Büyük Bir Devletin Doğuşu: Osmanlılar (1300-1481) – Ernst Werner

İmparatorlukların doğuşu tarih-yazıcılığının çekici, fakat bir o kadar da gizemli ve zor konularından biri olagelmiştir. Bu zorluk, Batı’da önyargılarla dolu bir araştırma alanı olan “Osmanlı İmparatorluğu” söz konusu olunca daha da artmaktadır. Aşağılayıcı, şoven dürtüler tarih çalışmalarını nesnellikten uzaklaştırmakta, “barbar, kanlı, fanatik, cahil” gibi nitelemeler tarih-yazıcılığını daha baştan sakatlamaktadır. Tek yanlı, yüzeysel ve övgücü Türk tarih-yazıcılığı da aynı şekilde sakatlayıcı bir etkiye sahiptir.

Peki, Namık Kemal’in “Cihângirâne bir devlet çıkardık bir aşiretten” diye özetlediği Osmanlı İmparatorluğu’nun oluşum süreci nasıl ele alınmalıdır? “Osmanlıları tarihin bütünlüğü içindeki yerine oturtmak” hedefiyle yola çıkan Werner’in Büyük Bir Devletin Doğuşu eseri, olumlu bir örnek oluşturuyor. Yazar, küçümseyiciliğe veya övgücülüğe kapıları kapatan nesnel bir anlayışla, tarihî maddeci yaklaşımla Osmanlı Devleti’nin ve Türk feodalizminin ortayı çıkışı ve gelişimini inceliyor. Werner, siyasi tarihçiliğin çoğu kez içinde kaybolduğu anlamsız saray entrikalarını bir yana bırakarak, Osmanlı Devleti’nin kuruluş sorununa bir “sınıflaşma süreci” ve bu sürecin yarattığı “üretim biçimi” bağlamında yaklaşıyor.

Werner, kitabında sadece Osmanlılarda feodalleşme sürecini ortaya koymakla kalmıyor; bu sürecin yarattığı sömürüye karşı halk direncini ve köylü ayaklanmalarını da anlatıyor. Yazara göre, “Şeyh Bedreddin ve Börklüce Mustafa isyanı tüm Türkiye tarihinin en önemli olayı”dır.

“Werner’in (günümüzde unutulmuş görünen) bazı gerçekleri bizlere yeniden hatırlatan bu eseri geçmişimize ilgi duyan herkesin kitaplığında yer almayı hak ediyor.”
-Taner Timur-
(Tanıtım Bülteninden)

Osmanlı tarihine maddeci bakış – Taner Timur
(05.04.2014, http://kitap.radikal.com.tr/)
Osmanlı Devleti?nin doğuşu sorunu Türk ve Batılı tarihçiler arasında yoğun bir ilgi konusu olmuş ve farklı öğelere belirleyici statüler atfeden tezler ortaya atılmıştır. Namık Kemal?in ?Cihângirâne bir devlet çıkardık bir aşiretten,? diye özetlediği bu süreçte, tarihçilerin daha çok ön plana çıkardıkları öğeler de ?gaza ruhu?, ?Ahilik?, ?Türklük ve devşirmelik? gibi dini ve etnik öğeler olmuştur. Werner?in Büyük Bir Devlet?in Doğuşu: Osmanlılar başlıklı eseri, tarihi-maddeci yaklaşımıyla Batı tarih-yazıcılığında bu konuda özgün bir yer işgal ediyor.

Werner eserine Batı?da ve Sovyet dünyasında yapılan Osmanistik ve Türkoloji çalışmalarının genel bir tablosuyla başlıyor. Bu girişinde yazar, konuya milliyetçi önyargılarla eğilen yaklaşımları eleştiriyor. Yine aynı konuda ?milliyetçi sivrilikler ve yanıltıcı betimlemelerin sakatlayıcı etkilerinden zarar gören? Türk tarih-yazıcılığı da Werner?in eleştiri oklarından kurtulamıyor. Yazar bu bağlamda tarih literatürümüzü genellikle ?tek yanlı, yüzeysel ve övgücü? bulan F. Babinger?i de tanık gösteriyor. Buna karşılık, kendisi, siyasi tarihçiliğin çoğu kez içinde kaybolduğu anlamsız saray entrikalarını bir yana bırakarak, Osmanlı devletinin kuruluş sorununa bir ?sınıflaşma süreci? ve bu sürecin yarattığı ?üretim biçimi? bağlamında yaklaşıyor.

Osmanlı?nın kuruluşu ve üretim biçimi sorunları 1960 ve 70?li yıllarda Türkiye?de yoğun bir tartışma konusu olmuştu. Asya Tipi Üretim Biçimi (ATÜB) kavramının ön plana çıktığı bu yıllarda ben de aynı konuda bir araştırma yapmıştım. Başlangıçta haberdar olmadığım bu önemli çalışmayı daha sonra inceleme fırsatı bulmuş ve E. Werner?in yaklaşımıyla kendi çalışmamda benimsediğim yöntem arasında paralellik olduğunu görmüştüm. Hatta Osmanlı devletinin kuruluşunu açıklarken başvurduğum, F. Engels?in Avrupa?da feodalizmin doğuşuna yol açan ?Roma-Germen sentezi? ile ilgili çözümlemesini, Alman tarihçinin de kullanmış olduğunu görmek benim için hoş bir sürpriz teşkil etmişti.

Eseri sorgulamaya, daha genel planda, şu soruyla başlayalım: Werner, Osmanlı kuruluş dönemiyle ilgili hangi tezleri savunmaktadır? Hemen söyleyelim ki Alman tarihçinin zengin bir kaynakça ile temellendirdiği tüm çözümlemelerini burada özetlemeye kalkacak değiliz. Kaldı ki yazarın kendisi eserinin Türkçe çevirisine yazdığı önsözde ana tezlerini zaten özetlemiş bulunuyor. Bu bakımdan, izleyen satırlarda, bu tezlerle ilgili bazı gözlemlerde bulunmak ve tartışılması gereken bazı noktalara dikkati çekmek istiyorum.

Werner, Osmanlı?nın kuruluşunu bir feodalleşme süreci şeklinde ele alıyor ve bu gelişimi feodalleşmeye direnen güçlerle birlikte, diyalektik bir evrim içinde inceliyor. Feodalleşmeyi sağlayan güçler, soy yapısının çözülmesi sonucu yerleşik düzene geçmeye başlayan Türkmen aşiret şefleri ve bunlarla işbirliği yapan yerli halklardır. Tarihçi, Osmanlılarla işbirliğine giren yerli sınıfları sadece bir kısım asillerden ibaret olarak görmemek gerektiğini, Balkanlar?daki sömürü mekanizmalarına direnen köylü ve zanaatkâr yığınlarını da hesaba katmak zorunda olduğumuzu vurguluyor.

Feodalleşme sürecine direnen güçler ise aşiret yapısının ?askeri demokrasi?sini çözemeyen fetihçiler, merkezi ?bürokrasi?yi oluşturmaya başlayan devşirmeler, Selçukluların ?eski İslam? mirasından kalma ulema ve şehirlerdeki Ahi örgütleridir. Ne var ki bu güçler, Werner?in ?feodal despotizm? dediği siyasal yapıyı oluşturarak Osmanlı feodalizminin özgüllüğünü de yaratmışlardır. Tarihçi, Osmanlı feodalizminin I. Mehmet?ten itibaren Rumeli?de geliştiğini, yeniçeri ve sipahi örgütlenmesinin dahi Rumeli?de güçlendiğini, devlet ağırlığının Anadolu?dan Rumeli?ye kaydığını en güvenilir bilgiler bağlamında kanıtlıyor. Böylece aşiret yapısının ve beylik kalıntılarının egemen olduğu Anadolu?yla, feodalizmin geliştiği bir Rumeli ayrımı ortaya çıkıyor.

Türk fetihlerinin Balkanlar?daki toplumsal etkileri ne yönde olmuştur? Werner?e göre, Türk fetihleri, üretim güçlerinin gelişmesi bakımından Balkanlar?da tutucu bir etki yapmıştır. Fakat bu tutucu etki sadece Balkan halkları açısından geçerli görünüyor; buna karşılık soruna Türkler tarafından bakılırsa, tarihçi, aşiret yapısından yerleşik düzene ve feodalleşmeye geçilerek önemli bir sıçrama yapıldığı kanısındadır. Ne var ki, Werner, bu fikrini ılımlı bir biçime sokan unsurları da gözden kaçırmıyor. Örneğin Balkanlar?da da henüz aşiret yapısını kıramamış halklar olduğu gibi, toprakta henüz emek-rant formunu aşamamış üretim biçimleri mevcuttu.

Avrupa?da 14 ve 15. yüzyıllarda feodal ilişkileri çözme ve kapitalizmi başlatma yönünde etki yapan para-rant aşamasına girilirken Osmanlılar ürün-rant aşamasında kalmış ve vergiyle rantı birleştiren ?feodal despotizm?leri sayesinde tutucu niteliklerini sürdürmüşlerdi. Werner, bunun nedenleri arasında Balkanlar?daki kıymetli maden kaynakları ile ilgili işletme yöntemleri üzerinde de duruyor. Osmanlı sultanları kıymetli maden işletmeciliğinde tekelcilik getirerek ve ihracat yasağı uygulayarak para ekonomisinin gelişmesine engel oldular.

Avrupa aristokrasisi ve Osmanlı hanedanı
Avrupa?da, daha ırkçılık kavramı doğmadan bir ?egemen ırk? olgusu ortaya çıktı. Kan bağlarına dayanan bir egemen aristokrasi kendi evlatlarını Avrupa?nın tüm saraylarına, şatolarına ve villalarına dağıttı. Batılı bir tarihçi bu süreci şöyle betimlemiştir: ?Asillerin görevli ve yararlanma hakkı (beneficium) sahibi olarak krallığın bir ucundan öbür ucuna yollanmaları birçok aristokratik ailenin yapısında büyük değişiklik yarattı. (…) Bunun sonucunda da esas olarak taşralı ve aile topraklarına bağlı bir aristokrasi, Avrupa aristokrasisine dönüştü. Bu yeni aristokrasinin üyeleri çoğu kez eşlerini kendi krallıklarından uzak ülkelere yerleşmiş ailelerden seçiyorlardı. Bunlar üst düzey politikayla ilgili her konuya ilgi duyan ve çeşitli çıkarlarla krallık idaresine bağlı ulus-üstü bir aristokrasi oluşturdular.?

İşte din farkı dolayısıyla Osmanlı devletinde gerçekleşmeyen süreç buydu.

Osmanlı Devleti gerçekten de mutlak bir despotizm miydi? Eğer öyleyse fanatik bir yönetici sınıf neden türdeş bir topluluk yaratamadı? Voltaire ünlü bir eserinde Osmanlı?dan söz ederken şunları söyler: ?Burada şu önyargıyla savaşmalıyım: Türk hükümeti despotik denilen saçma bir hükümettir; halklar sultanın kölesidir ve kendi adlarına hiçbir şeye sahip değillerdir; malları ve hayatları efendilerine aittir. Böyle bir idare (yani saf bir despotizm) kendi kendine çöker!.. Bazı seyyahlar, eskiden Frank krallarının askeri tasarruf hakkı (benefices) vermeleri gibi, Sultan da hayat boyu timarlar veriyor diye tüm toprakların Sultana ait olduğunu sandılar. Bu seyyahlar bilmelidirler ki, Türkiye?de de başka ülkelerde olduğu gibi miras kanunları var.? Daha sonra da düşünür, Osmanlıları Romalılarla karşılaştırarak, aradaki farkı şurada görür: ?Roma, yenilmiş tüm halkları tek vücut yaptı; oysa Osmanlılar kendilerine tabi kıldıkları halklardan daima ayrı kaldılar.? İşte bu son nokta Werner?in de paylaştığı bir görüştür ve yazarımız, eserinin Türkçe baskısına yazdığı önsözde, Osmanlı fetihlerinin ?Batıda ve güneydoğuda olduğu gibi kültürlerin bir sentezine değil, yan yana yaşamasına yol açtığını? vurguluyor. Ne var ki Werner, dünyanın ?ilk piyadeleri? olarak gördüğü yeniçerilere dayandırdığı Osmanlı despotizmini, ?Ortaçağ Yakındoğusu için kullanılamaz? dediği ATÜB?e özgü ?oryantal despotizm? perspektifinde değerlendirmekten de kendisini alamıyor. Burada paylaşmadığım nokta, ?despotizm? sıfatının gelişme süreçlerinin belli bir evresinde tüm toplumlar için kullanılabilecek bilimdışı bir kavram olduğunun gözden kaçırılmış olmasıdır.

Şeyh Bedreddin ve Börklüce Mustafa
Werner bu çalışmasında sadece Osmanlılarda feodalleşme sürecini ortaya koymakla kalmıyor; bunun yarattığı sömürüye karşı halk direncini ve köylü ayaklanmalarını da anlatarak bu konudaki bilgilerimizi zenginleştiriyor. Tarihçinin, ?Şeyh Bedreddin ve Börklüce Mustafa isyanının tüm Türkiye tarihinin en önemli olayı? olduğunu söylemesi, gerçekten de üzerinde dikkatle durulacak bir gözlemdir. ?Osmanlıları tarihin bütünlüğü içindeki yerine oturtmak, çalışmamın asıl hedefiydi? diyen Werner, bu bütünlüğü halk ayaklanmaları konusundaki açıklamalarıyla da gösteriyor ve bu arada ?dünyada bir tek Thomas Münzer?in yaşadığını sanan? Alman tarih öğrencilerine de ders veriyor.

Kuşkusuz Werner?in nüanslı analizleri, ancak bazı temel noktalara değinebildiğimiz bu yazının çerçevesini fazlasıyla aşıyor. Bunların incelenmesini ve tartışılmasını okurlara
bırakırken, bize de son söz olarak, Alman tarihçinin (günümüzde unutulmuş görünen) bazı gerçekleri bizlere yeniden hatırlatan bu eserinin geçmişimize ilgi duyan herkesin kitaplığında yer almayı hak ettiğini söylemek kalıyor.

Kitabın Künyesi
Büyük Bir Devletin Doğuşu: Osmanlılar (1300-1481)
Orjinal isim: Die Geburt Einer Grossmacht: Die Osmanen (1300-1481) – Ein Beitrag zur Genesis des Türkischen Feudalismus
Ernst Werner
Yordam Kitap / Tarih Dizisi
Çeviri : Orhan Esen, Yılmaz Öner
İstanbul, 2014
496 s.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir