Bir Ada Söylencesi (Marmara Adası) – Erinç Büyükaşık

Her tatil öyküsü rutinleriyle ve ezberlenmişlikleriyle yaşanır. Yola çıkış sürecinde bunların birçoğunu bilerek, uysal bir kabulleniş içinde sığınıyorum Marmara Adası?na. Çetrefilli sayılabilecek bir yolculuğun ardından feribotun oldukça Trakyalı tavırları kadar darbukayla birleşen roman ezgileri kafamdaki tekrarlar öngörümü haksız kılacak adeta. Marmara Denizi serin,yeşille mavinin bileşkesinde İstanbul?un sıcağından ve dört duvarın boğuculuğundan kurtarıyor beni. Endişeli modern olmaktan çıkmalı, yaşanmışlıkları ve yaşanacakları sevmeli diyor içimdeki uysal ben. Fotoğraf makinemi büyük çantada bırakmanın kızgınlığında gözlerimle fotoğraf kareleri yaratıyorum, en azından iyi fotoğraf karelerine kavuşabilirim adada. Adanın hikayesi, her göç hikayesine benzer. Neler yenir denilince ilk önce akla balığın geldiği şirin denebilecek bir köye varıyoruz, Rumca adı Kalemi, Türkçesi Çınarlı. Bizi karşılayan arkadaşlarla adada yapılabilecekleri konuşurken ben keşif tutkusu kadar gözlediğim insanların yüzlerini yaşabilirim diyorum. Adanın yerli halkı, küçük köy evleri, devasa çınarlar, uzun bir sahil şeridi ve pek de nemli sayılmayacak bir hava yeter keyif alabilmek için. Diğer köylere de gitmeyi düşünüyoruz vardığımızda. En büyük adası olduğunu öğrendiğimde Marmara?daki diğer adaların buraya benzeyip benzemediğni, Erdek ve Avşa?nın gidilmeye değer olup almadığını düşünüyorum. Her tatil yerinin benzer alışkanlıkları sürüyor burada da. Denize girmek, güneşlenmek, çay bahçelerinde çay içmek, akşamları okey oynamak ve belki diğer köylere ve ilçe merkezine adadaki dolmuşlarla gitmek.

Denizi sevebilirim diyorum burada, deniz insanlarla beraber seviliyor. Turizmin kirletmediği, daha dingin bir köy havası kuşatıyor bizi. Gözlerimiz meyve, sebze ve balığın bolluğuna takılmalı, bol bol yürümeli, doğaya küsen İstanbulluluğumuzdan çıkmalıyız. Belki de ilginç tesadüflerle buraya sığınan bir ressamla tanışmalıyız. Ada merkezinde Mustafa Aslıer?le ve onun işliğiyle karşılaşmamız buradaki sığınaklara bağlıyor bizi. Arkadaşım? Emeklilikte buraya yerleşmeli, toprak bahçe, denizle barışık yaşamalı BU ADADA.?dediğinde hak veriyorum ona. Hayalindeki bağcılık ve şarapçılığı aktarıyor bana. Ressamın atölyesinde gravürlere hayranlığımız kadar, işliğin aşağısındaki koyun ıssızlığı da etkiliyor hepimizi. Birkaç fotoğraf çekiyoruz hep beraber, elimdeki makinenin tüm acemiliğime rağmen ben de profesyonel fotoğrafçı keyfi yarattığının bilinciyle tüm gün fotoğraf çekmeliyim. Deniz kabukları,midye ve yosunlar arasında yürüyoruz koy boyu, şifalı suyunu da tadıp adanın merkezinde balıkçı aramaya koyuluyoruz. İhtiyar Balıkçı?da içtiğimiz balık çorbası, yediğim çupra, akşama doğru ilçenin sokaklarında rum mimarisinde arda kalanları keşif derken makinemi insanlara odakladığımı da anlıyorum. İnsan yüzlerini yakalamalıyım, farklı duygular, hikayeleri olan insanların yüzleri donmalı deklanşöre basınca. Köpekler, kediler ve insanların barışık yaşadığı adada balıkçı gençlerin tuttukları balıkları yavru kedilere verdiklerie tanık gözlerim. Ada insanının gözündeki huzur doğayla barışıklığın işareti. Bu adada yaşanabilir ama İstanbul?un onu tükettiği kadar tüketmesi gerekiyor öncelikle. Hala o koşturmacasından sıkılmadığımı anlıyorum metropolün. Ama huzurlu olduğumu biliyorum burada, en azından bu bir hafta kaygılı düşüncelerimi, iç çatışmalarımı bir kenara bırakarak endişeli modernden adalıya dönüşebilirim. Keşke balık tutsaydık diyorum, ya da keşke şu teknelerden birine atlatıp derinlerde oltamızı atsak. Keşke karaya olan bu bağımlığımızdan sıyrılsak.

Ertesi gün adanın yerlisi öğretmen arkadaşımızla görüşüyoruz, serin bir hava, yakamoz, kediler, insanlar? Adanın diğer köyünden gelişleri bir saati buluyor eşiyle. Bu sefer ayın yansımaları giriyor deklanşöre ve de hayatlarımızdaki gereksiz korkuları konuşuyoruz. Bağımlılıklarımıza bağlı olmamızı yargılıyoruz konuşma boyunca. Yine bir balık yemeği eşliğinde gelen öğretmen arkadaş ve eşiyle keyifli bir ada sohbeti başlıyor. 20?lerde Girit?ten göç edenler, burayı bırakıp gidenlerin Girit?te kurdukları Marmara Adası dernekleri, her yıl buraya gelip geçmişlerini hüzünle keşfetme çabalarınını anlatıyor arkadaş. Hatta gözleri dolarak dedesinin evinin eski bir Rum evi olduğunu ve buradan göçenlerin salçalarını, reçellerini, eşyalarını adeta dönecekmiş gibi bırakmak zorunda kalışlarını anlatıyor. Kalsalardı belki toplumsal barış daha mümkün olur muydu bu coğrafyada diyorum. Daha az nefret egemen olurdu kültürker arasında. Adayı daha çok seviyorum geçmişini ve arda kalanları öğrendikçe. Yok edilen çınarlara kızıyoruz öfkeyle. Politikacıların bencilliğinde insani bir duruşla yok edilen doğaya dair çevreci bir duruş siniyor sözlerimize. Yok olan deniz, yok olan ahşap rum evleri, çınarlar ama yaşayan biz. Bize inat yaşamalı bu adalar, kendilerini bize rağmen nasıl koruyabilir bilinmez ; bizle yol olmadan hayatta kalmalı bu deniz diyorum kendi kendime. Kendi endişeli modern halimi bakımsız pansiyonumuza çabuk alışarak atlatmıştım, doğayı daha çok severek adalı bir iç ses doğmalıydı içimde.
Diğer gün adanın diğer köylerini dolaştıracağını söylüyor adalı arkadaşımız, bir aydır burada telefonlarını kapatıp sadece balık tutarak, denize çıkarak yaşamanın hazzı gözlerinden okunurken şehirli halimden sıkılıyorum. Tuttuğu yüzlerde istavritin keyfiyle denizden babam çıksa yerim düşüncesi birleşiyor sözlerinde. Ağlar, deniz, midye, istavrit, uskumru, çınar derken ada iyice kuşatıyor beni. En iyisi şehri artık arkada bırakıp adanın havasını bu birkaç gün sonuna kadar solumak. Topağacı, Asmalı ve Saraylar boyunca uzanacak yolculuğumuzda adanın yeni konuklarının Karadeniz, Girit ve İnebolu kökenli olduğunu öğreniyorum bu sefer. Asmalı?da eski ve ahşap Rum evlerinin hüzünlü hikayelerini dinliyorum, ölüme terkedilmiş, onarılamayan bu yapılarda yaşayan Rumlar eşyalarını bırakıp terketmişler Türkiye?yi, yerine gelen Karadenizli göçmenlerse beş katlı betonarmelere mahkum etmişler köyü. Yine de sakin, şirin bir köy burası. Dedesinin yaşadığı evi bulmak için adaya gelen Yunanlı yazar Apostolos Domvros?un kitabı geliyor aklıma. Petrokarava?ya Dönüş?te Petrakarava?nın hüzünlü öyküsünü özlemle anlatmış yazar. Köy boyunca ayakta durmaya çalışan ahşap Rum evlerinin inatla ayakta durmaya çalışması da bir özlemin hikayesi gibi. Saraylar?a varmadan karşımıza çıkan değirmen kalıntısı da Rumların bıraktığı bir adalı yüz. Bizi gezdiren arkadaş ?Biz zeytin ağaçlarını da, zeytinciliği de Rumlardan öğrenmişiz. Keşke bu felaket yaşanmasaymış.?diyor serzeniş içinde. Saraylar?daki Roma kalıntıları, Rumlardan arda kalan zeytin yağı fabrikası binası, bin yılı bulan mermer kazıları adanın bugüne kalan yüzleri adeta. Böğürtlenler, kekik, çam ağaçları, fundalıklar, enfes bir Marmara manzarası ve koylar arasında dönüş yoluna vardığımızda geçici bir adalılaşma hali yaşıyorum.Zaman durmuş adada. Gün batımında Marmara adaları tüm ışıklarıyla yansırken yakamoz zamanı donduruyor zihnimizde. Ertesi gün İstanbul?a dönüş. Kızdığımız ama sevdiğimiz belalı şehre. Bu şehrin de sevgilimiz olma olasılığı var mı acaba? İstanbul anlamıyor sevgimizi? Yoksa buırada zamanın donması zihnimizdeki orta sınıf çatışmalarından arındırır mı bizleri? Ey Marmara seni sevdik sanıyorum.

Erinç Büyükaşık

Previous Story

Bertolt Brecht ya da “Brekt” Diyenler İçin Beş Paralık Roman – Kamuran Şirin

Next Story

Anadolu’nun Yalnızlığında TAY Dergisi 13. Yılına Girerken… – Duran Aydın

Latest from Makaleler

Van Gogh’un kitap tutkusu

Geçtiğimiz haftalarda Paris’in izlenimci koleksiyonuyla ünlü Musée d’Orsay, Antonin Artaud’un Van Gogh: Toplumun İntihar Ettirdiği kitabından yola çıkarak yazar ile ressamı, Artaud ile Van

George Orwell’a ilham veren kitap: Biz

George Orwell‘ın 1984’ünü neden sevdiyseniz, Yevgeni Zamyatin‘in Biz‘ini sevmeniz için en az 1984 kadar nedeniniz var. Üstelik Biz, 1984’ten çok daha önce, 1920 yılında
Go toTop

OKUMA ÖNERİLERİMİZ