Bu dünyada iki zaman var: İlki aman vermez, boyun eğmez ve mukadder. İkincisiyse kararlarını ilerledikçe alıyor.

Bu dünyada iki zaman var. Biri mekanik zaman, diğeri bedenin zamanı… Birincisi bir sağa, bir sola, bir sağa, bir sola sallanan kocaman bir demir sarkaç kadar katı ve metalik. İkincisiyse körfezde balık misali kıvrılıp bükülüyor. İlki aman vermez, boyun eğmez ve mukadder. İkincisiyse kararlarını ilerledikçe alıyor.

Pek çok kişi mekanik zamanın var olmadığı kanaatinde. Ne Kramgasse’deki devasa saatin önünden geçerken saati görüyor ne de Postane’den paket yollar ya da Gül Bahçeleri’nde gezinirken çanını duyuyorlar. Kol saati takıyorlar takmasına ya, ya sırf süs amacıyla ya da saati hediye edene ayıp etmemek için takıyorlar. Böylelerinin evlerinde saat yok: Saat yerine kalp atışlarını dinliyor, ruh hallerinin ve arzularının ritimlerine kulak veriyorlar. Acıkınca yiyor, uykularından ne zaman uyanırlarsa işlerine o zaman gidiyor, günün her saati sevişiyorlar. Mekanik zaman fikrine gülüyor bu tipler. Zamanın düzensiz ilerlediğini biliyorlar. Zamanın, kaza geçirmiş bir çocuk alelacele hastaneye yetiştirilirken ya da kavgalı komşunun bakışları altındayken sırtındaki yükle güç bela ilerlediğini biliyorlar. Ve ayrıca, arkadaşlarla neşeli bir yemekteyken ya da övgü alırken veya sevgilinin kollarındayken birdenbire fırlayıp görüş alanından kaçıverdiğini de biliyorlar.

Bir de bedenlerinin var olmadığını düşünenler var. Bunlar mekanik zamana göre yaşıyorlar. Sabah yedide kalkıyor, öğlen yemeklerini on ikide, akşam yemeklerini altıda yiyorlar. Randevularına vaktinde, tam saatinde gidiyorlar. Geceleri sekiz ile on saatleri arasında sevişiyor, haftada kırk saat çalışıyor, Pazar gazetelerini Pazar günü okuyor, Salı geceleri satranç oynuyor, mideleri guruldadığında yemek vakti geldi mi diye saatlerine bakıyorlar. Bir konserde müziğe kapılmaya başladıkları anda hemen eve dönme vaktinin gelip gelmediğini kontrol amacıyla bakışlarını sahnenin üzerinde asılı saate çeviriveriyorlar. Bedenin yabansı büyüye haiz bir şey değil, bir kimyasallar, dokular ve sinir atımları toplamı olduğunu biliyorlar. Böyleleri için düşünceler beyindeki elektriksel çakmalardan, cinsel arzu kimyasalların belli bir takım sinir uçlarına hücumundan, hüzünse beyincikte yoğunlaşan az miktarda asitten ibaret. Bu yüzden bedenlerine fizik diliyle hitap ediyorlar. Böylelerine göre beden konuşursa, sadece onca kaldıraç ve kuvvetin diliyle konuşuyordur. Bu insanlara göre beden itaat edilecek değil, buyrulacak bir şey.
Aare kıyısında gece vakti hava almaya çıkan biri iki dünyanın kanıtını tek yerde görecektir: işte, bir sandalcı, karanlıkta konumunu akıntıda sürüklenen saniyeleri sayarak saptıyor. “Bir, üç metre… İki, altı metre… Üç, dokuz metre…” Sesi karanlığı kesin ve net hecelerle bölüyor. Nydegg Köprüsü’ndeki sokak lambalarından birinin altında birbirlerini bir yıldır görmemiş iki kardeş kafa çekip gülüşüyor. Aziz Vincent Katedrali’nin çanı on defa çalıyor. Saniyeler içinde, Öklid geometrisinin çıkarımları misali kusursuz makineleşmiş bir yanıt geliyor: Schifflaube boyunca sıralanmış evlerin ışıkları art arda sönüyor. Nehir kıyısına uzanmış ve zamandan mahrum uykularından uzaklardaki kilisenin çanıyla uyanan iki âşık kafalarını kaldırıp tembelce bakınıyor, gecenin inmişliğine şaşıyor.
İki zamanın karşılaştığı yer, umutsuzluk… İki zamanın ayrıldığı yer, hoşnutluk… Mucize kavlinden, bir avukat, bir hemşire, bir fırıncı her iki zamanda da bir dünya yaratabilir ama ikisinde birden yaratamaz çünkü… İki zaman da gerçek ama gerçekleri aynı değil.

24 Nisan 1905

Alan Lightman

Einstein’ın Düşleri
Yazar: Alan P. Lightman
Çevirmen: Algan Sezgintüredi
Yayıncı: Aylak ( 02 / 2012 )
120 Sayfa

Hikayeler Einstein’ın 1905’te İsviçre’de bir patent bürosunda çalıştığı sıralarda zamanın doğasına dair kurduğu düşlere dayanıyor.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir