Bilge Karasu ile tanışma anlarından – Tomris Uyar

Bilge KarasuÖnce, dergide geçen ay yayımlanan öyküme dönmeliyim.* O öyküyü yazarak genç yaşta onulmaz bir hastalık sonucu ölen eski öğrencime gönül borcumu ödemiştim – geç de olsa; adımı vermem gerekmiyordu ama onun ölüm haberini bana telefonda ileten “dostum”un adını da vermemiştim. Bilge Karasu’nun adı bile öyküye taşıyamayacağı bir ikinci dramatik ağırlık yükleyebilirdi. Belki bu teknik kaygıdan da öte, günden güne ağırlaşan bir hastalıkla boğuşan Bilge’nin adını ölümle birlikte anmak istemiyordum.

Eski-öğrenci, Bilge Karasu’yu derslerimiz sırasında metinleriyle tanımış, yüzünü bile görmemişti. Ola ki hayranlık duyduğum sevgili bir dostumun sağduyulu sesinin beni haberin sarsıntısından bir ölçüde koruyabileceği inancındaydı; sıradan hatır sorma telefonlarına bile artık güçlükle çıkan birinden telefonun başına geçip böyle bir haberi iletmesini istediğine göre durumu bilmiyordu. Bilge de istese başka birine verebilirdi bu görevi ama sesi son konuşmalarımızdaki bitkinlikten sıyrılmış gibiydi: “Kusura bakma,” gibi bir şeyler geveledim titrek bir sesle. “Çok duyarlı bir gençmiş, keşke tanısaydım,” dedi. “O yaşta ölmenin ne demek olduğunu düşündüm de toparlandım biraz.”

Daha gerilere… Bilge, annesinin cenazesi Ankara’dan getirilip İstanbul’da toprağa verildikten bir süre sonra onu ziyaret için gelmişti yine. Doğup büyüdüğü bu kenti artık öylesine yadırgıyordu ki önemli bir işi yoksa buraya adımını atmıyordu.

Mezarlığa birlikte gittik. Yalnızca çok bağlı olduğu annesini değil, ömür boyu çekişmeli bir aşk yaşadığı sevgilisini, son yıllarda üstüne titrediği hasta çocuğunu da yitirmişti sanki. Birkaç ay önce İstanbul’a -bir anlamda dostlarına vedaya- geldiğinde iyiden iyiye çökmüş görünüyordu ama o günkü kadar yıkkın değildi.

Kimseyi “Aslında iyi görünüyorsun” gibi yalanlar uydurmaya zorlamamak için hastalığının gidişi hakkında kısa bir özet yapıyor, sonra başka konulara geçiyordu. Oysa eskiden en ufak rahatsızlıklarını abartmak gibi bir huyu vardı. Acaba ölümün abartılı kesinliği, bütün abartıların onun yanında solda sıfır kaldığını mı kanıtlıyor kişioğluna?

Mezarlıktan dönerken Bilge, orta yaşlı, cıvıl cıvıl bir Rum kadınından söz etti. Annesini gömebileceği bir yer ararken bu kadın “nasıl olsa daha ölmeyeceği” gerekçesiyle kendisine aldığı mezarı önermiş. “O kadını sen yazmalısın,” dedi. Birbirimize daha önce de bu tür ev ödevleri vermiştik ama bu seferki çok güçtü. Kendisinin yazmamasının nedenini sorduğumda, “Onu eğilimleri aracılığıyla kavramsallaştırmaktan korkuyorum,” yanıtını aldım. “Olduğu-gibiliğiyle belirsin istiyorum.”

O anda, bir zamanlar ne zaman baş başa kalsak oynadığımız oyunu anımsadım, tik hangimiz başlatmıştı bilmiyorum. Bilge, ya bir Osmanlı beyefendisi ya da bıçkın bir semt delikanlısı oluyordu. Ben de ya şanlı geçmişiyle övünen bir hanımefendi ya da erkeklerle konuşurken yüzü kızaran ama ağzından kaçırdığı bazı sözcüklerden pek de masum olmadığı anlaşılan bir Rum kızı. Bilge, nasıl bir sahne kurguladığını bana dilsel birtakım ipuçlarıyla sezdirirdi (bazan Osmanlıca, bazan şive, bazan vurgusu bozuk bir Türkçeyle), ben de ters ya da düz yanıtlarımla onu yeni bir kurguya zorlardım. Dışardan dinleyenleri şaşkına çeviren bir oyundu bu. Öyle ya, kedici olmak ve fotoğraftan öykü çıkarmak dışında ortak bir özelliğimiz yoktu; “öykü anlayışlarımız farklıydı.” Oysa farklı olan öykü anlayışımız değil öykü yazışımızdı. İşte o Rum kadın, benim yazışıma daha uygun düşüyordu Bilge’ye göre, yoksa onu bana emanet etmezdi. Ne tuhaf, sonraki konuşmalarımızda Bilge’nin benim yalın insanlardan karmaşık bir kurguya varma becerimi, benimse onun karmaşık bir kurguya yalın insanlar yerleştirme becerisini önemsediğimiz ortaya çıktı. (Otuzların Kadını ile Kılavuz’u tartışırken.) İstediği öyküyü yazamamıştım ama onun üstüne yazacağım ilk yazıda “Türk Borges’i”, “efsane yazar”, “yalnız adam” gibi sudan tanımlar yerine onu olduğu-gibi anlatacaktım Söz.

1966’da tanıştık Bilge Karasu’yla. Turgut Uyar’ın eski deyimle “kadim” dostuydu. O yıllarda da ödül peşinde koşmayan, kalabalık toplantılara katılmayan, parasını, cinselliğini ve gururunu kendi saptadığı titiz ilkeler doğrultusunda kullanan biriydi. Edebiyat, sanat, düşün dendiğinde evrensel bir kültürü vardı, ama bu kültürü bir “üstat” kimliğiyle çömezlerini etkilemek yerine bir “usta” kimliğiyle çıraklar yetiştirmeye adamıştı. Geçim koşulları her zaman kısıtlıydı. Yine de o ince çizgili tiril tiril İtalyan gömlekleri, Yüksel Caddesi’nin ağaçlarına kanşan serin-yeşil tıraş losyonuyla yaşama estetik katmaktan geri kalmazdı.

Hangisiydi bilmem… Genç öğrencinin ölümü mü? Bilge’nin son telefonumuzda ofisini “boşaltırken” bulduğunu söylediği Turgut Uyar’ ın eskilerde kendisi için oyduğu tahta bir kitap-açacağını bir an önce oğul Turgut’a gönderme telaşı mı? Ama Boğaziçi Üniversitesi’nde ders verme kararım pekişti.

Öğrencilerin Bilge Karasu’ya duydukları ilgi içimi öylesine açtı ki ağustos ayının tanışma anları’nı Bilge’ye ayırmaya karar verdim. Bilge daha sağken içinde ölüm geçmeyen bir Turgut Uyar anısı yazabilirdim böylelikle.

Göçmüş Kediler Bahçesi’nin (1980) ikimize ithaf yazısına-baktım: “Pencereden bakıyorum. Güneşe bakıp vakit geldi diye yeşermeye başlayan vişne, arından iki gün iki gece kar yedi. Şimdi yeniden silkiniyor. Okuma gözlüğümle bakarken bile yeşertisini seçebiliyorum bulanıklık içinde… Bu tahin-pekmez günlerinde yeşilin üzerine konacak apak çiçeklerini bekleyebiliyoruz gene de bu vişnenin, üst kattan atılmış, eskitilmiş bir gül demeti, kuru yeşili, vişne çürüğüyle; takılmış duruyor dallardan birine. Sevgi dolu anılar, gönül kapılarında hazır durabiliyor hâlâ. Ölümün silgisi yazıları çok daha güç siliyor. Daha ne olsun?” “Evet yazının içinde ölümün geçmemesini istiyorum ama şu anda bu kadarına umuda dayalı bir yazı da yapay olur. Çünkü her an…” Bilge Karasu’nun öldüğünü öğrendiğimde kitabı daha kitaplıktaki yerine yerleştirmemiştim.

Tomris Uyar

* Bu yazı ilk kez Varlık dergisinin Ağustos 1995 sayısında yayımlanmıştır.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir