BİLİMSEL GÖRÜŞE GEÇİŞ
Orta Çağların düşünce yapısı bugün bizim kolayca kavrayamayacağımız bir nitelikteydi. Bu düşünce belli bir düzene bağlıydı, ne var ki o düzeni oluşturan ilkeler bize şimdi yabancı ve anlamsız gelmektedir. Newton’un kafasını yerçekimi sorununa çevirdiği söylenen basit soruyu ele alalım: Dalından kopan elma neden yere düşer? Bu soru İtalyan Rönesansının canlı ve araştırıcı kafalarının mekanik dünya ile ilgilenmeye başladıkları on dördüncü yüzyıldan beri birçok kez sorulmuştur. Onlar yanıtı, Arap ve Rönesans düşünürlerinin aracılığı ile eski Yunan filozoflarının yapıtlarında arıyorlardı. Bize, tumturaklı felsefe geleneği kokusu veren bu yaklaşım, dünyayı açıklayıcı olmaktan çok uzaktı. Orta çağların yanıtı Aristoteles geleneğine dayanıyordu: Elma yukarı değil aşağı düşüyordu, çünkü yere düşme onun doğası gereği idi.

Sorunu böyle ortaya koymakla Orta Çağ kafasını karikatürize ettiğimin farkındayım. Niyetim bu kafa ile alay etmek değil, tam tersine, verdiği yanıtın bu son derece safdil biçimiyle bile çocukça olmadığını göstermektir. Eğer yanıt. “Bu elma yukarı değil aşağı düşmektedir, çünkü bu elmanın şu anda yere düşmesi doğası gereğidir,” biçiminde olsaydı çocukça olurdu kuşkusuz. Ama Aristoteles’in dediği bu değildi. Onun dediği, bu elma şimdi yere düşmektedir, çünkü yere düşme her zaman tüm elmaların doğası gereğidir, biçimindeydi. Bize çok basit gelen bu düşünce aslında insan aklının yürekli ve parlak bir atılımını simgelemektedir. Elma kavramının genelleştirilmesi bile kendi başına göz alıcı bir başarıdır. Benzer nesneleri sınıflama, örneğin mavi gözlü çocuklar, ya da, iki katlı evler gibi ortak özelliği olan nesneleri sınıflama, basit iştir kuşkusuz. Ancak doğada özdeş nesneler yoktur; bunları biz yaratmaktayız. Doğanın sağladığı, kimisi iri, kimisi küçük; kimisi kırmızı, kimisi solgun, birbirine benzer ama asla özdeş olmayan elmalarla yüklü bir ağaçtır. Benzer fakat çeşitli yönlerden değişik olan bu elmaların tümünü bir tek genellemede toplamak akıl yürütmenin en temel işlevidir.

O derece önemlidir ki bu, altını özenle çizmem gerekir. Özdeş olmayan nesneleri bir küme veya sınıfa koymak öylesine alışık olduğumuz bir eylem ki, ne denli önemli olduğunu fark etmeyiz bile. Birtakım nesnenin özdeş olmadığı halde benzer olduğunu algılamaya dayanır bu eylem. Onları, aralarında benzerliği sağlayan ortak bir özelliğe göre ayırt ederiz. Benzerliği apaçık saymamız bir alışkanlıktır; tüm elmaların, tüm ağaçların ya da tüm maddelerin benzerliğinden daha açık ne olabilir! Oysa Pasifik Adalannda bazı diller vardır ki, ağaç için bir sözcükleri olmadığı halde adadaki her ağaç için ayrı bir isime yer vermektedir. Ada halkı için ağaçlar aralarında benzerlik olmayan ayrı ayrı nesnelerdir; önemli olan benzerlikleri değil farklılıklarıdır. Bu adalarda kişiler kendilerini klanlarının totemi ile özdeş saymaktadırlar. Örneğin totem papağan ise kendilerini papağanla bir tutmayı son derece doğal görmekteler. Oysa, bizim için ne denli aykırı ve çocukça bir davranış bu!

Nesneleri benzer ve benzemez diye ayırma yeteneği, kanımca, insan düşüncesinin temelini oluşturan ve de yalnız insana özgü bir yetenektir. Doğanın kendiliğinden bize sunduğu bir şey olmayan benzerlikleri biz kendimiz izleyip bir ölçüde doğaya yüklemekteyiz. Newton elmasına ilişkin örneğimiz bunu tüm canlılığı ile göstermektedir. Çünkü Newton’un kendisinin anlattığı gibi, birdenbire kafasında doğan açıklama, elmanın düşüşü ile ayın dünya çevresindeki dönüşü arasında o zamana dek kimsenin görmediği benzerliği görmesinden kaynaklanmıştı. Yerçekimi teorisi, işte şimdi hepimize çok doğal ve apaçık gelen bu benzerliğe dayanıyordu. Oysa Aristotelesçi Orta Çağ kafaları için o iki olgu arasında benzerlik bulmak akıl almaz bir şeydi.

Ne var ki, onların yanıtında gizli olan genellemeler elma ile sınırlı kalmıyordu kuşkusuz. Aristotelesçilerin söylediği şey, elma yukarı değil aşağı düşüyorsa, bu elmanın tüm yersel nesneler gibi, doğası gereğidir. Onlar kütlelerin benzerliğinden hareket ederek dünyayı oluşturan nesneleri toprak, su, hava ve alev diye dört bölüme ayırdılar. Ayrımı yalnız cansız nesnelere değil beden ve ruh kavramlarına da uygulayacak biçimde kapsamlı tuttular. Ancak bizim için ilginç olan bu teorinin evrene verdiği yapısal özelliktir. Teoriye göre, topraksı nesneler arza aittir; doğal konumları arzın merkezidir; bırakıldığında yere düşmeleri, doğal konumlarına dönme özlemlerinden ileri gelir. Evreni doğal konumuna düşmekten alıkoyup boşlukta yüzdüren şey, dört element arasındaki çekişmedir; ateşin yanma eyleminde topraksı madde uçmakta. güçlü bir hava akımı suyu süpürüp yükseltmektedir. Evren yaşam dengesini elementler arasındaki gerginlikte, birbirine aykırı düşen doğal eğilimler arasındaki çekişmede bulmaktadır. Benzerliklere, benzemezliklere dayanan bir doğa düzeni içermekte bu teori; güzel bir düşünce kuşkusuz. Ancak bizim için sadece parlak bir kurgu, temele inmeyen, dünyanın işleyişini anlamaktan uzak kalan çocukça bir düşünce.

Aristoteles’e dayanan Orta Çağ düşünce sistemi, bize geçerli görünen fiziksel sistemden iki önemli noktada ayrılmaktadır. İlkin, bizimkinden nitelik yönünden farklı bir madde kavramı vardır onda. Bizim bir makina işleyişi biçiminde gördüğümüz maddesel hareketler, o düşünce sisteminde insan eylemi niteliğinde yorumlanmıştır. Toprak, su, hava, alev temelde insan doğası olan bir doğaya sahiptirler; ya da insan doğasına özdeş bir doğadan kaynaklanan nesnelerdir. Onları da eyleme iten şey bir istençtir; belki akıldan yoksun, ama her yönüyle inatçı bir hayvan istenci. Kütleler arzın merkezinde konumlarını ararlar; hava yukarı çıkmak ister. Soyut düzeyde, Aristoteles’in, elementlerin bu eğilimleri nedeniyle tüm hareketleri sağladıkları düşüncesinde olduğu sanılabilir. Oysa onun gözünde bu hareketler mekanik değildi, ne de öyle yorumlanmalıydı. Doğayı temelde istekleri, kaprisleri olan canlı bir varlık sayan bir görüştü onunki.

Sonra, bu anlayışın tümünde hiyerarşik bir düzen fikri vardı. Doğa bu düzene erişmek çabasındadır; amacına ulaştığında biçim değiştirmiş olarak hareketten kesilir. Her şey merkezine doğru bir yere ulaşır; topraksal nesneler aşağıya, havasal nesneler yukarı yönelerek ait oldukları yerleri bulunca dünya durur. Bu hem dünyayı bir andan başka bir ana geçişte hareketsiz sayan eski Yunan düşüncesini, hem de dünyasal yaşamın doğasını kusurlu gören Orta Çağ dinsel görüşü yansıtmaktadır. Düzensiz olan dünya, ideal bir hiyerarşiyi içeren düzenini aramaktadır. Bu düzen dünyanın erişmesi gereken değişmez yetkinliği içerir.

Bizim kavrayamayacağımız bir anlayış bu. Bir masal olmasından değil güçlüğümüz. Bir masal olarak, Yeats’ın son şiirlerinin de gösterdiği gibi, yabancısı olmadığımız güçlü ve etkili bir şey. Bizim kavrayamadığımız şey, bu anlayışın bilimsel bir teori olarak sunulmasıdır. Bu açıdan ne açıklayıcı, ne düzenleyici gücü var, ne de gerçekte anlamı. Bu dünyanın, bizim anlamlı bulduğumuz, nesnel, kendiliğinden çalışan bir makinayı andıran, olguların nedenini başka olgularda aramamız gereken dünyaya benzer bir yanı yok.

İşte bir tek tümcede, iki görüşün, Leonardo da Vinci ile Isaac Newton’un düşüncelerinin, arasındaki farkı görüyoruz. Da Vinci bir mucit ve mühendis olarak Newton ve arkadaşları kadar yetenekliydi. Ne var ki, tuttuğu notlara göz attığımızda, onu asıl ilgilendiren şeyin, doğanın çeşitliliği, sonsuz esnekliği, tüm bölümlerinin uyum ve bireyselliği olduğunu görürüz. Oysa Newton’u astronomiye yönelten şey, onda bulduğu birlik, tekdüzelik, tüm parçalarının bir makine modeline uygun sistem oluşturmasıydı. Da Vinci bir sonuç elde etmek istediğinde, kararını verir, kendisini sonuca götürecek araçları planlardı. Çizdiği makinaların amacı buydu. Newton ise, son derece yetenekli bir deneyci olmasına karşın, makinalarını bir şey yapmak için değil, doğayı gözlemlemek için tasarlıyordu. Newton gözlemlediği her sonucun, nedenine inme çabasındaydı.

Böylece, bilim çağını Orta Çağdan ayıran nedensellik kavramına gelmiş bulunuyorum. iki çağın temel ayrılığını bu kavramla saptayabiliriz. Diyebiliriz ki, Orta Çağ kendi iç düzenini gerçekleştirme peşine düşmüştü; bilim çağı ise bu düzeni yıktı, yerine nedenler düzeneğini getirdi. Ancak bu ayrım sorunun özüne inmemektedir. Bir yandan, tüm bilim, hatta tüm düşünme düzen kavramından yola çıkar ve ona dayanarak yürür; Orta Çağın ayırıcı özelliği hiyerarşik bir düzen aramasıydı. Öte yandan, bilimsel görüşün ayırıcı özelliği ise, nedenler düzeneğine dönmesi değil, dünyayı bir düzenek, bir olgular düzeneği olarak görmesiydi. Bu dönemde gel-git olayına, ya da ay tutulmasına bakılırken, suyun ya da ateşin niteliğine değil, bu olgulara yol açan başka olgulara bakılıyordu. Bilimsel Devrim, ideal doğalarına göre düzenlenmiş nesneler dünyasında, nedensel bağıntılardan kurulu bir düzenekte yer alan olgular dünyasına geçişi simgeler.

J. Bronowski

Kaynak 
Bilim Felsefesi
Cemal Yıldırım
Remzi Yayınevi

Previous Story

Çocuk Resminin Özellikleri

Next Story

Bilimsel Metodun Kökeni ve Niteliği – Bertrand Russell

Latest from Bilim

Go toTop

OKUMA ÖNERİLERİMİZ