Benim Dinim Daha Beyaz Yıkar – Mine G. Kırıkkanat

mine-g-kirikkanatBenim Dinim Daha Beyaz Yıkar / Haça Tapmayan Hıristiyanlar

Katharların kitabı, İncil’in yeni bir yorumudur.
Ortaçağda (bazı ülkelerde şimdi bile), “laik” bir toplum kavramı hayal bile edilemezdi.
Ve Batı dünyasında yaşamın bir temeli sayılan, ötekinin dinine saygı, “hoşgörü” kavramı o dönemde, kısıtlı olarak Oksitanya ve Arap İspanyasının dışında hiçbir yerde yoktu. Hıristiyan ülkelerde herkes hükümdarın dinine aitti: “Cujus regio, ejus religio.”(Kral neyse, din odur.)

Daha sonra, Osmanlı İmparatorluğu’nda Türkler, Hıristiyanlarla Yahudileri özgür bırakmışlardır. Ama herkese bir etiket gerekliydi, herkesin bir dini olmalıydı (çok dindar olmamaları önemli değildi, ama ateist ya da dinsiz olmaları düşünülemez ve kabul edilemezdi) ve herkes haddini bilmeliydi. Çoğunlukla giyim tarzlarıyla, hatta bazı yerlerde evlerinin renkleriyle ayırt ediliyorlardı. Osmanlılar, İslam’ın dışında yalnızca Ortodoks ve Ermeni patrikleriyle hahambaşı(1900’e doğru İstanbul’da bayramlar sırasında, Sultan Abdülhamit’e sunulan tekbirlerde bu kural uygulanıyordu) tarafından yönetilen dinleri kabul ediyorlardı (Katolik Ermeniler on dokuzuncu yüzyılda bundan haberdar olmuşlardır).

Bir başka deyişle “laiklik” ya da “hoşgörü” kavramları yeni ve daha çok Fransa kökenli kavramlardır. 1598’de VI. Henri tarafından yazılan ve 1685’te XIV. Louis tarafından tekrarlanan hoşgörü fermanı, daha doğrusu “Nantes Fermanı” yanlış anlaşılmıştır. Bu ferman, aslında yalnızca Protestanlara yönelikti; ne Yahudilerle ne de başka inançlarla ilgiliydi. Büyük yazar ve koyu Katolik olan Paul Claudel şöyle demiştir: “Hoşgörü mü? Bunun için genelevler vardır!..”(Fransızcada hoşgörü “tolerance”tır ve genelevlere “maison de tolerance” -hoşgörü evi- da denir. Yazar burada bir kelime oyunu yapıyor.

Yakın zamanda, eski Yugoslavya’da bu “cujus regio, ejus religio” büyük bir şiddetle uygulanmıştır.
Konumuzun geçtiği dönemlerde laiklik ve hoşgörü var olmadığından, kurulu düzene muhalif olan bütün toplumlar tümcelerine, eğer Hıristiyan bir ülkedeyse “Asıl Hıristiyan biziz…” ya da Müslüman bir ülkedeyse “Asıl Müslüman biziz…” ifadesiyle başlamak zorundaydılar. Bunu bir kurnazlık olarak değil, gönülden inanarak söylüyorlardı. Ve muhalif oldukları konuyu dile getirip tümcelerini “asıl… biziz” diye bitirdiklerinde, en azından bir süreliğine kellelerini kurtarmış oluyorlardı. Bir süreliğine diyoruz, çünkü tarih boyunca oturmuş düzenlerin, yaklaşan bir değişimin habercisi olan kişileri ya da grupları er ya da geç yok ettiğini biliyoruz. Aynen erken öten horozun öyküsünde olduğu gibi, güneş bir günlüğüne gerçekten zamanından önce doğmuş olsa bile.

Yusuf Şahin’in Kader (al Masir) adlı filmi, bu konuyla bağlantılı olarak, biraz fantezi olsa da gerçeğe yakın bir biçimde, İspanyol-Arap filozof İbn Rüşd’ün (Averroes) Oksitanya’daki Hıristiyan, Ispanya’daki Müslüman otoritelerle yaşadığı zorlukları işlemiştir.

İktidarlarını korumak isteyen şüpheci din yönetimleri, Kathar öğretisini sapkın ya da Hıristiyanlığa karşı olarak görmüşlerdir. 869’da Konstantinopolis’teki dini meclis sırasında Kilise, düzenli olarak geleneğe karşı da olsa sadece bedeni ve ruhu kabul etmek için bireysel aklı reddettiğinde, asıl öğretinin kusursuz kalması gerekiyordu (Aziz Paul’ün Selaniklilere birinci mesajı, 5:23: “Yalnızca barışın tanrısı sizi kutsasın, bedeninizin, ruhunuzun ve aklınızın tamamı Efendimiz İsa’nın gelişine kadar yargısızca saklansın…” ya da Romalılara yönelttiği mesaj, 12: 2: “Yargınızın yenilenmesi sizi değiştirsin ve size Tanrının istediğini ve onun gözünde iyi doğru ve kusursuz olanı göstersin”). Ruhsal Hıristiyanlık “yeni adamın” tohumu olan bireysel ruhun varlığını, insanoğlunun “ruh olarak yeniden doğabilmesi” için kabul etmek zorundaydı. İnsanlar bedenleriyle, Kilise de insanların ruhuyla ilgileniyordu. Roma Kilisesi’nin katı öğretisi sayesinde baskın olan bu ortaçağ bağlamında Katharizmin yeniliklerinden biri, bu ruhsal özgürlüğün çerçevesini belirlemekti. Katolik kuralların karşısında ruh alanında yaşanan her türlü kişisel serüven, kendisini inancın koruyucusu ve Hıristiyanlığın sahibi olarak gören dini yönetim tarafından bir sapkınlık ve serkeşlik olarak görülüyordu. Bu, elbette öznel bir yaklaşımdı ve tarih içinde Hıristiyanlar, bunun aksini ispat etmeye ve İsa’nın öğretisinin çeşitli yönlere doğru gelişip farklı yorumlara açık olduğunu göstermeye çalışmıştır. İbrahim’den doğan üç ana din; Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslam, öğretinin saflığını ve gerçekliğini kendi üstüne almakta zorlanmıştır.

Kilise ancak II. Vatikan Meclisi sırasında (1962-1965), tekelci tutumundan vazgeçmiş ve başka “gerçeklikler”in varlığını ve bunların “aydınlatıcı” güçlerini kabul etmiştir (Nostra Aetate açıklaması).
Katharizm derin etkiler yaratmıştır, çünkü Katharlar en küçük köylere ve kasabalara giderek öğretilerini halka yaymışlardır. Ruhu taşıyan kişinin insanların arasında görünmesi, ruhun varlığını ispatlaması ve bu varlığın verimliliğinden söz etmesi gerekiyordu: Dünyayı tanımayan bilge, dünya tarafından tanınmaz. Katharlar herkesten uzak manastırlarda yaşasalardı, asla Haçlı ordusunun saldırısına uğramazlardı.

Bir inançta; dışarıdan bakıldığında insan, öğretiden daha önemliyse, insan varlığı olmaksızın hiçbir etki var olamaz. Zaten Katolik, Dominiken daha sonra da Fransisken rahipler, Katharların etkisine karşı ancak manastırlarından çıkarak ve halka gidip kendi öğretilerini tekrar yayarak din adamlarının imajını kurtarabilmişlerdir.

İslam dinine uygun bir tanrının peygamberi olduğUnu düşünen Şeyh Bedreddin gibi, Katharlar da bütün tümceleri, ne şu sözlerle başlıyorlardı: “Asıl Hıristiyanlar biziz…” aynı zamanda Hıristiyanlığın temelini oluşturan asıl kuralları reddediyorlardı:

Katharların mesajı basitti. Katharlar İsa’nın tanrısallığım reddediyor, ama Hıristiyanlığın temelini kabul ediyorlardı: İsa Tanrının habercisiydi ve insanlara aşk ve kardeşlik mesajını vermek için dünyaya gelmişti. İslam ve Şeyh Bedreddin de aynı inancı paylaşıyorlardı. Onlara göre İsa, Tanrının oğlu değildi ve gerçekten dirilmemişti. Onlar İsa’yı diğer peygamberlere eşit bir peygamber olarak görüyorlardı.

Katharlar haça, resim ve heykellere tapılmasını reddediyor ve haç simgesini kesinlikle kabul etmiyorlardı. Katoliklere şu soruyu soruyorlardı: “Senin babanı assalar, sen onun asıldığı ipe tapar mısın?” Müslümanlar da her türlü putperestliği reddediyordu.

Katharlara göre hiçbir zaman mucizeler olmamıştı; hatta İsa’nın bile mucize gerçekleştirdiği şüpheliydi. (İsa’nın mucizeler gerçekleştirdiği konusunda, Şeyh Bedreddin’le ayrılıyorlar.)

Şeyh Bedreddin’le Katharlar, ne tektanrılı bütün dinlerin kabul ettiği kıyamet ve son yargı adım taşıyan hesaplaşma gününe, ne cennet ve cehennemin ödül ve cezasına, ne de Isa dahil herhangi bir insanın dirileceğine inanıyorlardı.
Halbuki Kuran şöyle der:
“Ama kullar arasında inananlar ve inançtan uzaklaşanlar vardır. Ama uzaklaşanlara cehennem alevleri yeter. Bizim işaretlerimize inanmayanları biz aslında cehennemde yakarız. Derileri yandığında onlara her seferinde yeni bir den veririz ki acılan unutmasınlar. Aslında Allah büyüktür ve bilgedir.” (Nisa Suresi, 58-59.)
Kuran aynı şeyi farklı biçimlerde de belirtiyor (sure 23, Müminlerin Suresi, 103 ve 106: “Ve borular çaldığında..” vb.

Bu konuda Şeyh Bedreddin ne diyor, bir bakalım:
“Bedenin devamlılığı yoktur, ölümden sonra bedenin bazı bölümlerinin canlanması olanaksızdır. Dirilmeyi bekleyen cahiller daha çok beklerler!”
Cennet, cehennem ve dirilme kavramlarını reddeden Bedreddin ve Katharların düşünceleri aslında, var oldukları döneme göre bir çeşit devrimdi. Katharların öğretisine göre, bedenin dışında yaşayan, hatta ölümden sonra devam eden bir ruh vardır. Bu inanış Manikeizme uygundur: Yaşam boyunca İyi ye ulaşan ruh, sonsuz güç olarak tanımlanan Tanrıya gelir; halbuki Kötü’nün etkisiyle Özgürleşemeyen ve dünyanın prensi ya da karanlık tanrı olarak tanımlanan ruh, herhangi bir hayvanın bedeninde varlığını sürdürür. Eğer bu dinin Kusursuzlarına et yememe şartı koşuluyorsa, bunun özel bir sebebi vardı (Orhun Yazıtlarında belirtildiği gibi, eski Türklere de et yemeleri yasaklanmıştı): Bir ruhun ikinci yaşam sürecinde büyük bir kopuşa sebep olabilecek yırtıcı bir etki yaratmamak ve katil durumuna düşmemek gerekiyordu. Bir çeşit yeniden doğuşa benzeyen inançları yüzünden bir tavuğu bile öldürmeyen bu din adamlarından yüzlercesi, Engizisyon ateşlerinde yakılmıştır.
Katharlar, Hıristiyanlığın temeli olan vaftizi de reddediyorlardı. Onların öğretisine göre bir din, anneden ya da babadan çocuğa kalan bir miras değil, bireyin özgürce inandığı için seçtiği bir inançtı. Bu yüzden, çocuklar asla Kathar olarak görülemezdi; ancak ergenlik çağına ulaştıklarında, gerçekten kendileri içerlerse Kathar toplumuna dahil olabiliyorlardı.

Mine G. Kırıkkanat
Gülün Öteki Adı, Kırmızı Kedi Yayınları

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir