Leverrier ya da Roemer adlarını hiç duydunuz mu bilmiyorum, ama ben kendilerini pek severim. Öyle onları çok iyi tanıdığımdan da değil üstelik. Haklarında da tek bir şey biliyorum desem yalan olmaz. Ama benim için çok şey ifade ediyorlar. Biraz bahsedince siz ne düşüneceksiniz bakalım.

Elma! Dediğimde aklınıza Adem babamızla Havva anamız gelmediyse herhalde Newton gelmiştir, çünkü kendisi bir elma marifetiyle aklı başına getirildiği varsayılan ve ünlü yerçekimi yasasını keşfetmiş olan kişidir. Söz konusu yasaya göre, bildiğiniz gibi, gök cisimleri birbirleri tarafından, hesaplanabilir bir çekime uğratılırlar. Ancak bu yasa bilim çevrelerine ilk duyurulduğu zamanlarda, bilim insanları için, bu kadar bile bilindik değildi ve kendisini zor ya da kolay problemlerle sınamak zorunda kaldı. Bilim ilerleyip hassas ölçümler yapıldıkça Newton yasası daha zorlu sınamalarla karşılaştı. Bunlardan ilki Jüpiter’in aylarıyla ilgiliydi. Jüpiter’in ayları, Newton yasası ile hesaplanmış zamana göre, bazen sekiz dakika ileri, bazen de sekiz dakika geri olan bir fark oluşturuyorlardı. Bu fark Jüpiter’in Dünya’ya yakın olduğu zamanlarda ileri, uzak olduğu zamanlarda ise geriye doğruydu. Bu tuhaf bir durumdu. Yerçekimi yasasına güveni tam olan Roemer , bu durumda, ışığın Jüpiter’in aylarından Dünya’ya gelmesinin zaman aldığı gibi ilginç bir sonuç çıkardı. Jüpiter bize yakın olduğunda ışık daha kısa sürede, uzak olduğunda ise daha uzun sürede varıyordu. Böylece Roemer bu yolla ışığın hızını ölçmeyi başarmış, ışığın bir anda yayılan bir şey olmadığını da ilk kez göstermiş oldu. Daha sonraları ortaya yeni bir sorun çıktı.

Resim: Ole Roemer
Newton yasasına göre gezegenler yalnızca Güneş’in çekiminde değildi; birbirlerini de biraz çekiyorlardı. Öyleyse yörüngeleri eliptik olmamalıydı. Gerçi bu küçük bir çekimdi; ancak “küçük” olan da önem taşıyabilir ve hareketi etkiler. Jüpiter, Satürn ve Uranüs’ün büyük gezegenler oldukları biliniyordu. Her birinin diğerleri üzerindeki çekimi sonucu, yörüngelerinin Kepler’in kusursuz elipslerinden ne ölçüde farklı olduğunu saptayacak hesaplar ve gözlemler yapıldı. Sonuçta Jüpiter ve Satürn’ün hesaplamalara uygun hareket ettikleri; Uranüs’ün ise, ‘tuhaf davrandığı ortaya çıktı

İşte Leverrier diye biri, gerçekliğin gerçekten var olup olmadığı, gerçek algısının mümkün olup olmadığı, insan aklının gerçekliği kavrama yeteneğinde olup olmadığı gibi yersiz tartışmalara aldırış etmeden, bizzat bu Newton yasasına dayanarak söz konusu sorunu çözmeye girişti. Kağıt ve kalemden başka bir araç kullanmadan (çünkü kendisi 19. yüzyılda yaşamak talihsizliğine uğramıştı) iki yıl boyunca matematik hesaplamalarına boğuldu. Sizin nazik sabrınızı zorlamayı sonraya bırakarak hemen söyleyelim ki, sonunda ülkesinin gözlemevine, 1846 yılında, Uranüs?ün kavramsal yörüngesinden sapmasına yol açan ve o güne kadar gözlenememiş bir gezegenin varlığını, kütlesini, hacmini ve onun tam konumunu bildirdi. Ve talihi varmış ki bu cüretkar girişimi ciddiye alınıp söylediği yere bakıldı, çünkü kendisi ile aynı sıralarda aynı çalışmayı yapmış olan Adams adındaki biri sadece kaçık bir sivri zekalı sayılarak bu keşfin sahibi olmaktan alıkonmuştu. Ve böylece Neptün gezegeni bizim için bilindikler arasına katıldı.

Resim: Leverrier
Yahu ne var bunlarda bu kadar etkilenilecek, bilim tarihinden anektotlar işte demeyin. Bunlar, ?eğer bir yasa doğru ise başka bir yasanın bulunmasına da yol? açabileceğinin, ?eğer bir yasaya güveniyorsak, ona ters bir şeyin ortaya çıkmasının bizi başka bir olguya doğru?1 yöneltebileceğinin, bilim tarihinde tek olmayan ama bilimin bilim dışılıktan ayrışmasının temel adımlarını bize gösteren belki de en parlak örnekleridir. Ama bu sözlerdeki netlik tınısı, size de, sanki bu çağa ait değilmiş hissi vermiyor mu? Sanki bu sözler, insan aklına ve ?İlerleme? ye inanılan o eski ve aydınlık çağlardan kalmış gibi. Oysaki, post-modern çağımız, bu kokuşmuş aydınlanmacı zihniyetin, hesabının görülmüş olmasının üzerinde yükselmiyor mu? Çağdaş kuramsal fizik, Einstein?in dehasına dayanarak, Newton?u 20. Yüzyıl eşiğine gömmüş değil mi? Newton bile berhava olduğuna göre Leverrier?in önemi ne olabilir ki?

Goethe zamanında,dünyaya sadece yarı-deliler ile yarım akıllıların zarar verdiğini söylemişti, belki de eksik bırakmış, bir de yarı cahiller var. Evet üç beş popüler bilim kitabı tıkıştırılmış, bilim kurgu filimler ile aydınlatılmış ve bol,bol pek moda fantastik romanla sulandırılmış bir takım iddia sahibi beyinler, gerçekten de Newton?un tarihsel bir kişilikten öteye gidemeyeceğini sanıyorlar. Newton?un hala bilimsel değeri olduğuna ahaliyi inandırmak için neredeyse akademik kariyer sahibi olmak gerekiyor. Bu ahalinin önde gidenleri azıcık sıkışırsa en az 11 boyutu olan ve aynı anda aynı mekan ve zamanda süregiden evrenlerin varlığını ortaya sürüyor. Ama popüler bilimin bu içler acısı durumu bir yana, pozitif bilimlerle ilgilenen bilim insanları yine de ancak, o, çağımızın çoktan kadük kıldığı aydınlanmış kafayla düşünerek bir şeyler elde edebiliyorlar. Öte yandan, üzülerek söylemeliyiz ki, bu hurafe ve fantezi merakı, bilinemez ve gizemli olana duyulan bu çılgınca hayranlık, sosyal bilimleri daha ilk adımda yere seriyor.

Sosyal bilimlerin kolayca tökezlemesinin ilk sebebi, rahat bir kesinlikle söyleyebiliriz ki, nesnesinin gözlemlenebilirliğinin ve içinde bulunduğu şartları yalıtarak onu deneye tabi kılmanın zorluğunda yatıyor. Bu tür zorluklardan yılmış olsalar gerek ki, çoğu sosyal bilimci, üniversite ve süreli yayınlarla örgütlenmiş bir ordu düşünürün çalışmalarına ve geliştirilmiş bir dolu istatistiksel yöntem ve alan araştırması ilkelerine rağmen, hala pozitif bilimlerin kesinlik görüntüsüne imrenerek bakıyor, anlaşılamamış erdemlerine dört elle sarılarak, ya bilim olma iddiasını sessizlikle geçiştiriyor, ya da mutlak doğru diye bir şeyin var olmadığını artık müspet bilimlerin bile itiraf etmek zorunda kaldığını gururla açıklıyorlar. Mutlak doğruluğun göreli bir kavram olması bir yana, öne sürüle, sürüle tekerleme haline gelmiş bu ilk zorluk, gerçekten de gerçek bir zorluk mudur?

Her ne kadar, CIA?in, etkilerini gözlemek üzere ABD?deki koca bir şehrin üzerine düzenli ve artan dozlarda radyasyon vermesi deneylerinde, hiç umursamadan bir kenara atılabileceği gösterilmiş olsa da, kendi bilgisi dışında insanlar üzerinde deneyler yapmanın ahlaki zorlukları aşikardır. Öte yandan büyük kalabalıklar üzerinde gerçek sosyal ve psikolojik deneyler yapmanın teknik zorlukları da tahmin edilemez değildir? Peki ama, yazılı ve arkeolojik kayıtlarıyla tüm tarihsel bilgi birikimimiz dev bir laboratuarın kayıtlara geçirilmiş deney sonuçları olarak görülemez mi? Doğa bilimlerindeki laboratuarın yerini bugüne dek tutulmuş kayıtlar ve tecrit etmenin yerini soyutlama yöntemi alamaz mı? Ve giderek belirli araştırma ilkeleri ve çok genel de olsa sosyal realitede bir takım düzenlilikler gözlenemez mi?

Peki bütün bunlara olumlu yanıt vermekte zorlanıyorsanız, şöyle bir aklı selim ile düşünelim bakalım. Olguları deneye tabi tutmak bakımından astronomi bilimi sosyal bilimlerden daha mı üstün imkanlara sahiptir. Modern bilimin doğumunda, bu doğum neredeyse tamamen gökbilim aracılığı ile olduğu halde, çıplak göz ya da çok güçsüz teleskoplar, tabi bir de Newton?un kemirip durduğu ünlü elması dışında, elde ne vardı? Peki Galileo, Kepler veya Newton bu zorlukların astronominin bilim olmasını imkansız kılan gerekçelerini sayıp dökmekle mi tarihteki yerlerini aldılar? Modern bilimin eşiğinde Kepler gök mekaniği ile uğraşırken Galileo yer mekaniği ile uğraşıyor, yani daha kolay deney ve gözlem koşullarına sahip bulunuyordu. Buna rağmen Richard Westfall?ın Galileo?nun deneyciliği konusundaki şu gözlemine ne dersiniz? ?Galileo’nun eylemsizlik kavramı, .. modern fiziğin tüm yapısının temel taşı olmuştur… Eylemsizlik hareketi nerede gözlenir? Hiçbir yerde. Eylemsizlik hareketi idealleştirilmiş bir kavramdır ve gerçekleştirilmesi olanaklı değildir. Eğer deneyimlerden yola çıkarsak büyük olasılıkla, deneyimlerin oldukça karmaşık bir çözümlemesi olan Aristoteles mekaniğine ulaşırız. Buna karşılık Galileo işe deneyimlerde hiçbir zaman yer almayacak olan idealleştirilmiş koşulların çözümlenmesi ile başladı… Galileo’nun deneyleri çoğunlukla, sürtünmesiz düzlemlerde yapılmaktaydı. Bunlar düşünce deneyleriydi; gerçekleştirilmeleri olası tek yerde, yani zihinde yapılıyordu.?2 Demek ki, salt pratik deneyime bağımlılık da ?bilim?i ilerletici bir unsur olmayabiliyormuş!

Sosyal bilimlerin bilim dışılığının en bilimsel katılıktaki savunucuları her ne kadar deney tüpleri olmadan bilimden bahsedilemeyeceği içgörüsünü gülünç kaçacağı bilinciyle ortaya süremeseler de, sofulukları azıcık seyrelmiş, karanlık zihniyetlerinden azıcık kurtulmuş olanları, sosyal realiteyi açıklamak üzere bazı modellerin kurulabileceğini öne sürebiliyorlar. Ama onlar da, daha henüz ?bilimsel? akılları başlarında olduğundan olsa gerek, fizik bilimler ile sosyal bilimler arasındaki mesafeden emindirler. Öyle ya ?sosyal dünya sonsuz biçimde karmaşık ve çok-katmanlıdır [sanki fizik dünya yalınkat ve tekdüzeymiş gibi!], bu nedenle basit gözlem yoluyla açıklama yapmaktan kaçınmayı gerektirir [Sanki fizik bilimler ancak basit gözlemden vazgeçmekle bilim olabilmiş gibi], İlaveten, sosyal dünya bir fenomenler alanı olarak doğal dünyadan farklı olduğu için “yasalar temelinde yönetilme” derecesi de farklıdır. Sosyal dünya iyi düzenlenmiş değildir. [Kaos denilen şeyle uğraşan fizik bilimcilere fizik dünyanın çok iyi düzenlenmiş olduğunu söyleme cesaretini bir gösterin bakalım! İnsanın karşısındakini sadece bakışıyla salak yerine koymasının tadına varacaksınız]Sosyal dünya yasaların yönettiği bir neden ve sonuç sistemi değildir. Bunun yerine, insanların maksatlı, anlamlı eylemlerinin aracılık ettiği, birbirleriyle olumsal ve bazen tesadüfi ilişkiler içinde olan verili kültürel ve maddi kurumlar çerçevesindeki pek çok farklı, birbirini enine kesen süreçlerin, yapıların ve kurumların toplamıdır.?3 Sosyal bilimcilerin yüzyılları alan tefekkürünün akıl dolu varış noktası: İnsan bireyinin maksatlı eyleminin aracılık ettiği ama aralarında keyfi ilişkiler sürdüren insan kurumlarının toplamı olarak toplum nedenselliğin geçersiz olduğu bildiğimiz fizik dünyanın dışında başka bir dünyadır!

Sosyal bilimciler çoğunlukla, insan bireyinin rastlansal sonuçlar doğuran iradi davranışı kabulünü, bu başına buyrukluğu, toplumun belirlenebilir kurallara uygun hareketinin engeli olarak gösterirlerken, doğa bilimciler herhangi bir bütünlük gösteren sistemin, onu oluşturan ?bireysel? parçaların raslantısal davranışlarına rağmen çok kararlı olabileceğini deneysel olarak da gözleyebiliyorlar. Öte yandan “?Canlılar söz konusu olunca her şey olabilir,? diyebilirsiniz. Bunu kabul ederseniz canlı varlıkları hiçbir zaman anlayamazsınız.?4

Aslında örneğin, sosyal bilimlerin parça bütün ilişkisinin çözümlenmesi bakımından fizik bilimlerine göre, her zaman fizik bilimlerin kendisine karşı sahip olduğu belirtilen üstünlüğe benzer bir üstünlüğe sahip olduğunun görülmesi gerekmez miydi? Fizik bilimi artık kolayca gözlenebilir materyalle uğraşma düzeyinin altına inmiş, temel araştırma alanı haline gelmiş atom altı parçacıkları gözlemlemekte ve deneye tabi tutmakta zorluklarla karşılaşır ve bunları aşmak için CERN deneylerinin de gösterdiği gibi büyük çabalar harcamaları gerekirken, sosyal bilimler düzenlilik gösteren kaotik sistemin temel parçacığı olarak insan bireyini her yönüyle araştırma imkanına sahiptir.

Sosyal bilimlerin fizik bilimler gibi, kendi inceleme konusu ile barışık bir doğaya kavuşmalarına ve sosyal bütünde kimi düzenlilikler bulmaya kalkışmalarına engel olan şeyin, sosyal bilimcilerin ?insan?a ilişkin önyargıları olabileceği gibi bir görüntü var sanki. Doğrusuya, şu insan denilen mahlukun kendisini, basitlikten öteye gidemeyen arzuları, tamamlanmamış zihinsel gelişimi ve yarım yamalak, tutuk mantığı?na rağmen ve belki de tam da bu nedenle, tüm doğanın dışında bir doğaya sahip görmek gibi arızaları, en azından Bakır Çağından beri hep olagelmiştir. Bu üstün bilinç, Açlıktan kıvranırken ve pis kokular içinde taharet alırken bile kendisini maddi dünyanın aşağılık tabiatının dışında düşünmek bönlüğü ile malüldür. Ama bu derece zor koşullar altında kopuk ,kopuk fikirleri toparlamanın yoruculuğunun sosyal bilimciye bir hediyesi varsa, o da huzurlu bir uyku olmalıdır.

Huzurlu bir uykunun, Benzinin kimyasal formülünün bulunması olayında örneklenebileceği gibi, ayık kafayla içinden çıkılamayan sorunları çözmekte bilim dünyasına katkısı görmezden gelinemez. Tıpkı bunun gibi, sosyal bilimci de, bir türlü bir araya getiremediği düşüncelerini uykuda sonuca ulaştırıp bazen sosyal alana ilişkin bir düzenliliğin farkına varabiliyorsa da, bu keşif hemen, saçı sakalı birbirine karışmış nur yüzlü bir karabasanın kendini göstermesiyle dağılıp gider. Öyleyse biraz da şu bilim insanlarının huzurlu uykularını ara sıra bölen kara basan üzerinde duralım.

Bir zamanlar insana dair neredeyse her konuyu ilgilendiren bilimsellik ve kesinlik iddiasında yasalar ortaya koymuş, yaşadığı sıralarda az sayıda insanı ama bir süre sonra hızla tüm dünyayı kucaklamış fikirler ortaya atmış, şu ana kadarki insanlık tarihinde belki de en çok okunmuş kitabı yazmış, milyonlarca insanı etkilemiş, Onun fikirlerinden esinlenmiş örgütler, ayaklanmalar, devrimler ve devletler ortaya çıkmasına sebep olmuş, üstelik de sosyal bilimlerin neredeyse tümünde sarsıcı etkide bulunmuş biri yaşamıştı. Öyle masalların meşhur devi tepegöze benzer bir yanı yoktu, ama yoksulluk ve hastalıklarla geçen ömrünün sonlarına doğru şöhreti arttıkça, ?canavarı ininde görmeye gelmiş kalabalığı? çalışma odasının penceresinden görmeye alışmak zorunda kalmıştı. Ama yine de okuduğu gazetenin sayfalarını yaşlı, titrek parmaklarıyla çevirirken bir köşede, ara sıra, kendisinin nihayet sonunda ölmüş bulunduğunun bildiriliyor olmasına şaşmıyor da değildi. Süreli yayınlar hala ve sık , sık, bizzat onun değilse de (çünkü nihayet sonunda gerçekten de ölmüştü!) görüşlerinin bir daha dirilmemek üzere öldüğünü bildirmekten sevinç duyuyorlar! Ama bu iç rahatlatıcı haberler huzurlu rüyaları bölen karabasanı kovmaya hiç fayda etmiyor!

Aslında ramak kalmıştı. bundan 20 yıl önceydi. Şimdilerde kafası çalışan ve bu işlerden anladığı varsayılan her yarım akıllının, en azından gelecek yarım yüzyılı planlama yeteneğinde olduğuna inandıkları Amerika Birleşik Devletlerinin şaşkın bakışları arasında Sovyetler Birliği tarihe karışmış, kapitalizm rakipsiz kalarak ebediliğini kanıtlamış, ve böylece, onun ölümcül sonunun uğursuz habercisi Marksizm de inandırıcılığını yitirmişti. Artık Marksizm ancak az sayıdaki mankafanın uğraşısı ve sosyalizm de tedavisi mümkün olmayan kimi ruh hastalarının hülyası olabilirdi. Ama yine olmadı! Aldığı ağır darbeye rağmen Marksizm düşünenler için cazibesini hiç yitirmedi. Hatta bir türlü savuşturulamayan şu son küresel ekonomik krizden sonra etki alanını arttırdığı bile söylenebilir.

Onun bu şaşırtıcı dokuz canlılığı, belki de insanlığın kendi kaderini kavramak ve ona hakim olmak için onun içeriğinde bulduğu yaratıcı desteği başka bir yerde bulamıyor olmasındandır. Onun dışındaki tüm fikir akımları, öyle ya da böyle mevcudun kabullenilmesini, ona zor da olsa katlanılmasını telkin etmekten ne kadar uzaklaşabilirler ki? Ama Marksizmin bir bunalım yaşadığı da tamamen doğrudur. Ve aslında Marksizm ile haşır neşir olanlar bu bunalımın, sosyalist ülkelerin çöküşü ile ortaya çıkmış gibi görünse de yeni olmadığını bilirler. Ve bu bilginin sahipleri, bu bilgileri kadar kesin olmasa da, söz konusu bunalımın, en azından en genel boyutlarıyla ve kaçamak kurgulara ya da mazeretçi çözümlemelere baş vurulmaksızın, teorinin geneli ile tutarlılık içinde kalınarak açıklaması yapılamadığı sürece, marksizmin, insanlığa kurtuluşu yönünde destek olma iddiasından vazgeçmesi gerekeceğini ve bundan sonra insanlığın kurtuluşu yönündeki her girişimin eskisinden de daha fazla karanlık içinde el yordamıyla, kör gözüm parmağına yapılacağını sezinlerler. Bizce de insanlık, bizzat kendisine ait olsa da Marksizm içerisinde yaşanıyormuş gibi görünen düşünsel bunalımını aşmadan yoluna hızla ve güvenle devam edemez.

Ancak, biliniyor ki, bu kapsamda olmasa da mevcut bunalım ilk ve tek değildir. Marksist teorik çerçeve pratik ve hatta kendi başına yine teorik bir çok sorunu çözmek için daha önceleri de, çeşitli yönlerden çekiştirilmiş, böylece zenginleştirilerek örgüsü kimi yerlerinde seyrelmesi pahasına kimi yerlerinde sıkılaştırılmış, ama koca ,koca boşlukların ortaya çıkmasına mani olunamamış ve artık çerçeve de yamru yumru olmuştur. Birbirine yakın ya da karşıt, ama aralarında önemli farklar barındıran yeni ?Marksizm?ler ortaya çıkmış, ama bunlar, tıpkı Marx?ın Hegel sonrası hegelcileri eleştirirken gözlemlediği gibi, teorinin bir yanını teorinin bütününden kopararak ve diğer yanlarının karşısına koyarak birbirleriyle mücadele etmiş ve gerçekliği bu yolla anlamaya çalışmışlar, ama, ne tek, tek ne de düşsel birliklerinde, marksizmin kaynağında duran Marx ile tutarlılıklarını koruyamamışlardır. Bu tutarsızlık, kendisini, dolaysızca, kendilerine bakışlarında ortaya koyar. Onlar marksizmi bir ideoloji ve dolayısıyla da kendilerini de bu ideolojinin üretici ve icracıları olarak görürlerken, Marx kendisinin bilim adamı, uğraştığı şeyin bilim ve siyasal fikirlerinin de bilimsel olduğunu ileri sürer. Bilimden ideolojiye bu ilerleme(?) en nihayetinde marksizmin bir teorik çerçeve değil de zengin bir esin kaynağı işlevini sürdürdüğü post-marksizmde safsataya dönüşür.

Marx?ın Hegel sonrası hegelciler için yaptığı bir tespitin Marksizm sonrası Marksistlere cuk oturması da pek manidardır. Onların hiç biri Marx?ın toplu bir eleştirisini dahi yapmaya kalkışamamıştır! Marksistler ve Marksizm eleştirmenleri, marksizmi dogmatikliğe düşmeye can atan bir düşünüş olarak ele alırken pek rahat ve hoşnutturlar ama aynı eleştiriyi Marx?a yöneltmeye gelince birden cesaretleri kırılır kafaları karışır, huzurları kaçıverir. Marx?a karşı mücadele de, mertçe ve düşmanının gözünün içine bakarak dürüstçe, cepheden bir mücadele değildir. Bu, vur kaç taktiği ile, sezdirmeden, arkadan yaklaşıp vurarak, küçük parçalar kopararak, bir vurup bir barışarak yapılan bir yıpratma savaşıdır. Ama çok etkilidir!

Ara sıra bir makale veya bir kitapta, ilgili ya da ilgisiz bir konuda,Marx?ın çelişkilerle dolu eserinden dem vurulur, fakat, heyecan verici bu satırlar, söz konusu edilen çelişkilerin neler olduğu, bu eserin somut olarak neresinde bulunduğu ve dahası çözümlerinin mümkün olup olmadığı konusunda hiçbir açıklama ve yön gösterme olmadan ve siz daha yeni ,yeni yazarının da pusulayı şaşırmış olduğunu sezinlemeye başlarken, hemencecik bitiverir ve başkaca konulara geçiliverir. Bu arada anlarsınız ki, sözü edilen öyle ufak tefek çelişkiler, gözden kaçmış ufak tefek örgü hataları değil de, Marx?ın gerçekten de tüm eserinin temel yapısı, onun iskeletidir. Gerçekten de farklı odaklanmalarla bakılan bir ve aynı resimde farklı görüntüler görülmesi gibi, Genel?e ve Bütün?e dikkat edilirse böyle bir şey sadece Marx?da değil tüm marksizmin tarihinde fark edilebilir. Marksizmin parçalı yüzeyinde, daha ilk oluşum günlerinden itibaren yavaş yavaş belirmiş, önceleri diğer dünya görüşleri karşısında onun ayırt edici özelliğini oluşturmuş, zamanla katılaşıp sertleştikçe yüzeyi boydan boya ikiye bölmüş bir fay kırığı hattı göze çarpar. Bu hat, Marx?ın, insan toplumunun tarihini insan iradesinden bağımsız, yasaların hükmünde katı bir zorunlulukla işleyen nesnel bir süreç olarak tanımlaması doğrultusunda, kendisi ile az ya da çok ilgili, dolaylı ya da dolaysız başka önerme ya da saptamalarla karışıp dolaşarak uzanır gider.

Demek ki bu hat, hem sosyal bilimcilerin, Marx ile içten içe ama hiç küllenmeden sürdürdükleri sosyal realitenin yasalar çerçevesinde açıklanabilir bir nesne olup olmadığı konusundaki polemiğin, hem de, insanın öznel devrimci eyleminin nesnel yasalarla belirlenmiş insan iradesinden bağımsız işleyen bir düzende nereye yerleşeceği konusunda Marksizm içindeki tartışma ve bölünmelerin merkezi konumundadır. Ve bu nokta çeşitli soruların kaynağıdır.

Tarih böylesine kendi başına ilerliyorsa burada insanın payı ne olmalıdır? Yoksa beklemek mi? Yok eğer insanın bilinçli eylemi zorunlu ise bilimsel nesnellik iddiası nasıl yorumlanmalıdır? Ya bizzat Marx?ın çabası ne olacak? O bir yandan insanlık tarihini neredeyse doğanın evrim sürecinin bir parçası olarak görürken, bir yandan da hayatı boyunca mümkün olan her fırsatta siyasal faaliyette bulunmamış mıdır? Yoksa o, kendi bünyesinde evrim ile devrimin çatışmasını hiç hissetmemiş olmasını teşhis konmamış bir şizofren olmasına mı borçlu dur? Ya tarihte bireyin rolü? Birey boşluğu kolayca doldurulabilecek önemsiz bir unsur mudur? Marx olmasa Marksizm benzeri bir fikir akımı olur muydu? Hadi bunları bir yana bırakalım ve öznenin nesnel koşulların özel bir yansısı olduğunu kabul edelim. Peki ya öyleyse, işçi sınıfı nesnel koşulları gereği sınıf bilincine sahip olabilecekse, neden marksizme gerek olsun ki? Ya da neden bu tarihin dönüştürücü öznesi olarak işçi olma durumu sınıfın bizzat kendisi tarafından bir türlü anlaşılamamaktadır? Daha da ileri gidelim ve özne sorununu tümüyle unutalım. Tarihin evrimi sonucu kapitalizm en çok geliştiği, sınıf çatışmasının en olgunlaşmış bulunduğu yerlerde sosyalizme evrileceği halde neden bu kıyamet günü, tıpkı ilk Hıristiyanların kehaneti gibi, sürekli ertelenmektedir? Kapitalizmin ekonomik çöküşü daha önceki küresel krizde (1929-1933) beklentilerin aksine gerçekleşmediği gibi, bu seferde atlatılacaksa bu devrim ne zaman olacaktır? Gerçekleşmiş sosyalizmler neden o ideal sosyalizmden başka her şeye benzemiş ve utanç verici biçimde sessizce göçüp gitmiştir? Bu sorular, kişisel zevklerinize göre daha da arttırılabilir. Fakat bu kadarı bile Marx?ın, insan iradesinden bağımsız nesnel ve yasalar çerçevesinde bilimsel olarak açıklanabilir bir süreç gibi algıladığı tarih düşüncesinin, gerçekleşmiş tarihin sınamasında geçemediğini ima ederler.

Marx?ın tarih üzerine görüşlerinin bizzat tarih tarafından geçersiz kılınıp kılınmadığına temiz bir vicdanla karar verebilmemiz için ilkin bu görüşlerin neler olduğuna, ikinci olarak da hangi tarihsel olayların neleri geçersizleştirdiğine bakmamız gerekmez miydi? Böyle kapsamlı bir iş bir çırpıda yapılamayacağına göre, bunu ancak parça, parça yapabiliriz. Ve ilkönce bu uğraşın köşe taşlarını yerleştirmekle başlamalıyız.

İlk olarak, bir sosyal bilimin olup olamayacağına karar verebilmek için, bir konuda net olmak gerekir. İnsan toplumu anlaşılabilir bir realite midir? Yoksa raslantısal ve tahmin edilemez bir doğası olan, dolayısıyla anlamlı bir düzenliliğin bulunmadığı bir varlık mıdır? Bu sorulara olumsuz cevapları olanların nasıl ıslah olabilecekleri konusunda tek bir fikrim bile olmadığından, bizden uzak durmalarından başka bir dileğim olamaz. Öte yandan, sosyal bilimcilerin, (kendi bilimsel silahlarının yetkinliğini ve bunları kullanırken sahip oldukları zihinsel yeteneği en iyi kendileri bildiğinden mi nedir), sanki Marx?ın karanlık ama cezb edici tılsımlarına karşı başka hiçbir korunma önlemleri yokmuş gibi, bu agnostik eşiği aşılamaz kılmak üzere sürekli berkitmeye çabalamaları da dikkate değer. Ancak bu sorulara verilen cevap olumlu ise, o zaman, sosyal olguları ve bunlardan şu veya bu sonuçların çıkarılıp çıkarılamayacağını tartışmak mümkün hale gelir. Gerçi, sosyal realite, hali hazırda, şu veya bu düzeyde bir araştırma alanı olarak zaten genel kabul görüyorsa da, sadece Marx, ona ilişkin olarak, ?yasa? olarak adlandırmak alışkanlığında olduğu düzenlilikler ortaya koyar.

Zaten umumun asabını bozan en lanet huyu da budur!

Öyleyse, sürekli bilimden ve yasalardan söz eden şu çok bilmiş, ukala ihtiyarın şarlatanlığını ortaya dökmenin ilk akla gelecek yolu, fizik bilimlerin birikiminden de yararlanarak gerçek yasalar ortaya koyup koyamadığına bakmak ve ona ?Yasa Nedir?? dersini vermek olmaz mıydı? Eğer böyle etkili ve bilimsel bir yol tutulacak olursa, bilimsellik gereği, bir yandan bu iki alanın kendilerine özgü doğalarının gerektirdiği farklılıkları belirlemek, öte yandan, onun yasalarına da en az fizik yasalarına gösterilen anlayış, esneklik ve geniş görüşlülüğü tanımak gerekir. Oysaki, söz konusu olan Marx?ın yasaları ise, onlara, niyetçi tavşanların çektiği maniler gibi, her yaş, cinsiyet ve tabiattan kimseye uyması gereken kehanetler gözüyle bakılır. Ve hele ki, şu veya bu duruma uymayan bir ima içlerinde yer alsın, böyle durumlarda olanca geniş görüşlülüğü ile hazır bulunan, fallarda kısmetini arama alışkanlığındaki her fal düşkünü cinsi latifin sahip olabileceği sevecen hoşgörüye hiç rastlanamaz. Çatık kaşlar eşliğinde buruşturularak çöpü boylarlar.

Marx?ın ?yasa? olarak tanımladığı şeyler, aslında, insan toplumunun gidişatında fark edilebilen düzenliliklerin formüle edilmesi bakımından fizik yasalarından farksızdır, çünkü ?doğa olguları arasında da gözle görülmeyen, ancak analizci bir gözle bakıldığında fark edilebilen bir ritim ve düzen vardır. Bizim fizik yasaları dediğimiz de bu ritim ve düzenin ta kendisidir.?5 Öyleyse Marx?ın yasalarının fizik yasaları ile karşılaştırılması anlamsız bir çaba sayılmamalıdır.

Sosyal dünyaya ait olabilecek bir yasanın, Marx?ın olsun ya da olmasın, fizik dünyaya ilişkin yasalardan ilk farkı ifade biçimi olmak zorundadır. Ne fizik matematiktir ve ne de matematik fiziktir, ama tüm fizik yasaları, az çok karmaşık matematik denklemleridir. Ve matematik, şaşırtıcı bir biçimde, doğanın işleyişini öylesine kuvvetle temsil eder ki, bu matematiksel denklemleri tahmin etmek ya da bu denklemlerle küçük değişiklikler yaparak oynamak bile fizik yasaların keşfedilmesinde etkin ve çok kullanılmış bir yöntemdir. Öte yandan, sosyal yasalar, kavramlar biçiminde soyutlanmış bazı olgular arasında kurulan ilişkinin ifadesidirler. Üstelik, bu ifadeler, fiziğin matematikten aldığı gibi bir yardımı mantık?tan da alamazlar. Dolayısıyla sosyal alanda, ifadeyi tahmin ederek yasayı bulma oyunu etkili değildir. Sözel ifade, yasanın araştırılması ile aynı süreci takip etmek zorundadır. Oysa ki, yeni yasalara ulaşılırken, fizik bilimlerdeki matematiksel denklemlerle oynama metoduna benzer bir biçimde, sosyal alanda da sözel ifade ile oynamak, ya da ifadenin kapsamını ve uygulama alanını değiştirmek, (Feuerbach?ın Hegel?den esinlenerek din bilime uyguladığı yabancılaşma ilişkisini, Marx?ın Feuerbach?tan devralıp tüm insan pratiğine uygulaması sonucu praksis?e ulaşması örneğinde görülebileceği gibi) her iki bilimde de ortak olarak kullanılabilen yöntemlerdir.

Her iki bilimin yasalarını ifade ederken kullanmak zorunda kaldıkları farklı ifade biçimleri, onların aralarında belirli ilişkiler kurdukları şeylerin farklı varoluş biçimlerinden kaynaklanır. Fizik bilimler, (örneğin, ideal bir gazın, belirli sıcaklık, hacim ve basınç değerleri arasındaki ilişkiyi konu alan gaz yasaları gibi) belirli birimlere ayrılarak ölçülmüş birbirinden farklı niteliklerin kendi aralarındaki ilişkiyi (öyleyse, salt nicelikler arası bir ilişki gibi görünen, ve bu nedenle de matematiksel bir biçim kazanabilen nitel ilişkiyi ) yasa olarak ifade ederler. Öte yandan sosyal bilimler de farklı nitelikler arasında bir ilişki araştırırlar ancak bu niteliklerin nicel belirlenimleri göz önüne her zaman serilemez. Bunun temel nedeni, bir yandan, ele alınan niteliğin çoğunlukla başka nitel belirlenimlerle katışık bulunması, onun ancak soyutlama yoluyla arılaştırılabilmesi, öte yandan soyut kavramları (az, normal, çok, ya da genel olarak ?belirli? gibi genel deyinmelerin dışında) doğrudan bir hassas ölçüme tabi tutmanın bir yolunun olmamasıdır.

Nicel kesinsizlik görüntüsüne bakarak sosyal bilimlerin bilim olamayacağını iddia etmek gerçek temelin nitel ilişki olduğunu gözden kaçırmak olacaktır. Nitel ilişki bir kez doğru olarak kurulduktan sonra, bu farklı niteliklerin daha hassas ölçümü ile keşfedilen yasanın kesinliğinin giderek artması fizik bilimlerde neredeyse genel bir kuraldır. (Bazen de hassas ölçüm, niteliğin daha arılaştırılmasına yol açar.) Sosyal bilimlerde ise, ilişki kurulan niteliklerin kavramsal olarak belirlenmesi ve arılaştırılması ilişkinin temelinde durur. Demek ki sosyal bilimlerde kavramların geliştirilmesi, fizik bilimlerde incelenen olguların ayrıştırılıp kendilerine uygun ölçü birimlerinin ve araçlarının oluşturulması kadar temel önemdedir. Dolayısıyla, toplumsal yasalar çözümlenmeye çalışılırken, bu yasaların öğeleri olan kavramlar ve bu kavramların birbirleri ile kurdukları ilişkilerin iyi anlaşılması hayati önemdedir. Bu konuda üstün körü bir tavır takınılması, ortam kirliliğinin deney sonuçlarını saptırması, ya da bildiği formülü uygularken, birimlere dikkat etmediği için doğru sonuca ulaşamayan bir fizik öğrencisi gibi gülünçlüklere neden olacaktır.

Öğrencilik demişken, belki lisedeki kimya derslerinden hatırlarsınız, Normal Şartlar altında diye bir deyim vardı. Yasalar ?normal şartlar altında? ifade edildikleri gibi işlerlerdi. Bu şartlarda bir değişme olursa yasanın işleyişinde de şartlardaki değişmelere uygun olarak, bunların paralelinde bir değişme olması gerekirdi. Dahası normal şartlarda düzgün işleyen bir süreç, normal olmayan koşullarda, daha hızlı, daha yavaş, eksikli ya da belki hiç öngörülemeyecek bir biçimde işleyebilirdi. Hatta düdüklü tencere dediğimiz şey de pişirme süresini azaltırken pişirme etkinliğini arttırabilmesini bizzat bu normal şartların kontrollü biçimde değiştirilmesine borçludur.

Demek ki, fizik yasaları, hem içinde işledikleri ortam hem de aralarındaki ilişkileri belirttikleri olgular bakımından arılaştırılmış, ideal ifadelerdir. Doğadaki işleyişlerinde bu idealliği tıpkı Marx?ın yasaları gibi, fizik yasaları da bulamaz. Tam da bu nedenle: ?Fizik yasalarıyla olgular arasında aşikar ve doğrudan bir uyum olmaması sık karşılaşılan bir durumdur. Yasalar, değişik ölçülerde, deneyimlerden soyutlanmışlardır. .. Ayrıntılı yasalarla gerçek olguların temel özellikleri arasında çoğu zaman büyük uzaklıklar vardır. .. temel fizik yasalarını bugün bilebildiğimiz kadar bilmek, herhangi bir şeyi hemen anlamamızı sağlamıyor. Bunun için zaman gerekiyor, yine de ancak kısmen anlayabiliyoruz. Sanki doğa, gerçek dünyadaki en önemli şeylerin, bir sürü yasanın karışık bir rastlantısal sonucuymuş gibi göründükleri bir şekilde düzenlenmiş?6 Tir. Ne kadar tuhaf! Bir fizikçinin utanıp sıkılmadan ve bilimden vazgeçmeyi aklının ucundan bile geçirmeden dile getirdiği bu basit gerçek, sosyal bilimcilerin vebadan kaçar gibi her şeyi arkalarında bırakıp sıvışıvermelerine temel gerekçe olabiliyor! Ve barbar bir fatihin talanına uğramış gibi duran kalıntıların kenarına düşmüş yırtık bir sayfada şunlar okunur: ? .. iç yasaları birbirini gideren açık yasasız düzensizliklerin bir ortalaması olarak kendisini gösteren bir üretim biçim.. ?7

laboratuvarın dışına çıkınca fizik yasalar idealliklerini kaybeder, ideal ifadelerini bulmakta zorlandıkları karma karışık yığın içinde etkinlik gösterirler. Ama bu durum ne onların var olmadığını ne de ?gerçekte, yani görüngüler aleminde?8 yasaların işleyemeyeceğini gösterir. Marx?ın yasalarının da ?Etkileri çapraşık; ancak, ana model veya hepsinin temelindeki sistem basittir. Bu da bütün yasaların ortak bir özelliğidir. Gerçek etkileri karmaşık, kendileri ise basittir.?9 Demek ki Marx?ın basit yasaları da tıpkı fizik yasaları gibi gerçekte işleyişlerinin çözümlenmesine muhtaçtır ve bu işleyiş sırasında, bir yasa, bizzat kendisinin de içinde bulunduğu başkaca yasaların somutlaşmış karmaşasının içerisinde, öyleyse raslantıları da içeren bir düzenekte gerçekleşir. Öyleyse mutlak yasaların bile ne derece gerçekleşeceği göreli koşullara bağlıdır.

Artık, fizik yasaların bazı en genel özelliklerinden de yararlanarak ve yasaların sosyal bilimlere özgü biçimi konusunda da bir fikir sahibi olarak, Marx?ın görüşlerini değerlendirecek ön hazırlığa sahip durumdayız. Şu halde önümüzde ufuk çizgisine dek uzanan bu karmakarışık arazinin neresinden başlayabiliriz?

Geçen yüzyılda dünya yüzeyinde etkisinin görülmediği ufak bir kara parçası bile bulunmayan, bu derece siyasallaşmış bir görüşü ele almanın güçlüklerinden kurtulmanın belki de en emin yolu bizzat onun kaynağına inmek olacaktır.

Ancak bu kaynağa inerken bile sorunlarımız yok değildir. Her yana bulaşmış siyasal çalkantılarla bir bulamaca dönüşmüş ve kafa karışıklıklarıyla bezenmiş önyargı kalıntıları sürekli önümüze çıkacak gibi durmaktadır. Örneğin, Marx, kimilerine göre, (yaşlılığın katılaştırıcı etkilerine direnecek entelektüel gücü gösteremediğinden olsa gerek?) gençliğinde daha insani, antropolojik bir anlayıştan, yaşlandıkça, kupkuru bir determinizme doğru kayan bir düşünür olacaktı. Ancak talihin şu cilvesine bakın ki, Marx?ın yaşlılığına bir panzehir olarak konulan, onun kaynağında duran, gençlik eserleri, ancak Marksizm feleğin çemberinden geçtikten sonra ve üstelik de bu gençlik eserlerini Marx-öncesi sayarak görmezden gelen ve giderek de en katı ?bilimsellik? iddiasının yılmaz savunucusu haline gelecek olan Sovyetler birliği?nde yayınlanabilecekti. Ve bu aynı ülke, Marx?ın, işçi sınıfının ancak gelişmiş kapitalist ülkelerde patlak verecek bir devrim ile iktidara gelerek sosyalizmi kurmaya girişebileceği önermesini çürütürcesine gerçekleştirdiği, gerçekten de ?Kapital?e Karşı Devrim?i ile, sonraları ?Batı Marksizmi? diye adlandırılacak bir akımın kurucuları olan düşünürlere en büyük ilhamı vermemiş miydi. Ve dahası, adeta kendi gençlik günahlarını örtbas etmeye çalışırken beceriksizce aşırılıklara kaçmaktan kendini alamayan bir ihtiyar gibi bu kendi öz-düşünsel kardeşini piç, ve her ikisinin de ebesi Lenin?i aziz ilan etmemişmiydi. Ya bu Batılı düşman kardeş, ikizinin ilk günahının peşine düşecek yerde, eski defterleri umarsızca karma karışık ederek, Marx?ın gençlik yapıtlarından Hegel?e, Hegel?den kanlı canlı başkaca bir idealist filozofun kucağına ve sonra da kucaktan kucağa hercai maceralarında kardeşinden daha beter bir günaha batmamış mıydı? Ama bunlar marksizmin bedbaht öyküsünün tarihsel bölümüne ait olabilecek iç gıcıklayıcı serüvenler olup bizim konumuzun şimdilik dışında bırakmamız gereken ikincil bir parçasıdır. Bu yaşam ağacının yeşil dallarına dokunmadan önce bilgi ağacının gölgesinde bir süre çile doldurmamız gerekecek?

MEHMET AKSOY

İletişim: mehmetaksoy71@hotmail.com

DİPNOTLAR

(1) Richard Feynman, Fizik Yasaları Üzerine, TÜBİTAK Yayınları, Nisan 1998, s.13

(2) Richard Westfall, Modern Bilimin Oluşumu, TÜBİTAK Yayınları, Temmuz 2000, s.21-24

(3) Daniel Little, Marksizm ve Yöntem (?20. Yüzyılda Marksizm? içinde), Versus Kitap, 2011, s.319 ve 333

(4) Richard Feynman, Fizik Yasaları Üzerine, TÜBİTAK Yayınları, Nisan 1998, s.196

(5) Richard Feynman, aGY, s.9

(6) Richard Feynman, aGY, s.141-142

(7) Karl Marx, Kapital I, Sol Yayınları, 1986, s. 117

(8) Karl Marx, Kapital III, Sol Yayınları, Şubat 1990, s.48

(9) Richard Feynman, aGY, s.30

Previous Story

Kabil – Jose Saramago

Next Story

Altmış Beş Metrede – Celal İlhan

Latest from Karl Marx

Go toTop

OKUMA ÖNERİLERİMİZ