Behçet Necatigil özeleştirisini yapıyor: Kendi kendimizi eleştirmek, Ben’i aşağılamaktır; kolay alınamaz göze.

behçet_necatigilKendi kendimizi eleştirmek, Ben’i aşağılamaktır; kolay alınamaz göze. Kuzgun ve yavrusu. Can gibi, onur da tatlı. Sonra zaten bu yolda her konuşma dolaylı, kaçamak bir kendini – savunmadır. Bir yandan elleri kollayacaksınız. Kendimizi alaya alırken bile, bir bağışlanma isteğinin, ümidinin yerçekimindeyiz. Neyi değiştir özeleştiri? Bildiğimizden şaşacak, bilinçaltımızdaki şaşmaz doğrultumuzdan sapacak mıyız? Evet her seçme, seçmediğimize karşı bir sorumluluk da yükler bize, ve her tutsaklık bir özgürlük kısıtlamasıdır ya, mutlu tutsaklıklardan da söz edilebilir. Bu tür bir tutsaklık bizi bir kişiliğe, kendimizi bulmaya, saptamaya (sapıtmaya değil!) götürür.

Şikâyetçi değilim şiirde, radyo oyunlarımda kendi bildiğime gitmelerden. Günün eğilimi! Gün yatar ufkun büyüklüğünde. Başka türlü yazamıyorum demek, bir yakınma, bir özür dileme olsa gerek. Kendi türkümü söylemek, ortak algıları kendi mizacıma göre yorumlamak veya geçiştirmek, kamu zararına bir suç mudur ki, dolambaçlı yollardan temize çıkarmaya kalkışayım kendimi?

Başka türlü de yazılabilirdi. Bugün otuz yılını doldurmuş bir edebiyat öğretmeniyim. Sınıflarımda zaman zaman bir ders konusuna, bir edebiyat sanat ya da tekniğine örnek diye hece veya aruz vezniyle, oracıkta beyitler düzenleyiverdiğim; bazan da bir meslektaşlar toplantısına “ber-vezn-i aruz” bir kaside, bir gazel özentisiyle gittiğim çok olmuştur. Öz şiirime bir ihanet mi bu? Böyle oyalanmaları daha artistik plânda, bilinçli-güdümlü uygulayıvermek, birçokları gibi benim için de zor değil sanırım (Öz övgü!).

Yok ama, kendi şiirimi başka şiirlerin yanında, önünde görmek de hakkım! Bu benim iflâsımı, tekrarlarda tükenmemi de hazırlarsa öz sesimi vurgular, özel çizgilerimi kalınlaştırıp görünür biçimlere sokar. Narkissos’un sudan aynası? Acaba? Yüzlerde istihzâ gülücüklerinden güller açtıracak taraflarımdan biri ne midir: Zaman zaman “İyidir böyle yazmış olmam!” deyişim. Fakat çuvaldızları kendime batırmam da mümkün. Vardır öyle zamanlarım. Ansızın gözümden düşerler; hiç birini görmek, duymak istemem kendi yazdıklarımın. Boşalmış, hiçlenmiş, kendime içerlemiş, bir süre ölü çizgimde kalakalırım. Derken gecenin bir vaktinde, şiirlerimden biri, özletir kendisini. Çok azı ezberimdedir; basılı olduğu dergiyi, kitabı bulur, açar, okurum. “Güven bana!” demiştir o şiir o anda, olduğu yerden. Güvenirim. Çokluk dumanlı zamanlarda olur bu. Araştırmadım ya, sanırım, dumansız barut bile dumanlı kafa ile bulundu. (Öyle olsaydı sevinirdim, ama gene de bir iddiayı belgelemem şart değil!) Sonra yalnız kafa mı sisli, dumanlı olmak yüklemlerinin öznesi? Ruhumuzu unutmayalım! En olumlu sislerimiz, seslerimiz içerde, gönülde yoğunlaşır, somutlaşır. Ruhun da embriyolojisi vardır. Bazı konuların, ya da şiir olan her şiirin beni açmayışı, o şairin o şiiri yazarken sarıldığı sislerin silik, enez oluşundan, tez dağılır türden oluşundan ileri gelir. Koyu sisler sarmalı bizi.

Özeleştiri diyoruz. Aslında her şair kendi özeleştirisini her şiirinde kendi yapar, yapmalıdır. Yani bir baskından, bir zorunluktan gelen şiiri baskıya verinceye kadar yapar. Bir kerede yazılmış bitmiş şiirler çok azdır. Şiir bir kolda adım adım ilerler, ve sonunda?… Bu işin sonunu harcanan emek ve uygulanan tedavi tâyin eder. Yarım tedavilerde veya başından şifasız durumlarda kol gider. Kurtuldu sanırız ya, gitmiştir. Edebiyat tarihimiz “Ağlarım benden önce can veren eserime” hayıflanmalarıyla doludur. Ahmet Haşim’in “Doldurmuş onunçün şeb-i aşkı / Baştan başa efgan ile nâle” beytini bir başka yoruma iliştirelim de âlem-i ervâhı dolduran şairlerin duyulur – duyulmaz pişmanlıklarına, yakınmalarına kulak verelim! Evet, ameliyatlar, tedaviler tamam sanırım, şiiri taburcu ederiz. Şu var ki, çok geçmez, yavaş yavaş durumu ve sağlığı ümitsizleşir o şiirin. O zaman bizim yaşayabilmemiz için onun unutulması; yani elden gözden çıkarılarak ölmüş şiirler mezarlığına gömülmesi gerekir.

Diyeceğim, bir şiir üzerinde, yayımlanıncaya kadar sürmüş, hattâ uzun sürmüş düzeltmeler, değiştirmeler, yani bunları yaparken kendimizi boyuna eleştirmemiz bile yarımdır, noksandır. Buna göre özeleştirme, özbeğenme, öz melâmet, sonuç bakımından bir aldanıştır. Neye güveneceksiniz? Tam bilinemez nedir tam, nedir kesin? Ve dahi (durulamadan ekleyebiliriz:) evet, özeleştiri rahat düşkünlüğünün tam karşıtıdır; sürekli bir tedirginlik ve acaba’lar toplamıdır. Ama tabiî, başkalarını eleştirmeye oranla, eh bir dereceye kadar, daha olumlu, daha ümit vericidir. Şu var ki “Nasıl dökülmüşse lav, öyleyiz, üstümüze.” Kızgın lavlar bir çığlık, bir organ kasılması, bir erime ve taşlamada dondurur bizi. İki durum da bizim irademiz dışındadır: Ne öz eleştirmenlerimizi kendimize tam uygulayabilir, bizde bir ezâ gibi sürüp giden taşlaşmış gömleklerimizden sıyrılabilir, başkalarında küçümsediğimiz dikkatsizlikleri kendimizden öteye itebiliriz; hele ne de bizden sonranın, ağzımızla kuş tutmalarımızı dahi, anlayış ve iyi niyetle takdir etmelerini garantileyebiliriz.

İster kendimizden gelsin, ister başkalarından, eleştirme; donmuşu, oluşmuşu, olup bitmişi değiştiremez, kendisini yeni bir biçimde onaracak, düzeltecek duruma getiremez. Her şey o tabloda acıma ve alaylara göğsü açık, mahkûm, öylece kalacaktır. Bu tutsaklık, eser yaratılırken kendini yaşatma çabalarını sonralara duyurabildiği, türlü birikim ve yatırımları yansıtabildiği oranda ancak, mutlu bir tutsaklık olur, bağışlanabilir.

Sonra, özeleştiri, varlığını biraz da tutarlılıkda belli eder; bir yere diretiştir. Sanatçı, yüzyılların geçit töreninde günün eğilimlerini fazla önemsemez. Kendine inanmıştır. Bencillik mi? Pek değil. İkide bir aklıma takılan Narkissos sularının görüntülerinde de gerçekler vardır. Ben kesinlikle söyleyemem, özeleştirinin sadece sudan bahaneler olduğunu; ya siz?

Bazı kitap isimleri yanında şu hazin not görülür: Tükendi. Kitap mı, yazarı mı, şairi mi? Düşündürür insanı. Özövgüyle hemşîre özeleştiri de bir tükenişi, bu örnekteki Allah söyletiyor benzeri, bilmeden, veya bilmezden gelerek kabul; fakat bir onuru korumak için sigaya çeken, suçlayan bakışlara karşı, bu tükenişi inkâra yelteniş olmasın? İhtiyarlık çağlarında ömrümüzün muhasebesini yapmak gibi, ince bir hüznü de beraberinden getiriyor özeleştiri.

Özetleyim: Yazdıkları ister özgüven’in dev aynalarında büyüsün, ister özkınamanın kılpranga süzgeçlerinden geçsin, ben, gene de, “ben” diyen şairleri seviyorum. Kendi yazdıklarımdan da bu ben’lerden birini yazdığım için, memnunum. İnsan, kızgın yaz sıcaklarında boyuna susar (susamak kökünden). Narkissos suları, sonu bir serap da olsa, susuzluğu giderecek tek ümittir. Ha öz, ha koz eleştiri; değil mi ki çok kurak tarla.

NOT: Behçet Necatigil’in 1971 yılında Yeni Edebiyat dergisinde çıkan “özeleştiri” yazısı orijinaline sadık kalınarak dizilip yayımlayan SEVAL ŞAHİN’dir. (http://t24.com.tr/)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir