öldürerek atını dağlara doğru sürmesi nedeniyle eser, Türk edebiyatındaki başkaldırı ve eşkıya romanlarının öncüsü kabul edilmektedir. Eser bir üçlemenin parçası olarak düşünülse de yazarın erken ölümü sebebiyle maalesef gerçekleşmemiştir…

37. “Sineklerin Tanrısı”, (1954) William Golding
“Sineklerin Tanrısı”, günümüzde bir atom savaşı sırasında, ıssız bir adaya düşen bir avuç okul çocuğunun, geldikleri dünyanın bütün uygar törelerinden uzaklaşarak, insan yaradılışının temelindeki korkunç bir gerçeği ortaya koymalarını dile getirir.

Konusu, R. M. Ballantyne’ın Mercan Adası gibi eşsiz bir mercan adasının cenneti andıran ortamında başlayan bu roman, çağdaş toplumlardaki çöküntünün, insan yaradılışındaki köklerini gözönüne sermek amacıyla Mercan Adası’ndaki duygusal iyimserlikten apayrı bir yönde gelişir…

38. “Anne Frank’ın Hatıra Defteri”, (1947) Anne Frank
Anne Frank Bergen Belsen kampında 1945 yılının Mart ayında 15 yaşında öldü. Aileden hayatta kalan tek kişi olan Otto Frank onun tuttuğu günlüğünü yayınladı. Anne Frank’ın Hatıra Defteri o zamandan beri dünyada en çok okunan kitaplardan biri oldu. Otuzun üzerinde dile çevrildi ve 16 milyon adet satıldı.

39. “Körlük”, (1995) Jose Saramago
‘Körlük’, 1998 yılı ‘Nobel Edebiyat Ödülü’ sahibi Portekizli yazar Jose Saramago’nun yazdığı belki de en etkileyici kitap. Araba kullanmakta olan bir adam, yeşil ışığın yanmasını beklerken ansızın körleşiyor. Körlüğü, başvurduğu doktora da bulaşır.

Bu körlük, bir salgın hastalık gibi bütün kente yayılır; öldürücü olmasa da tüm ahlâki değerleri yok etmeyi başarır. Toplum, görmeyen gözlerle cinayetlere, tecavüzlere tanık olur. Ayakta kalabilenler ancak güçlü olanlardır…

Taner Bayram
Onedio

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir