Her yazınsal metin, kendini kuşatan daha önceki metinlerin ortamına doğuyor. O metinlerle sürdürdüğü diyalojik ilişkilerle biçimleniyor, güdüm kurgusu da (text strategy) içerik, biçim ve biçem düzeylerinde sürüp giden bu gerilimli ilişkiler çerçe vesinde netlik kazanıyor. Öteki metin, neredeyse ontolojik bir zorunluluk. Yazar, sürekli biçimde öteki metinlerle hesaplaşı-yor, yaklaşıyor ve kaçıyor onlardan. Yazınsal kanon son kertede kabul, red ve uzlaşma pratiklerinin sonucunda süreklilik ve belirginlik kazanıyor.  Kuyucaklı Yusuf’un yayım yılı 1937. O tarihe kadar öykücü olarak bilinen Sabahattin Ali’nin bu ilk romanı, hangi romanlarla kuşatılmıştı, hangi yazınsal pratikler ve geleneklerle çevrilmişti  acaba? Bazı adları anımsayalım: Vurun Kahpeye (H. Edip Adıvar1926), Çulluk (M. Yesari-1927), Acımak ve Yeşil Gece (R. Nuri Güntekin- 1928), Kolkotlar Mektebi ve Ben Deli miyim? (H. Rahmi Gürpmar- 1928), 9. Hariciye Koğuşu (E Sefa – 1930), Yaprak Dökümü (R. N. Güntekin- 1930), Fatih-Harbiye (P. Safa – 1931), Çıkrıklar Durunca (S. Ertem-1931), Kızılcık Dalları (R. N. Güntekin, 1932), Yaban (Y. Kadri Karaosmanoğlu- 1932), Kanun Namına (Reşat Enis, 1932), Bir Tereddüdün Romanı (P. Safa,1933), Tipi Dindi (M. Yesari, 1933), Utanmaz Adam (H. R. Gürpınar- 1934), Ankara (Y. K. Karaosmanoğlu- 1934), Ayaşlı ve Kiracıları (M.Ş. Esendal, 1934), Sinekli  Bakkal (H. E. Adıvar-1936).   Türk edebiyatının en önemli, köşe taşı sayılan romanları vardır  bu kısa toplamın içinde. Savaş alanından hastane koğuşuna, dokuma tezgâhından koltuk meyhanesine, konak ve apartman yaşamından bireysel ve kültürel bunalıma, geniş bir toplumsal ve düşünsel coğrafyaya açılmış bir roman vardır ortada.  Bu romanlarda İstanbul, söylemek gerekir ki, uzamsal bir ağırlığa sahiptir. Kuşkusuz, taşraya ve taşra sorunlarına da açılmıştır romancılarımız ama, çelişkilerin, daha da ötesinde toplumsal anomalinin ve gündelik patalojilerin daha görünür biçimde hissedilebildiği büyük kent, yani İstanbul merkezî konumdadır.  Önemle belirtilmesi gereken bir nokta da şu olmalıdır elbet: Romancılarımız gündelik yaşama, yerel sorunlara, bireyler arası çatışmalara karşı duyarlıdırlar ama Türkiye’nin geçirmekte olduğu  toplumsal/kültürel değişim/dönüşüm dolayısıyla doğu/batı sorunsalından kaynaklanan ya da o sorunsal çerçevesinde oluşan sorunlara karşı daha da duyarlıdırlar.

Türk romanının izleksel (tematik) zenginlik gösterdiği böyle bir zamanda yayımlanır Kuyucaklı Yusuf. Daha romanın ilk cümlesinde farklı bir doğal ve toplumsal coğrafyayla karşılaşacağını  anlar okur: “1903 senesi sonbaharında ve yağmurlu bir gecede, Aydm’m Nazilli kazâsına yakın Kuyucak köyünü eşkıyalar bastılar ve bir karı kocayı öldürdüler”. Anlatımın yalınlığı ve  katılığı, roman dünyasının olaylarının nasıl bir acımasızlık içereceğini sezinletir. Farklı iktidar ilişkileriyle yüz yüze gelecektir okur. Bu coğrafyada insanal ilişkiler, ister istemez, egemen  toplumsal kesimlerin, yani eşraf ve mütegallibenin ekonomik gücünden olduğu kadar bu güç sayesinde edinilmiş bireysel gücün baskıcı uygulamalarından da etkilenir. İyi ile kötü arasındaki  savaş, bütün bireysel ve rastlantısal görünümlerine rağmen, son kertede, bu iktidar ve sınıf ilişkileri çerçevesinde meydana gelir.  Söylemek gerekir: Arabesk şarkının sözlerinde olduğu gibi, “doğarken Ölmüştür” Kuyucaklı. Dokuz yaşındayken anası babası eşkiya baskınında öldürülmüş, Kaymakam Sa-lâhatin Bey  tarafından evlatlık edinilmiştir. Nazilli’den Edremit’e atanan Salâhattin Bey Yusuf u okula gönderir, kızı Muaz-zez’den ayırt etmez. Ama Yusuf benliğinin derinlerindeki o yetimlik, dahası  evlatlık duygusunu hiç unutmaz. Alttan alta özgür olmadığını sezinler, yaşamını denetleyen, onda hak sahibi olan başkalarıdır:  Salâhattin Beydir, fabrikatör Hilmi, avukat Hulusi ve hattâ analığı durumundaki Şahinde’dir. İçten içe sevdiği Muazzez’i bile özgürce isteyemez, olayların zorlamasıyla kaçırınca Salâhattin Bey tarafından evlendirilir onunla. Yusuf, baskısız, eziyetsiz bir dünyayı arzular içten içe, olayların nedenleri üzerinde derinlemesine düşünmemesine rağmen, son kertede özgür olmak  ve dilediğince davranmak ister. Ama hep bağımlı olduğunu görür, başkalarının gücünü üstünde hisseder. Olup bitenler alabildiğine rastlantısaldır ama bu rastlantı-sallığın altında derin bir nedensellik olduğunu sezinler Yusuf. Fabrikatör Hilmi Beyin oğlu Şakirt dövüşünde, Ali’nin ve Mu-azzez’in ölümünde ve işlediği cinayetlerde hep dillendiremediği bir şeyler vardır. İçten içe  değişmektedir elbet Yusuf, karısı Mu-azzez’in “boğazına yakın yarasına” diker gözlerini ve “belki yarım saat hiç kıpırdamadan bakar”. Ne yazık ki, bu yarım, saatlik bakma/düşünme süresince  aklından geçenleri bilmiyoruz, bilemiyoruz Yusufun. Sonra, heybesinden çıkardığı bıçakla toprağı kazar, Muazzez’i yatırır ve üstüne elleriyle toprak atar, gömer onu. Sessizce. Ve “matemini ortaya vurmadan tek başına yüklenir, yeni bir hayata doğru yürür”.  Ama bu yürüyüş, He-gel’in sözlerini Ödünç alarak söylersem yine “değişmemiş ve doyuma ulaşılmayacak bir dünyaya” doğrudur besbelli ki. Hiçbir olayda başkalarıyla iletişim kurmamış, kuramamıştır.

İlginçtir: Bir cinayet olayıyla açılan Kuyucaklı Yusuf yine bir ölümle, Muazzez’in ölümüyle sona erer. Şu saptama yapılabilir öyküleri ve öteki romanları da göz önünde bulundurularak: Sabahattin Ali’de ölüm ağırlıklı bir yer kaplamakta, hem kurtuluş hem direniş imgesi olarak  belirmektedir. Toplumsal duyarsızlığın açığa çıkarılma aracıdır ölüm.   Cinayet karşı kutbunda yer alır onun ama çift değerlidir: Bir yanda onuru kurtarır, öte. yandan Ben’i zedeler. Cürüm içten içe kemirir insanı. Yani cinayet, son kertede bir çözüm sağlamaz, aşma’yı sağlamaz. Doğal ölüm, asıl anlam alanını kavramamıza yardım eder. Kuyucaklı iletişi  me girmediği, konuşmadığı için doğrudan belirleme, saptama yapmaz. Bize sınırı çizen, iletiyi gönderen Muazzez’in ölüsü- dür.

Suçluyu o işaret eder. Suçlu, dünyayı doyuma ulaşılmayan bir yer haline getiren ekonomik ve toplumsal gücü elinde bu- lunduran  egemenlerdir: Fabrikatör Hilmi, oğlu aylak Şakır, avukat Hulusi’dir, İnsan ilişkileri son kertede toplumsal ilişkilerdir.  Kuyucaklı Yusuf, bu önermeyi yetkinlikle göz önüne seren ilk yapıtlardan biridir.  Kuyucaklı Yusuf, taşradaki iktidar ilişkilerine değinir, onları görünür kılmaya çalışırken, A. Bezirci, E Naci ve B. Moran gibi elitirmecilerin belirttiği gibi sınıf sorununa gereğince değin(  e)memekte, açık bir bilinçlenmeye ulaşamamakta, sömürünün ve baskının ekonomik içeriğini yansıtamamaktır. Kuramsal çerçevede, Sabahattin Ali’nin romantik bir söylemin sınırları içinde kaldığı söylenebilir.

Sabahattin Ali, öykücülüğünü ve romancılığını gözlemci gerçekçilikten eleştirel, hattâ toplumcu gerçekçiliğe doğru geliştirmiş, bireysel boyutu da korumaya çalışarak yazın yoluyla  bilinç oluşturmayı istemiştir. Az sayıdaki kuramsal içerikli sayılabilecek yazılarında ve konuşmalarında şöyle demektedir:   “Edebiyat, hattâ alel-umum sanat, bence sanatkârın düşündüğü ve duyduğu bir fikrin ve bir hissin ortaya atılması, tamim edilmesi demektir; yani bir nevi propagandadır. Ben hiçbir zaman sanatın  maksatsız olduğuna kaani olmadım. Sanatın ve edebiyatın bu manada gelişmesini isterim. (…) Sanatın gayesi de her içtimaî fiil gibi cemiyet olduğuna göre, benim kanaatimce sanat, insana insanı ve hayatı ve bunların manâsını öğretmekle muvazzaftır”.

Sabahattin Ali’nin edebiyata ilişkin bu görüşlerinin, zaman zaman biçimsel/biçemsel gedikler açtığı da öne sürülmüştür. V. Günyol örneğin, onun bazı Öykülerinin “fıkra” türüne yaklaştığını  söylemiştir. Ama Sabahattin Ali okuru edimler, eylemler, istekler ve ayrıntılar düzleminde, daha kapsayıcı bir söyleyişle yaşam pratikleri düzleminde kavramaya yöneldiğinde; yani  siyasal/ideolojik inançlarını işe karıştırmayarak düşüncelerden değil imgelerden yola çıktığında, “insan dünyasından çok şey anlamaya” çalıştığında yetkin sanatçılığına kavuşmaktadır.  Örneğin “Yeni Dünya” adlı öyküsünün aynı adlı yaşlanmış oyuncu-şarkıcı fahişesi, kendisini alçaltan ve nesneleştiren erkek dünyasına ilk ve son baş kaldırış anında güzelleşmekte, belki ilk  gençliğinde bile ulaşamadığı ölçüde cinselleşmektedir: “Yeni  Dünyanın incecik vücudu ortada, gerilmiş bir yay gibi hareketsiz duruyor ve bekliyordu. Sazın ilk vuruşlarıyla birlikte bu vücut, kendisinden beklenmeyen bir çeviklikle harekete geçti.  Boyalı saçlarını savurup yüzüne dökerek ve başını bir göğsüne bir arkaya atarak, ortada fırıl fırıl dönmeye başladı(…) Kenarda oturan ve dünyanın hiçbir hadisesiyle ilgilenmelerine imkân olmadığını sandıracak kadar ruhları kütleşmiş görünen köylülerin bile yüzünü memnun bir gülümseme kaplamıştı”.

Kuyucaklı Yusuf ta da bütün bir toplumsal arka planı aydınlatan böylesine güçlü betimlemeler vardır. Örneğin Meşrutiyetin ilanıyla gelen düzen değişikliğini, otoritenin kasaya bile egemen oluşunu şöyle anlatır anlatıcı: “Sokağın başında iki candarma ile genç bir candarma çavuşu belirdi. Hürriyetin ilânından beri oldukça kendilerini gösteren bu devlet kuvvetlerine karşı halk, eski zaptiyelere yaptığı gibi lâubalilik gösteremiyor ve bir tanesi bir yerde görününce herkes işine gücüne gidip üstüne iş açmamayı tercih ediyordu”. Yusuf tan yediği dayağın intikamını  almaya and içmiş olan Şakir, artık Şahinde’nin işret gecelerine katılmaya başlayan Muazzez’in başka kucaklarda oturmasını şöyle betimler: “İçinde bu anda hâkim olan his, Mu-azzez’e karşı  duyduğu istek değil, Yusuf a karşı duyduğu kindi. Bir kere başkasının olan bu kızı nasıl olsa elinde farzediyor, fakat onun kucaktan kucağa dolaşmasının Yusuf için ne acı bir talih olduğunu  düşünerek gülüyordu. İşte, eninde sonunda bu yabanın Yusuf undan yediği yumruğun acısını çıkarmıştı. Bu kıza bir zamanlar yan bakmasına müsaade edilmemişti ve bugün onu saatlerce  hırpalıyor, kucağına alıyordu. Hattâ bu kızın ortaya düştüğünü de görecekti”

“Arkasında bıraktığı sahilin gitgide erişilmez olduğunu fark eden” Muazzez’in durumu da şöyle anlatılır: “Şimdi akşamın olmasını, sofranın kurulmasını, yahut bir yere gitmelerini biraz  isteyerek bekliyor, rakı kadehlerini daha az yüz buruşturarak içiyor ve koluna gümüş bir bilezik takan bir erkeğin kucağına oturmaktan eskisi kadar nefret etmiyordu.”

Son bir örnek de, bir mekan betimlemesinden verilebilir: “Bu serin taşlığın kış yaz en hâkim kokusu bu küf kokusu idi. Bir kenarda üstleri tahta kapaklarla örtülü duran zeytinyağı  küplerinden, yukarı kata çıkan merdivenin altından görünen çürük tahta basamaklarından, çivitli duvarlardan, üst üste yığılmış birkaç şilteden ve bahçe kapısının yanındaki tulumbadan mütemadiyen bir küf kokusu fışkırmakta ve yayılmakta idi”.

Kuyucaklı Yusuf, aradan geçen zamana rağmen aşınmamış, önemini yitirmemiş bir roman olarak görülüyorsa, bu, hiç kuşkusuz taşraya ilk gerçekçi bakış olması kadar yazınsal niteliklerinin yetkinliğinden de gelmektedir. Onu canlı kılan budur.  Tam da bu yüzden, bugün ya da yarın, başka bir Kuyucaklı Yusuf un “matemini ortaya dökmeden tek başma yüklenip yeni bir hayata doğru yürüyeceği” duygusunu taşıyoruz. Değiştirilemeyen,  dönüştürülemeyen bir dünyanın, doyumun hep ertelendiği mevcut dünyanın yazgısı bu olmayı sürdürecek belki de.

Edebiyatın başarısı da bunu duyumsatabilmesinde, mutlu dünya ütopyasını harlandırmasındadır.

Kuyucaklı Yusuf, erdemleri ve kusurlarıyla, bu yetimin, bir evlatlığın öyküsünden insanlık durumuna yükselmeyi başarmış bir yapıt olarak görünüyor halâ.  Ahmet Oktay, 2002 (Kuyucaklı Yusuf, Sabahattin Ali, Yapı Kredi Yayınları, 28. Basım, Giriş yazısı)

Previous Story

Tekel’in Elleri (Mücadele ve Yordam) – N. Cemal

Next Story

Geriye Kalan Ağıttır! – Uğur Beydili

Latest from Ahmet Oktay

Go toTop

OKUMA ÖNERİLERİMİZ