Metis Seçkileri’nin ikinci kitabı “Bu Tufandan Sonra”yı Ahmet Cemal hazırladı ve çevirdi. Seçkide şiirden denemeye farklı türden Bachmann ürünlerinin yanı sıra yazarla yapılmış bir dizi söyleşiye de yer veriliyor.
“Hepimizin isteği, görebilen kişiler olabilmektir. Ve bizi ancak o sözünü ettiğim gizli acı, deneyimlerin karşısında, özellikle de gerçeğin karşısında duyarlı kılar. Bu konuma girdiğimizde, acının üretkenliğe dönüştüğü o uyanıklık konumuna geldiğimizde, çok yalın ve doğru olarak şöyle deriz: Gözlerim açıldı. Bunu bir şeyi veya olayı dışa dönük yönüyle algıladığımızdan değil, fakat göremeyeceğimiz şeyi kavradığımız için söyleriz. İşte sanat bunu, yani bu anlamda gözlerimizin açılmasını sağlayabilmelidir.

“Üstünde yaşadığımız bu kararmakta, dilsizleşmekte ve çılgınlığın önünde geriye çekilmekte olan yıldızda, yüreklerdeki ülkeler boşaltılırken, onca düşünce ve duyguya veda edilirken, insanoğlunun sesi bir kez daha yankılandığında, bizler için yankılandığında, bunun insanoğlunun sesi olduğunun bilincine varamayacak biri düşünülebilir mi?”  Ingeborg Bachmann

Sunuş – Ahmet Cemal, sayfa 7-9
Ingeborg Bachmann’la bir okur olarak tanışmam, yetmişli yılların hemen başına rastlar. Yanılmıyorsam “Roma’da Gördüklerim ve Duyduklarım” adlı denemesi, okuduğum ilk eseri olmuştu. Ardından bazı öykülerini okudum. Otuzuncu Yaş’la birlikte, Bachmann’dan epey uzun bir süre ayrılmayacağımı biliyordum. 1971 yılında yayımlanan Malina adlı romanını okuduktan sonra ise, artık bu defa bir çevirmen olarak Bachmann’ı çevirmeden rahat edemeyeceğimin bilincindeydim.
O hızla, 1973 başlarında Malina’yı çevirmeye başladım; ancak bir süre sonra çalışmalarımı durdurdum. Gerek Almancam, gerekse Türkçem, teknik açıdan belki yeterliydi bu romanı çevirmem için. Gelgelelim olgunluk düzeyim, Malina’daki roman gerçekliğini ve dünyayı Türkçe’de yeniden kurabilmem için gerekli düzeyin henüz çok uzağındaydı. Bu yönde ikinci bir girişimde bulunabilme gücünü ancak 1985 sonbaharında duydum. Ama artık Bachmann’la ve Malina’yla hesaplaşmaya, gerçek bir yazın ürününü çevirebilmenin temel koşulu olan o çok kendine özgü diyaloğu kurmaya her bakımdan hazırdım; öyle ki, romanın çevirisinin başına 1 Eylül günü oturdum, 30 Eylül günü bitirmiş olarak kalktım. Bu hız, bu yoğunluk elbet rasgele değildi. Aradan geçen on yılı aşkın süre içersinde Bachmann’ın bütün yaratısıyla, ayrıca onun gerek Viyana’da, gerekse Roma’da yaşamış olduğu çevrelerle yeterince yakın bir ilişkiyi kurabilmiştim.
Bütünüyle kendi kişisel seçimlerimin ürünü olan bu seçki de, aslında 1970’lerden bu yana Bachmann’la paylaştığım bir yaşamın dönemeçlerinden biri. Ve bu çeviri serüveni sanırım ancak yazarın öykülerini de dilimize aktardığım gün noktalanabilecek. Bu seçkide kendi çevirilerimin yanı sıra, Bachmann’dan daha önce başkalarınca yapılmış çevirilere de yer vermem düşünülebilirdi. Ne var ki ?yapay alçakgönüllülüklere inanmayan, ama eleştiriye çok önem veren biri olarak? o çevirilerin hiçbirinin Bachmann’ın sesini taşımadığını belirtmek zorundayım. Bachmann’ın her şeyden önce çok büyük bir şair olması, yaşamının bir noktasından sonra kendisi şiiri artık bıraktığını söylese bile, bütün düzyazılarını da bir düzyazı-şiir üslubuyla kaleme almış olması, çevirmenlere çeşitli tuzaklar hazırlamış olabilir. Gerçek şu ki, Bachmann’ın şiiri yeterince özümsenmeden, lirizmin bu sanatçının bütün dünyasını nasıl biçimlemiş olduğuna dikkat edilmeden şiirleri dışında kalan eserlerini çevirmeye kalkmak, başarı şansı olmayan bir girişimdir.
1926 yılında Avusturya’nın Klagenfurt kentinde doğan Ingeborg Bachmann, özellikle 1945’ten sonraki dönemde yalnız Avusturya edebiyatının değil, ama Avrupa edebiyatının sayılı şair ve yazarları arasında yer aldı. Yalnız Avusturya edebiyatı açısından ele alındığında ise, Broch-Musil-Kafka üçlüsünün ardından, başka deyişle onları izleyen kuşakta, Bachmann’ın düzeyinde bir başkasını daha gösterebilmek gerçekten çok güç. İnsanın anlatım aracı ve varoluş koşulu saydığı dil ile sürekli ve acımasız hesaplaşması, bunun yanı sıra şiirlerinin, romanının ve öteki eserlerinin gerçeklik temelini sürekli olarak görünen dünya’da değil, ama bu göstergenin altında yatan’da araması, çağıyla, içinde yaşadığı dünyayla bir düşünen insan kimliğiyle hesaplaşmaktan sonuna kadar vazgeçmemesi, hiç kuşkusuz Bachmann’ı biricik kılan başlıca öğeler arasında yer alıyor.
Malina’nın(*) başına koyduğum “Malina, ya da Günlük Cinayetlerin Romanı” başlıklı giriş yazısında, Bachmann’ı kendi tanıklığıyla anlatabilmek için, sözü sık sık ona bırakmıştım. Bu sözlerden bazılarını buraya da almayı yararlı görüyorum:
“Belli bir an vardı çocukluğumda; o an, benim bütün çocukluğumu yıktı. Hitler’in birliklerinin Klagenfurt’a girişleri. Bu, o denli korkunç bir şeydi ki, anılarım o günle başladı; başka deyişle, erken gelen, o güçte olanını daha sonra çekmediğim bir acıyla.” (24 Aralık 1971) Bachmann’ın bu çocukluk izlenimleri, daha sonra Bir Avusturya Kentinde Gençlik adlı öyküsüne kaynaklık edecektir.
“… Bu sözde uygar dünyada, görünüşte uygar davranan insanlar arasında gerçekte sürekli bir savaşın egemenliğinden kuşku mu duyuyorsunuz? İnsanların birbirlerini ağır ağır öldürmekte olduklarına inanmıyor musunuz? Kimi zaman herkes açık ve seçik görebiliyor bu gerçeği, ama uzun zaman parçaları boyunca da insanlar yine belli bir dinginlik içersinde yaşayıp gidiyorlar, küçük yaralarıyla, yaralanmalarıyla birlikte ve aslında yaşanabiliyor da bunlarla.”
“Çok sayıda yazarın yazmak zorunluluğunu duyduğu büyük olayları yazmak da, bunlardan yakınmak da çok kolaydır. Pakistan’da olanların, şurada, burada olanların korkunç olduğunu söylemek için büyük bir sanatın varlığı gerekmez. Yanıbaşımızda her gün nelerin olup bittiğini, günlük yaşamda insanların insanları nasıl öldürdüklerini söylemek; önce betimlenmesi gereken budur; önce bu yapılmalıdır ki, büyük cinayetlere nasıl yol açıldığı anlaşılabilsin.” (7 Ekim 1972)
Şiir, deneme, inceleme, öykü, radyo oyunu ve roman dallarında eserler veren Ingeborg Bachmann, sürekli olarak insana gittikçe daha yabancılaştığına tanık olduğu bir dünyada insanoğlunun sözcülüğünü üstlendi. Kimilerinin karamsarlık diye nitelendirdikleri, gerçekte Bachmann’ın gerçekçilik yanından başkası değildi.
Bu seçkide Bachmann’ın şiirde, öyküde, romanda vb. ne yapmış olduğunu anlatmaktan bilinçli olarak kaçındım. Bir defasında Malina adlı romanını yorumlaması istendiğinde Bachmann, “herkesin kendi yorumunun” önemli olduğunu söylemişti. Kanımca Bachmann, bu seçkide konuşmalarıyla, denemeleriyle ve öteki ürünleriyle kendini ve hangi alanda neler yapmış olduğunu zaten yeterince anlatıyor. Onun için en iyisi, onu okurlarıyla aracısız başbaşa bırakmak…
(*) Malina, Türkçesi Ahmet Cemal, BFS Yayınları, İstanbul, 1985.

“İnsanoğlu Gerçeği Taşıyabilecek Güçtedir”, sayfa 43-45
(Savaşta görme yetisini yitirenler adına konan ödülün verilişinde yapılan konuşma.)
Yazar ?doğası gereği? başkalarının kendisini dinlemelerini sağlamak ister. Ama buna karşın, günün birinde etkin olmaya başladığını duyumsadığında, şaşırır ? ve eğer teselliyi gereksinen insanların karşısında, insanı öteki bütün canlılardan ayıran o büyük, derin acıyla dolu, incitilmiş, yaralanmış insanların olabileceği kadar teselliyi gereksinen insanların karşısında pek de teselli verici bir şeyler söyleyememişse, şaşkınlığı daha da büyük olur. İnsanoğlunun sözü edilen büyük acısı, aslında korkunç bir ayrıcalıktır. Eğer durum böyleyse, yani bu acıyı taşımak, onunla birlikte yaşamak zorundaysak o zaman bunun tesellisi ne olacaktır ve hele bu teselli, ne işimize yarayacaktır? O zaman ?yani bence, demek istiyorum? o teselliyi sözcüklerin aracılığıyla gerçekleştirmek, uygunsuz kaçacaktır. Çünkü böylesi, göze nasıl gözükürse gözüksün, çok yetersiz, çok ucuz, çok sıradan bir girişim olacaktır.
Bu nedenle yazarın görevi acıyı yadsımak, onun olmadığı yanılsamasını yaratmak, acının izlerini silmek olamaz. Tersine, yazar onu somutluğuyla benimsemek ve görebilelim diye bir kez daha somutlaştırmak zorundadır. Çünkü hepimizin isteği, görebilen kişiler olabilmektir. Ve bizi ancak o sözünü ettiğim gizli acı, deneyimlerin karşısında, özellikle de gerçeğin karşısında duyarlı kılar. Bu konuma girdiğimizde, acının üretkenliğe dönüştüğü o uyanıklık konumuna geldiğimizde, çok yalın ve doğru olarak şöyle deriz: Gözlerim açıldı. Bunu bir şeyi veya olayı dışa dönük yönüyle algıladığımızdan değil, fakat göremeyeceğimiz şeyi kavradığımız için söyleriz. İşte sanat bunu, yani bu anlamda gözlerimizin açılmasını sağlayabilmelidir.
Sanatçı ?yine doğası gereği? bütün varlığıyla bir Sen’e, insana ilişkin deneyimini (veya nesnelere, dünyaya ve içinde yaşadığı zamana, evet, bütün bunlara ilişkin deneyimlerini!) iletebileceği insana yöneliktir; insana ilişkin deneyimi, özellikle kendisinin ya da başkalarının olabilecekleri insana, onun düzeyine varıldığında kendisinin ve ötekilerin en çok insan olacakları insana ilişkin deneyimdir. Yazar, bütün antenlerini açmış olarak bu çağda dünyanın yüzünü, insanoğlunun yüzünü saptamaya çalışır. İnsanoğlu nasıl duyumsamakta, neyi düşünmekte, nasıl davranmaktadır? Tutkuları, kısırlıkları, umutları nelerdir…?
Manhattan’ın İyi Tanrısı adlı radyo oyunumda bütün soruların kadın ile erkek arasındaki aşka, bu aşkın ne olduğuna, nasıl bir süreç izlediğine, azlığına veya çokluğuna ilişkin bulunduğu göz önünde tutularak, şöyle denebilir: Ama bu, çok sınırda bir durum. Bu, çok ileri giden bir tutum…
Gelgelelim her durumda, bu arada aşkın en sıradan olanında bile, daha yakından baktığımızda görebileceğimiz, belki de görmek için çaba harcamak zorunda olduğumuz bir sınırda durum gizlidir. Çünkü bütün düşüncelerimizde, eylemlerimizde ve duyumsamalarımızda kimi zaman en son sınırlara değin varmak isteriz. İçimizde, bize konulmuş olan sınırları aşma isteği uyanır. Söylediklerimi yadsımak için değil, ama daha açık bir biçimde tamamlamış olmak için şöyle demek istiyorum: Düzen içinde kalmak zorunda olduğumuzu, toplumun dışına çıkma diye bir şey olmadığını, kendimizi birbirimizi ölçüt alarak sınamakla yükümlü olduğumuzu ben de biliyorum. Fakat bize konulmuş sınırlar içersinde bakışlarımız, ister aşkta, ister özgürlükte, ister başkaca her katıksız büyüklükte olsun, hep kusursuza, olanaksıza, erişilmesi olanaksız olana yöneliktir. Olanaksızın olanaklıyla çarpıştığı alanda bizler, kendi olanaklarımızın alanını genişletiriz. Ve bence önemli olan, yetişmemizi sağlayan bu gerilim ilişkisini üretebilmemizdir; biz yaklaştıkça doğal olarak bir kez daha uzaklaşan bir hedefe yönelmemizdir.
Yazarın betimleme aracıyla başkalarını gerçek konusunda yüreklendirmesi gibi, başkaları da övgü ve yergi aracılığıyla ona kendisinden gerçeği talep ederek, gözlerinin açılacağı konuma gelmelerini isteyerek onu yüreklendirmiş olurlar. Çünkü insanoğlu, gerçeği taşıyabilecek güçtedir.
Gücümüzün yazgımızdan daha ötelere uzanabildiğini, insanoğlunun elinden pek çok şeyi zorla alındıktan sonra bile doğrulabileceğini, insanın düş kırıklıklarıyla, yani kendisini aldatmaksızın yaşayabileceğini, ağır bir yazgıyı taşımak zorunda kalmış olan sizlerden daha iyi kimse kanıtlayamaz. Öyle sanıyorum ki, insanoğlu belli bir gururu duymak hakkına sahiptir ? bu, yeryüzünde karanlıklar içindeki tutukluluğu sırasında vazgeçmeyenin ve doğruyu aramaktan geri kalmayanın duyacağı gururdur.
İki çalışma arasında, bugün olduğu gibi, görkemli bir mola verebilmek, aynı zamanda bir düşünme süresi anlamını taşır; ben, bu düşünme süresinin bana ait olabilecek bölümünü bana haklı olarak sorabileceğiniz ve yanıtlarını ancak yeni yeni çalışmaların, çabaların oluşturabileceği sorulara ayırmak istiyorum. Böylece bugün bana sunduğunuz onur için teşekkür etme noktasına gelmiş oluyorum. Teşekkür etme, yalnızca genel bir teşekkürle geçiştirilemeyeceğinden, bu teşekkürümü benim ve başka yazarların çalışmalarını çoğu kez cömertlikleriyle olanaklı kılmış veya kolaylaştırmış olanlara, Alman radyo kurumlarına yöneltmek istiyorum; ayrıca dinleyicilerime, adlarını bilmediğim o insanlara teşekkür etmek istiyorum; ama asıl teşekkür etmek istediklerim, söze başkalarından çok daha fazla kulak veren ve saygın bir makam niteliğiyle bu ödülü sunanlar, yani savaşta görme yetilerini yitirmiş olanlardır.
Sizlere teşekkür ederim.

KİTABIN KÜNYESİ
Bu Tufandan Sonra / Ingeborg Bachmann’dan Seçme Yazılar
Ingeborg Bachmann
Metis yayınları
Çeviri: Ahmet Cemal
Yayına Hazırlayan: Ahmet Cemal
Kapak ve Grafik Tasarım: Semih Sökmen
Kitabın Baskıları:
İlk Basım: Ekim 1990
2. Basım: Ekim 1998

İÇİNDEKİLER
Sunuş, Ahmet Cemal
Şiirler
Öykü: Anna Maria’nın Portresi
Denemeler:
Roma’da Gördüklerim ve Duyduklarım
İnsanoğlu Gerçeği Taşıyabilecek Güçtedir
Müzik ve Yazın
Söylemem Gerekir ki
Rastlantılar İçin Bir Mekân
Malina’dan
Radyo Oyunu: Ağustos Böcekleri
Konuşmalar
Yaşamı

Ingeborg Bachmann Hayatı (d. Klagenfurt, 25 Haziran 1926 – ö. Roma, 17 Ekim 1973)
Bachmann, 20. yüzyılın en önemli Avusturya’lı kadın yazarlarındandır. Avusturya?nın Klagenfurt kentinde doğdu. 1945-1950 yılları arasında Innsbruck, Graz ve Viyana Üniversitelerinde felsefe, psikoloji ve Alman filolojisi okudu. Çalışmalarında özellikle Heidegger ve Wittgenstein üzerinde yoğunlaştı. Heidegger?in varoluşçuluk felsefesi üzerine yazdığı tezle doktorasını verdi. İlk şiirleri 1948/49 yıllarında yayımlandı. 1959/60 yıllarında doçent unvanıyla Frankfurt Üniversitesi?nde şiir konulu dersler verdi. 1964?te Georg Büchner Ödülü?nü aldı. Aralarında Fransa, İngiltere, İtalya ve A.B.D.?nin de bulunduğu pek çok ülkeye yolculuk etti. 1965?ten itibaren Roma?da yaşamaya başladı. 1973?te çıktığı Polonya yolculuğunda Auschwitz ve Birkenau toplama kamplarını gördü. Aynı yıl Roma?daki evinde çıkan yangında ağır yaralanarak hayatını kaybetti.

Kitapları
Başlıca yapıtları:
Şiir: Die gestundete Zeit (1953; Ertelenmiş Zaman, Toplu Şiirler, YKY, 2004), Anrufung des Großen Bären (1956; Büyük Ayı?ya Çağrı, Toplu Şiirler, YKY, 2004).

Deneme: Frankfurter Vorlesungen (1960; Frankfurt Dersleri, Bağlam Yay., 1989), Bu Tufandan Sonra / Ingeborg Bachmann’dan Seçme Yazılar (Metis Yayıncılık, 1998)

Öykü: Das dreißigste Jahr (1961; Otuzuncu Yaş, YKY, 2004).

Roman: Malina (1971; Malina, YKY, 2004).

Previous Story

Bay Keuner’in Öyküleri – Bertolt Brecht

Next Story

İsyan Borusu (Kapitalizmin Yükselişi ve Siyasal Teori 1509 – 1688) – Neal Wood, Ellen Meiksins Wood

Go toTop

OKUMA ÖNERİLERİMİZ