Belleğin Kış Uykusu – Mehmet Eroğlu

“Mehmet Eroğlu ‘Belleğin Kış Uykusu’nda, tartışmak istediği sorunsalı uzun diyaloglara döküyor ve zaman zaman edebiyatla felsefe arasındaki sınırı silikleştiriyor. Yazar ortaya sarsıcı bir roman çıkarmış.
Mehmet Eroğlu, yeni romanında alışılageldik hikâye yapısını değiştirmiş. Daha önce sürükleyici, hatta polisiyelerin alanına giren izlekler takip eden hikâyeleriyle tanıdığımız yazar, bu kez gerçeküstü bir dünyanın, bir rüyanın, felsefi bir tartışmanın içine sokuyor okuyucusunu. Zamanın ve mekânın silikleştiği, tuhaf insanlar ve ancak roman sonunda aydınlanacak tuhaf olaylarla dolu bir tren yolcuğuna çıkıyoruz…
Sabah uyandığında ismini, yüzünü, nerede olduğunu hatırlayamayan, “belleği onu hafifmeşrep bir sevgili gibi terk etmiş” bir adamın bakış açısından anlatılıyor hikâye. Gözlerini açtığında ilk gördükleri kucağındaki açık kitap, kimin tarafından, ne zaman hazırlandığını hatırlamadığı bir bavul, onun üstünde bir uyarı işareti gibi duran sarı bir zarf, divana atılmış bir gri takım elbise, bir de uyuklayan yaşlı ve yorgun bir köpektir. Kim olduğunu, burada ne aradığında, neden geçmişini hatırlamadığını, bir yolculuğa mı çıkacağını bilmemektedir. Kendini ne denli zorlarsa zorlasın, belleğini belleksizlikten ayıran o saydam eleğin gözeneklerinden aşağıya hiçbir anı düşmeyecek, belleğiyle zamanın arasındaki bağın koptuğunu, zamanın hallerine hükmedemeyeceğini anlayacaktır. Çaresizdir; zarfın içinden çıkan biletin çağrısına uyar. Bilmediği bir istasyondan nereye gittiği belirsiz bir trende alır soluğu. M diye tanıtacaktır kendisini. Hiç kimseni adını hatırlamadığı bu kompartımanda kimseler yadırgamaz kahramanımızı. Yaşını ve görünüşünü onlardan öğrenecektir. Elli, elli beş yaşlarında soluk çehreli bir adamdır M…
Yolculuk başlamıştır. Marşlar söyleyen asker giysili adamlar, patlama sesleri, işkence çığlıkları, bir zamanlar hayalini kurduğu çekici kadınlar, cinsel yakınlaşmalar, çocuğunu emziren genç bir kadın, keman çalan bir çocuk, öğrencisini arayan bir müzik öğretmeni… Bütün bunları anlamlandırmakta zorlanır M. Ve sonra, tren gecenin karanlığından ilerlerken hafızası canlanmaya başlar:
“Görüntüler birbiri ardından, hiçbir sıra gözetmeden gözünün önünde beliriveriyordu: ayaklarının dibinde kırık bir keman duran, kendini asmış çıplak bir kadın; yağmurlu bir günde boş iki çukura bakan bir adam; morgdaki işkence görmüş cesetler; hoş gözlerle karnına bastırdığı ellerini süzen yorgun bir kadın; onlarca çocuğun sıkıştırıldığı sınıf, boş bir banka defteri, ilaç ve ter kokan loş hastane koridorları, çirkin bir köpek, aydınlık bir bahçede birbiriyle alt alta üst üste oynaşan iki erkek çocuk, plaklar… Görüntülerdeki tanımadığı yeni oyuncular, yeni yerler…”
M, “boş belleğinin ince bir suyun altına yerleştirilen bir kova gibi yavaş yavaş dolmasını, geri dönen anılarının zamana ve gerçek dünyaya tekrar lehimlenmesini bekler”. Anıların üzerindeki o geçirimsiz zar yavaş yavaş yırtılmaya, donmuş zihni çözülmeye başlar. Arkası gelecektir; anı ya da anı parçacıkları sırası geldikçe çerçevenin içindeki yerlerini alacak ve M’nin hayatı, yani o görkemli mutsuzluk resmi flu da olsa canlanacaktır. Trendeki görüntülerle anılar örtüştüğünde, her şeyi içi acıyarak hatırlar kahramanımız; “kendini tavandaki halkaya asan annesini; konservatuvara geri döndüğünde Neşe’yi boş yere arayışını; o denli aydınlık oluşuna şaşırdığı morgda kardeşinin derisi yüzülmüş cesedini saatlerce teşhis edemeyişini; kardeşinin uyandırmaya çalıştığı yığınların desteklediği askeri darbeleri, işkence1eri, bir anarşistin kardeşi olarak faşist baskılarla geçen seneleri, Suzan’la bir kitapçıda rastlantıyla tanışmasını; mutsuz evliliğini kısa sürecek bir rnutlulukla aydınlatan ikizlerin zor, sancılı doğumunu; Sevda’nın onu -peşinden Selma’yı da sürükleyerek- ölüme götürecek hastalığını; art arda gelen, ama şahitlik edemediği ölümleri; sevgisini gösteremediği çocuklarının küçük bedenlerini toprağın konukseverliğine teslim edişini; müzikten nefret eden öğrencilerini; hiç peşini bırakmayan parasızlığını; onu terk eden Nesrin’i, tek başına geçirdiği günlerin yoldaşı İri Kulak’ı…”
Belleği kış uykusundan uyanıp zamanın gerisine giderken gençliğini de kazanmıştır. Ve bir kader anındadır; ona yazgısını değiştirmek, bu acıları hiç yaşamayacağı yeni bir yaşam seçme fırsatı verilmiştir. Şimdi son bir hesaplaşmanın yapılma zamanıdır…

Felsefi tartışma
Roman kahramanı M, “… edebiyat, hayattan ve insandan söz etmek demektir. Daha doğrusu, hayat edinirken yazgısını değiştirmeye çalışan insandan” diyor yolculuğun bir yerinde; “edebiyat bize yaşamadığımız, yaşayamadığımız ya da yaşayıp da farkına varmadığımız hayatlar hediye eder.” Bu görüşler roman yazarı Mehmet Eroğlu’nun edebiyat anlayışının özetidir. Her romanında yazgısını ya da başka bir hayatı arayan insan tipleri vardır. Kafka’nın kahramanları gibi zayıf, itilmiş, güçsüz değildir belki, tersine hayatın içinde yer alan irade sahibi biridir, ama farklı nedenlerle bile olsa, Eroğlu karakterleri de hayat karşısında Kafka karakterleri kadar çaresizdir. Böylelikle bu karakterler felsefi ve psikolojik bir tartışmanın taşıyıcına dönüşürler. Belleğin Kış Uykusu’nda bu daha belirgin bir hal alırken fesefi tarışma hikâyenin üstüne çıkıyor. Diğer romanlarının arka planında yer alan varoluşçuluğa yaklaşan- hayat felsefesi bu romanda kahramanın günlük bireysel hayatını aşarak hikâyenin merkezine oturmuş. M’yi belleğinin derinliklerine götüren tren yolculuğu aslında insanın olabilirliğin sınırlarına -var olan değerleri yadıyarak- çıktığı bir yolculuk, bir iç deneyimlenme. Mehmet Eroğlu’nun üslubun ödünç alarak özetlediğim hikâyede -üzerlerinde teker teker durmaya yazı sınırlarının yetmeyeceği kadar- çok simge ve metafor kullanılması bir yana, romanın kendisi başlı başına bir metafora dönüşüyor.
M’nin şimdiden geriye doğru yolculuk kuşkusuz kapsamlı bir hayat muhasebesi, ama tek bir birey özeline indirgenmiyor. Mehmet Eroğlu insanı insan yapan değerleri sorgulamış. Sorular M’nin iç monologları ve hikâyenin gizemli karakteri palyoça ile diyalogları üzerinden aktarılıyor: Yaşamaya değer bir hayat nedir? Böyle bir hayatı nasıl elde ederiz? Bizi en çok insan yapan ya da insanı iyi ya da kötü yapan şey nedir? Acı dediğimiz sonsuz bir hüzün mü, yoksa yeri doldurulamaz bir yitiriş mi? İnsan acılarından vazgeçer mi? Acısız bir hayat için anılarını terk eder mi? Yaşamaya değer hayatın en önemli belirtisi de, içeriği de mutluluk mudur? İnsanın, bir tutam sevgi için, ne denli kötü olursa olsun o hayata -hem de ikinci kez- bağlanması mümkün müydü? Sevgiyi çıkarırsak hayattan geriye ne kalır? İnsan neden sever? Yoksa sevgi içgüdüsel bir dürtü, insanın vicdanı olmasının kaçınılmaz bir sonucu mudur? Peki sevgi nedir?
Bütün bu soruların cevabını verebilmek için belleğe ihtiyacı olduğu anlayacaktır M. Bir gelecek tahayyülünün ancak geçmiş bilgisiyle kurulacağını, geleceğe sürgün edilen bir belleğin boğuntusunu hissedecek, geçmişe ve geleceğe aynı anda yaptığı yolculuğun sonunda dersini çıkararak dönecektir evine; elveda Şili, elveda Alaska, elveda Kongo İrmağı, elveda Godoy Fiyordu, elveda dünyanın tüm okyanusları…
M, akıldışı bir kaderi yaşamayı seçmesi teslimiyet anlamına gelmiyor. Tersine, bu bir meydan okuyuş, bir isyan. Başadilmesi zor bir hayatla boğuşma tercihi, insan olmanın değerini ve yüceliğini gösteriyor. Evet, pek çok şeye elveda etmeyi seçmiştir; ama özgürlükten vazgeçme anlamına da gelebilecek bu elvedalarda aslında kendi tutkusunu, kendi isyanını, kendi özgürlüğünü yaşayacaktır. Çünkü hayatını ve sorumluluklarını bilinçlilikle yüklenmiş, acılarına yolaçan bütün yaşamını evetlemekle kendi kaderine egemen olmuştur. Tıpkı Sisyphos gibi; taş kendi taşıdır
Felsefi bir tartışmayı roman konusu haline getirmek güç iştir. Felsefi söylemin ağır bastığı romanlardan, yazarın felsefesine yakınlık ya da üslubuna hayranluk duysak bile, çoğu zaman edebi bir tad almayız. Öyleyse bir roman önce roman okuma hazzı vermelidir. Yazar doğrudan ortaya çıkmaması gerektiğinin bilinciyle algıldıklarını, deneyimlediklerini ya da deneyimlemek istediklerini kurgusal bir dünyaya taşıyacak, felsefesini yarattığı insan tipleri, mekânlar, olaylar ve hikâyelerle dillendirmelidir. Eroğlu, önceki romanlarında bu işin üstesinden gelmeyi bilmişti. Bu kez biraz daha farklı bir anlatım tarzını benimsemiş. Belleğin Kış Uykusu’nda tartışmak istediği sorunsalı uzun diyaloglara döküyor ve zaman zaman edebiyatla felsefe arasındaki sınırı silikleştiriyor, ama sona geldiğimizde güzel ve sarsıcı bir roman okuduğumuzu düşünüyoruz.
A. Ömer Türkeş – Radikal Ek, Aralık 2006

——————-
Yazarla Söyleşi
Zuhal Aytolun – Cumhuriyet Pazar Eki / Aralık 2006

*Her türlü yazım bir sorundan hareketle yazılır. Sizi bu kitabı yazmaya iten dürtü neydi?

Her roman bir soruyla başlar; bulabildiyseniz yıkıcı bir soruyla. Belleğin Kış Uykusu da böyle bir soruyla başladı: Yaşamımızdan acıyı çıkarıp atabilseydik nasıl bir hayatımız olurdu? 2005 yazında yüzerken, bir dalış sırasında elimi kestiğimde zihnimde bir kıvılcım gibi çakıp sonra da kaybolan soru bu oldu. Fiziksel acı, ihmal edilen, ruhun tutsak aldığı bedenin kendini hatırlatmasına benzetilebilir. Ruhsal acı ise varlığın bedenden uzaklaşmasıdır. Her insan hayatının bir anında, kendini çaresiz hisseder ve başka, acısız bir hayat diler. Ruhsal acıdan söz ediyorum tabii. Fiziksel acı o kadar önemli değil, mutluluk gibidir, sonunda söner gider. Acının kavram olarak yer almadığı bir yaşam nasıldır? Onuncu romanımın ardında işte bu soruların cevaplarını arama isteği yatıyor.

*Romanda vermek istediğiniz -işlediğiniz- baskın duygu nedir? ‘Soru’nuz neydi romanı yazmadan önce?

“M, o akşamüstü, göğsündeki garip sızıyla geçmişi olmayan, anısız bir güne uyandı. Belleği onu hafifmeşrep bir sevgili gibi terk etmişe benziyordu” diye başlayan bir romanda baskın temanın bellek olduğu söylenebilir. Ama bence tartışılan kavram sevmek” Aslında romanın ana meselesi bu. Eğer gerçekten sevmişsek, acısız bir yaşam peşinden giderek başka bir hayatı seçebilir miyiz? Ya da eğer gerçekten sevmişsek, ne denli kötü olursa olsun, eski hayatımızdan vazgeçebilir miyiz? Acısız hayatın peşinden gelen sorular bunlardı. Bence gerçek sevgi, nedensizdir. Sevgiye bir anlam uydurmaksa, yalan söylemektir.

*Belleğin Kış Uykusu, diğer romanlarınızdan daha farklı duruyor? Bu farklılığın nedenlerinden bahseder misiniz?

Evet, kahramanı açısından biraz farklı olduğu söylenebilir. Ama hemen şunu da eklemeliyim, bu kahramanın, ele aldığım temalar, romanın odağına insanı koyma, insanlık durumlarını irdeleme kararlılığımla çelişen bir tarafı yok. Her ne kadar belleğini yitiren Bay M öteki kahramanlarım gibi “büyük hayat” yaşamış birisi değilse de yine de trajik bir insan; çünkü seçim yapmak zorunda olan birisi. Yazarlar kahraman yaratırken iki farklı yol izliyorlar. Birincisi kahraman yaratıyorlar, ikincisi çevrelerindeki insanlardan kahraman devşiriyorlar. Dostoyevski, Shakespeare, Romain Gary, Schoendoerfer birinci tarzı yeğleyen yazarlar. Onlar söyleyecekleri için insan yaratırlar. Ben de kendimi bu gruba ait hissederim. Ama Bay M bu seferlik bu katagorinin dışında sayılır.

*Geçmişini yitiren bir adamın hikayesizliğiyle başlıyor roman. Geçmiş olmadan yaşanabilir mi? Bilinç kopukluğu nereye taşır insanı?

Belki yaşanır ama bu insanın kendi ölümünden doğması demek. Genel olarak şunu söyleyebilirim. Eğer gelecek geçmişle bağlantılı olmazsa bu yeni gelecek, tıpkı ipi olmayan uçurtmaya benzer. Hava cereyanlarının, rüzgârların elinde tutsak olur. Yani bu yeni gelecek, yönsüz bir gelecektir.

*Kitapta kişiyi tanımlamada önemli araçlardan biri olan ‘adı’nı hatırlamayan bir adam var: Bay M… M’nin hafızasını neden sıfırladınız? Yeni tanımlar, yeni keşifler, yeni bir hayat yüklesin diye mi, yoksa varolan hayatı yeniden yorumlasın diye mi?

Bay M seçim yapacağı durağa giderken bütün hayatını yeniden kursun, adlandırsın ve tanısın diye belleksiz olarak başlıyor yolculuğa. Bu yolculuk hem geçmişe hem de geleceğe doğru aynı anda yapılıyor. Kahramana seçim yapması için yazarı tarafından sağlanmış bir kolaylık bu belleksizlik. Ama insan geçmişi olmadan yaşayamıyor. Ben kimim? Ben nasıl birisiydim? Bu soruların cevapları her insan için geçmişte saklı. Hayat da tıpkı romana benziyor. Eğer finalde bir aksama varsa bilin ki bu gelişme bölümündeki hatalarınızdan kaynaklanıyordur. İnsanın gelişme bölümü, geçmişidir çoğu kez.

*Kitapta sizden de izler var mı? Sonuç olarak sizin de hayatınızda keskin kararlarınız var…

Hep söylerim, yazarlar kendilerini varoluşlarının havanında döverler, toz haline getirirler, sonra da yarattıkları kahramanlarını hamurlarına katarlar. Kimilerine çok, kimilerine az. Tabii ki benden izler var; her kahramanda biraz. Kahramanlara eziyet eden, onları zor tercihlere iten, kimi zaman kızan kimi zaman onlara acıyan benim. Zor sorular ve hayata ilişkin tanımlar bana ait. Seçimlere gelince, ben de hayatımı en az üç kez yıkıp, yeniden kurdum.

*Bütün kahramanlarınız trende yolculuk yapıyor ve siz sonucu-yani varacakları yeri- değil, süreci işliyorsunuz… Bir yere varmak mı önemlidir yoksa süreç mi?

Aynı anda iki yöne doğru yapılan bu zamansız yolculuk, aslında hayatın ta kendisi. Palyaço da söylüyor, “Yolculukta asıl gözetilmesi gereken varacağımız yer değil, yoldur,” diyor. Hayatı ele alırsak, varacağımız yer belli değil mi? Hepimiz öleceğiz. Çünkü bütün insanlar aslında haklarında verilmiş idam cezasına razı olan kurbanlardır. Önemli olan, tarihi Tanrının uşağının elinde olan infaz saatine kadar geçecek süreye bir anlam kazandırabilmek. Neresinden bakarsanız bakın, önemli olan son istasyon değil, süreç ve seçimlerdir.

*Bay M’nin de dediği gibi hayal gücüne güvenebilir mi insan?

Güvenmeli. Bütün büyük şeyler hayal ile mümkündür. Hayat da bildiğimiz, içinde yer aldığımız en büyük şey. İki tür gerçek vardır. Bir hayatın gerçekleri, bir de hayallerin gerçekleri. Hayallerin gerçekleri, riskli olsalar da her zaman daha güvenirlidir. Çünkü acıdan kaynaklanırlar. Hayatın gerçeklerini izleyerek varacağımız yer büyük bir olasılıkla sıradanlıktır.

*’Belleğin Kış Uykusu’nda bir de Palyaço var? Kullandığınız bu metaforun gerçek hayattaki karşılığı nedir?

Bilge kişi, bir tür filozof, belki de derviş: İnsanı daha çok neyin insan kıldığını merak eden ve sevgiyle hayale inanan birisi.

*Kitaptaki tanımlamalarınızdan pek çok anlamlar çıkarılabilir, ama yine de size sormak istiyorum. Palyaço’nun da dediği gibi mutluluk bir aldanış mıdır?

Mutluyum diyenler aslında mutsuzluklarının farkında olmayanlardır desem” Benim söylemek istediğim şu: Mutluluk geçici ve çabuk tüketilen bir durum. Zaten bilinç de ancak sona erdiğinde algılıyor mutluluğu. Yaratıcı ve doğurgan değil. Çoğu kez de insanı eylemsizliğe, sonunda da sıradanlığa sürüklüyor. Büyük resme bakarsak zaten eninde sonunda ölecek olan insanın mutlu olması mümkün mü? Ben gündelik ihtiyaçlarımız yatıştıran küçük haz esintileriyle mutlu olmaktan söz etmiyorum, gerçek mutluluktan, yani, bu gezegenin üstünde yaşayan türlerden birisi olarak, insan olarak mutlu olmaktan söz ediyorum.

*Acı hayatımızı nasıl etkiler, bize nasıl yön verir veya bizi nasıl etkiler?

Bir: Acı bizi sahici kılar. İki: Acı çekmek bize insanları, nesneleri ve durumları, en çok da kendimizi duyumsayıp kavrama yeteneği verir. Üç: Acı doğurgandır; örneğin, insanın acıyı aşındırma, yatıştırma ya da anılaştırma çabası yazma isteğinin en önemli nedenidir. Birçok büyük projenin gerisinde acı ya da ölüm yok mu?

——————-

Yazarla Söyleşi
Mine Olgun / NOKTA DERGİSİ, Kasım 2006

– Belleğin Kış Uykusu yayımlanmak üzere’ Yazma sürecinizden bahseder misiniz?

Romanı 2005 yazında, tatilimi geçirdiğim Karaburun’da, yüzerken bir dalış sırasında geçirdiğim küçük bir kazanın ardından aklıma gelen sorunun peşine takılarak yazdım. Soru şuydu: Acaba acıyı hayatımızdan çıkarsak ne olur? Bu soruyu başka sorular izledi. Acı yok olursa onunla birlikte, başka neler ortadan kalkar? Merhamet? Adalet? Vicdan? Hatta aşk? O sırada bir önceki romanım Düş Kırgınları’nı tamamlıyordum. Konu zihnimde alttan alta gelişirken beş ay kadar bekledim, Düş Kırgınları yayınlandıktan sonra da sekiz ay içinde Belleğin Kış Uykusunu bitirdim. Aslında ilk başta bir oyun olarak planlamıştım ama sonradan romana dönüştürdüm.

– Belleğin kış uykusunu yazı serüveninizde nereye koyuyorsunuz? Daha önce yayımlanan kitaplarınızla karşılaştırmak gerekirse nerede duruyor? Bu kitapla şimdiye kadar yapmadığım bir şey yaptım diyebileceğiniz bir yenilik var mı?

Belki şunu söyleyebilirim. Bay M yarattığım roman kahramanlarının içinde “büyük hayat” yaşamış ötekilere hiç benzemiyor. Yazarlar ya insan yaratırlar ya da çevrelerinde gördüklerini yazarlar. Bay M, benim öteki kahramanlarımdan farklı olarak çevremizde rastlayabileceğimiz tiplerden birisi. Yenilik demeyeyim ama farklılık, kahramanının az önce belirttiğim kişiliğinde. Öte yandan yaptığım şeyi bu romanda da sürdürüyorum. Yani insanı araştırıyorum. Ben genellikle insan yaratılışının merhamet ve kıyıcılık gibi birbirine zıt kavramlarının birlikte yer aldığı o gölgeli alanında boy atan temalarını ele alırım. Belleğin Kış Uykusu’nun teması bu alanın kıyısında yer alıyor.

– Eserlerinizde genel olarak “insanlık durumu” resmediliyor. İnsanlık durumu romanlarımda anlattığım gibidir cevabını verme ihtimalinizi göz önünde bulundurarak yine de insanlık durumunu soracağım size”

Gerçek edebiyatın çabası, insanda hep var olan ama o güne kadar gün ışığına çıkmamış bir insanlık durumu bulup, altını çizmek ve onu insana ilişkin bir gerçeklik haline getirmektir. İşte Romeo, Jülyet ya da Don Kişot. Her insan da bu insanlık durumu vardır ama bu gerçekler edebiyat yoluyla hayatımıza karışmışlardır. Bir de

İnsanlığın durumu var? O nasıl, diye sorarsanız, tabii ki “berbat” derim! Durum hakkında bir fikir edinmek için etrafa bakmak yeterli. Galiba insan bu gezegenin üstünde yaşayan bir tür olarak, yaşamındaki amacını aştı. Gezegenin bir parçası olmak yerine efendiliğini seçti. Dünya bugün de, hâlâ Conrad’ın, Schoendorferr’in, Romain Gary”nin romanlarında anlattığı o yamacı Batı uygarlığının sultası altında. Günümüzde revaçta olan ve bize önerilen değerler batı kültürünün değerleri, ama aynı Batı, hem gezegenimizdeki yoksulluğun nedeni, ham madde yağmasının da bir numaralı suçlusu.

– Hatırlamak ve unutmak romanlarınızda sık sık karşılaştığımız temalar. Bu iki kavramın önemi nedir?

Hemen küçük bir düzeltme yapayım, unutmak değil, unutmamak kavramının üstünde dururum ben. Öyle ki, sık sık, “en son unutan ben olacağım” derim. Aslında bu iki kavram da bellekle ilgilidir. Ben edebiyat yoluyla toplumsal belleğe kayıt düşmenin peşindeyim. Unuttunuz mu, direnmekten de vazgeçersiniz. Oysa anılar bize gerektiğinde öfkeli bir bilinç hediye ederler.

– Belleğin Kış Uykusu M.”nın merkeze alındığı bir roman. Ancak M. Yaşamı şiire değil düzyazıya benzeyen, tutkusuz birisi. Büyük hayatlar büyük adamlar içindir, M. İse sadece kendi hayatının kahramanı. Bir yandan da etkisiz eleman gibi. Neden böyle bir kahraman? Daha doğrusu vicdan, suç, masumiyet, gibi kavramları böyle bir kahraman etrafında sorgulamak günümüz insanının belleksizliğini düşündürdü bana” Tanımadığımız bir insanın acısına üzülmemek ya da kendimizi bile tanımıyor olmak. Yabancılaşma diyebiliriz belki de?

Belleğin Kış Uykusu, tırnak içine alarak söylüyorum, “çevremizde gördüğümüz sıradan insana” şefkatli bir bakışın öyküsü. Aslında acısına sadakatini sürdüren, geçmişinden ve belleğinden kopmayan insanların sandığımızdan daha cesur olduklarını göz ardı etmemeliyiz; hatta belki de çoğu cesur insandan daha yürekliler. Unutmayan, ruhsal acıyı bilen ve tanıyan insan, başka varlıkları acılarına da duyarlı olur. Mutluluk bizi sıradanlaştır ve belleksizliğe götürür. Acı, tersini yapar.

– Kahramanımız, suç/masumiyet, geçmiş/gelecek, iyilik/kötülük, unutmak/hatırlamak, aşağıda olmak/yukarda olmak gibi çatışan değerler arasında kalıyor. Kusma kulübü de insan eğer insan kalacaksa bir taraf tutmak zorundadır diye başlıyor. Taraf tutmak zorunda kalan M. Kahramanımızın seçim hakkı var mı yoksa roman bir seçimden çok zorunlulukla mı noktalanıyor? Peki, çoğunlukla tarafsız kalan günümüz insanına bir gönderme var mı?

Mesaj? Belki şunu söylüyor Bay M: Unutmak ve geçmişten vazgeçmek, seçilebilecek yollardan en kolayı. Ancak unutmak, acıdan kurtularak yalancı mutluluğu seçmek aslında belleksizliği seçmektir. Bu da yaşarken ölmek gibi bir şey. Hayatın dilediğimiz gibi saf olmadığını kabul etmeliyiz. Tattırdığı tüm mutluluklara karşın önlenemez dramlar, kaçınılmaz trajediler sunan bir kokteyldir hayat; sevinç ve acının hangi ölçüyle birleştiği belirsiz bir karışım. Geçmişle bağını koparan gelecekse yönsüz bir seçimi hatırlatıyor bana. Gelecek ancak geçmişle bir bağ kurarsa anlam kazanıyor. Geçmişi olmayan gelecek, ipini koparmış uçurtmayı hatırlatıyor bana.

– Herkes vicdanının elverdiği ölçüde özgürdür gibi hafızaya kazınası sözlerle dolu bu kitap. Romanın kalbinin attığı bir cümle var mı?

Roman birkaç sorunun ve tespitin etrafında şekilleniyor: Acaba hayatımızdan acıyı çıkarırsak bizi nasıl bir gelecek bekliyor olur? Ne denli acı verirse versin acaba insan başka bir hayat için kendi hayatından vazgeçebilir mi? Ve tabii bir de romanın başındaki alıntı: “Bir neden aramak, sevgiyi yok eder. Sevilen bir şeye anlam uydurmak, yalan söylemektir” Yani gerçek sevgi nedensizdir. Cevabı bir soruyla noktalayayım: Seven bir insan, acı verse de anılarından vazgeçer mi?

– Bu romanla okura ne vaat ediyorsunuz?

Belleğin ve sevginin önemini hatırlatmayı gözettim. Belki bir de edebiyatın anlamının bir kez daha altını çizmeye çalıştım. Edebiyat bize yaşamadığımız, yaşayamadığımız ya da yaşayıp de farkına varmadığımız hayatlar hediye eder.

Arka Kapak Yazısı
“M, o akşamüstü, göğsündeki garip sızıyla geçmişi olmayan, anısız bir güne uyandı. Belleği onu hafifmeşref bir sevgili gibi terk etmişe benziyordu.. ”
Mehmet Eroğlu, onuncu romanı “Belleğin Kış Uykusu’nda, insanı en çok kendisi kılan adını bile hatırlamayan bir adamın, Bay M’nin, yitirdiği belleğinin peşine düşerek, geçmişe ve geleceğe doğru aynı anda yaptığı fantastik bir yolculuğu anlatır. M’nin bindiği tren zamansız bir gecenin içinde yol alırken, M bir yandan gençleşir, bir yandan da karşısına çıkan yolculardan geri aldığı anılarla hayallerini, sevdiği kadınları ve geçmişini hatırlar. İnsanın düşüncelerini okuyabilen, bir belirip bir kaybolan bir palyaço ile M’nin öfke ve hayranlık duyduğu, kadınların gözbebeği yakışıklı Bay G, bu garip yolculuğun yoldaşlarıdır. Yolculuk, M’nin seçim yapacağı istasyona kadar gizini korur. M, üç zor soruya cevap verecektir. Acısız hayat bizi mutlu eder mi? İçinde bir tutam sevgi olan hayatımızdan, ne kadar kötü olursa olsun vazgeçebilir miyiz? Gerçek sevginin bir nedeni var mıdır?
Mehmet Eroğlu’nun benzersiz bir kurgu ustalığıyla kaleme aldığı “Belleğin Kış Uykusu”, insanın, belleğinin, vicdanın ve hiç şüphesiz saf sevginin kaynağını araştıran sıradışı bir roman…”

Mehmet Eroğlu – Belleğin Kış Uykusu
Yayınevi: Agora, 275 sayfa
Yayın Tarihi: Aralık 2006

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir