Boyun Eğme – Alfred Adler

Girişim gücünü gerektiren konumlara pek elverişli sayılmayacak bir tip de, içleri bir çeşit uşaklık duygusuyla dolu insanlardır. Bu insanlar ancak emir kulluğu yapabilecekleri yerlerde kendilerini rahat hissederler. Bir başkasına uşaklık yapan kimse için yalnızca uyulacak yasa ve kurallar vardır. Bu tiptekiler, büyük bir coşkuyla başkalarına hizmet edecekleri bir konum ararlar kendilerine. Yaşamın alabildiğine değişik durumlarında bu gibi kimselerle karşılaşır, dış görünümlerinden bile onları tanıyabiliriz.

Hafif kambur dururlar, bellerini biraz daha bükmek için hep hazırda bekler, karşısındakinin sözlerine dikkatle kulak verir ama bunu işittikleri üzerinde sonradan düşünüp taşınmak için değil, söylenilene peki demek ve istenileni yerine getirmek için yaparlar. Kendilerini boyun eğer durumda göstermeye önem verirler. Söz konusu davranışları bazen inanılmaz boyutlara ulaşır. Öyle kimseler vardır ki, başkalarının emri altına girmeye can atarlar. Bununla, yalnızca başkalarından üstün olmaya çalışanların ideal kimseler olarak benimsenmesi gerektiğini söylemek istemiyoruz. Amacımız, yaşamın ödevlerinin gerçek çözümünü yalnızca başkalarının kulu kölesi kesilmede görenlerin tutumundaki olumsuzluğu vurgulamaktır.

Alabildiğine çok sayıda insan için başkalarının emri altına girmek, sanki bir yaşam yasasıdır. Anlatmak istediğimiz kişiler hizmet eden sınıftan değil, dişi cinsiyettendir. Kadının erkeğin egemenliği altına girmesi gerektiği hiçbir yerde yazılı olmamasına karşın, bu, sanki herkesin kafasına nakşedilmiş bir yasadır; günümüzde hâlâ sayılamayacak kadar çok sayıda kişinin bu yasaya bir dogma gibi sarıldığı görülür. Kadının erkeğin egemenliği altına girmek için yaratıldığına inanmışlardır bir kez. Böyle bir inanışın doğal sonucu ise, kadının egemenliği ele geçirmeye çalışmasıdır. Söz konusu görüşler insanlar arasındaki tüm ilişkileri berbat edip çıkmasına karşın, günümüzde [1924] hâlâ kökü kazınmaz bir batıl inanç gibi varlığını sürdürmektedir. Hatta kadınlar arasında bile bu inancın hayli yandaşı bulunur, adeta sonsuza dek geçerli bir yasa gibi bu duruma boyun eğerler. Ancak, şimdiye kadar ilgili görüşlerin kendisine yarar sağladığı bir kimse gösterilemez. Hatta sık sık, “Kadın erkeğin egemenliği altına girmeseydi, her şey çok daha iyi olurdu!” gibi bu duruma yakınmalar işitilmektedir. Bir başkasının egemenliği altına girmeye kolaycacık katlanacak hiçbir insan gösterilememesi bir yana, erkeğin egemenliği altına giren bir kadın, aşağıdaki örnekten anlaşılacağı gibi çoğunlukla kuruyup solar, bağımsızlığını yitirir. Vereceğimiz örnek önemli kişilerden birinin karısıyla ilgilidir. Kadın, bir aşk evliliği yapmasına karşın, yukarıda sözü edilen dogmaya sıkı sıkıya bağlı bulunuyordu ve kocası da yine aynı dogmaya inanmıştı. Kadın giderek tam anlamıyla makineleşmiş, gözü ödevden ve hizmetten başka bir şey görmez olmuştu. Bundan böyle bağımsız hiçbir duyguya yer vermiyordu gönlünde. Böylesi durumlara alışık olan çevrenin, kadının davranışını pek hoş karşılamadığı söylenemezdi; ama kadın hesabına bir avantaj sayılmazdı, bu. Durum sarpa sarıp ilgilileri büyük güçlükler karşısında bırakmamışsa, nedeni olayın görece yüksek düzeydeki kişiler arasında geçmesiydi. Ne var ki, kadının erkeğin buyruğu altına girmesine insanların büyük bir bölümünün doğal bir yazgı gibi baktığı düşünülürse, böyle bir durumun ne çok çatışmaya yol açabileceği anlaşılır. Kadının kendi buyruğu altına girmesine doğal bir gözle bakan bir erkeğin, durumdan hoşnutsuzluk duymasına yol açacak neden hiçbir zaman eksik olmayacaktır, çünkü kadının erkeğin egemenliği altına girebileceği gerçekte düşünülemez.

Bazı kadınlar itaat ruhunu o kadar geniş boyutlu bir şekilde içlerinde taşır ki, özellikle aradıkları erkek tipi hükmetme hırsıyla dolu ya da kaba ve hoyrat davranışlı kişilerdir. Ne var ki, doğaya aykırı bu durum kısa süre sonra büyük bir çatışmaya dönüşür. Kimi zaman insanda öyle bir izlenim uyanır ki, sanki söz konusu kimseler, kadının erkeğin egemenliği altına girmesini karikatürize etmek ve böyle bir şeyin saçmalığını kanıtlamak istemiştir.

Söz konusu güç durumdan insanoğlunu çekip çıkaracak yol ortadadır. Bunun için erkekle kadının birlikte sürdürecekleri yaşamın, taraflardan hiç birinin diğerini egemenliği altına almayacağı bir arkadaşlık, bir işbirliği niteliği taşıması gerekir. Şimdilik böyle bir şey ideal gibi görünse de, en azından elimize bir ölçüt tutuşturacak; böyle bir ölçüt bir insanın uygarlık alanında ne derece ilerlediğini ya da ne derece geride kaldığını, işlenen hatalar varsa bunların nerelerde aranması gerektiğini belirlememizi sağlayacaktır.

Egemenlik altına girme sorunu yalnız kadın ve erkek ilişkisinde karşımıza çıkmaz. Yalnızca erkeğin omzuna, içinden çıkılamayacak güçlükleri yüklemekle kalmaz, ulusların yaşamında da büyük rol oynar. Bütün bir Ortaçağ’ın ekonomik açıdan, egemenlik açısından kölelik temeline dayandığı, günümüzde yaşayan insanlardan belki de büyük çoğunluğunun köle ailelerden geldiği, iki ayrı sınıfın yüzyıllar boyu birbiriyle alabildiğine keskin bir karşıtlık içinde yaşadığı, bugün [1924] bile kimi uluslarda kast durumunun hâlâ bütün amansızlığıyla korunup ayakta tutulduğu düşünülürse, bir başkasının egemenliği altına girme ilkesi ve bunu elde etme çabasının hâlâ insanların ruhlarında varlığını koruduğunu ve belirli bir tip insanı biçimlendirecek gücü gösterebildiğini de anlarız kuşkusuz. Bilindiği gibi, Antikçağ’daki geçerli görüşe göre çalışmak aşağılık bir şeydi, kölelerin işi sayılmaktaydı, efendinin çalışmak gibi pis bir işe bulaşması uygun düşmezdi; ayrıca, efendi salt emir veren kimse değil, tüm iyi özellikleri kendisine toplayan biriydi. Egemen sınıf en seçkin insanlardan oluşuyordu; nitekim Yunanca “aristos” sözcüğü her iki anlamı da içermekteydi. Aristokrasi, en seçkinlerin egemenliği demekti. Ne var ki, kimin aristokrat sayılacağı insanlardaki erdem ve üstünlükler gözden geçirilerek değil, zora başvurularak belirleniyordu. Böyle bir gözden geçirme ve sınıflandırma işlemine olsa olsa köleler, yani efendilere hizmet eden kimseler arasında başvurulmaktaydı. En seçkin kişi ise, egemenlik ve otoriteyi elinde bulunduran kişiydi.

İnsanların köle ve efendi olarak iki ayrı kategoriye ayrılması, bu konudaki görüşleri günümüze kadar etkilemişti; ne var ki, insanları birbirine yaklaştırma çabalarının sürdürüldüğü çağımızda bu görüşler her türlü anlam ve önemini yitirmiştir. Büyük düşünür Nietzsche’nin bile dünyada en iyilerin egemenliği elinde bulundurmasını, ötekilerinse bunların egemenliği altına girmesini istediğini unutmayalım. İnsanların hizmet edenler ve egemenliği elinde bulunduranlar olarak ikiye ayrılacağı düşüncesini kafalardan söküp atmak ve kendimizi tam anlamıyla başkalarına eşit hissetmek bugün bile kolay değildir. Bu konuda bizi ağır yanılgılardan koruyacak bir bakış açısının günümüzde elde bulunuşuna bile büyük bir ileri adım gözüyle bakılması gerekmektedir; çünkü bazı insanların içine kölelik ruhu öylesine yerleşmiştir ki, ne zaman bir kimseye bir hiç için teşekkür etme fırsatını ele geçirseler bundan memnunluk duyar, adeta yaşıyor olmalarını durmadan bağışlatmaya çalışırlar. Elbette böyle bir davranışın onları hiç rahatsız etmediği söylenemez; çoğunlukla pek mutsuz hissederler kendilerini.

Alfred Adler

İnsanı Tanıma Sanatı
Çeviren: Kamuran Şipal
Say Yayıncılık

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir