Büyük şair Mayakovski’nin 120. doğum günü

“Çağdaşlarından yüz bulmuş budala tarihçiler şunu yazsınlar varsın: Bu ilginç ozanın hiç de ilginç olmayan bir yaşam öyküsü var.”

Mayakovski’nin Doğuşu

“Yıldız,
nedir bu üşenme parıldamaktan
Kutlamayacaksan eğer
doğuşunu bir insanın
yalnız şeytan
olmaz mı
yıldız
övüp ululadığın?”

Yaşadığımız topraklar, yaşanmışlıklarla dolu bir birikimi insanın doğasına bir ?kara kutu? gibi yerleştiriyor. Yüzlerce yıla dayanan bu yaşanmışlıklar, duyularımızda yolculuğunu sürdürürken aklımızla da bitmeyen bir savaşı devam ettiriyor. Hepimiz bu savaşın hem esiri, hem de kahramanıyız. Doğrular, yanlışlar, iyiler, kötüler, yenilgiler ve yengiler tarihi duyularımızı şekillendirirken, esarete karşı olan direnişimiz geleceğin duyularını ve aklını oluşturmaya devam ediyor. Bir toprak, bir tarihe böyle sahne oluyor. ?Sahip olmak? duygusu bu toprakları halkların akan kanlarıyla sulamasına neden olurken, diğer yandan ?olmak? duygusu bu yürüyen savaşa karşı isyan geleneğini sürdürüyor. Bizler bütün bunların ürünüyüz. Tek bir insanı anlayabilmek için bu bütünlüğü de algılamak gerekiyor. Bir insanı bütünlük içinde parantez içine alarak algılamaya çalışmak, onu doğasından koparmak gibidir. Görebilmenin en sağlıklı hali olduğuna inandığım bu yöntem, hayattan kopuk bir suni aklın oluşmasının da koşullarını ortadan kaldırmaktadır. ?Sahip olmak? duygusunun o geniş pazarıyla mücadelede, insanın ?olmak? serüveninin o ağır bedellerini Mayakovski’de de görüyoruz.
Mayakovski’yi Rus gelecekçilerinin (Fütüristler) kodları içine sıkıştırmak ve onu o parantez içinde algılmaya çalışmak, büyük haksızlık olur. Çünkü bu bakış açısı, O’nun o büyük lirizminin çığlığına karşı sağır olmak anlamına gelir. Mayakovski’nin doğduğu yılların ve dünyadaki sanayileşme sürecinin tüm etkileri, O’nun lirizminin çığlıklarına bir liman oluyor. Eski düzenin ve yeni dünyanın özlemlerinin (modernizm) çelişkileri içinde, başkaldırısını yaslayabileceği bir sığınak gibi oluyor Rus gelecekçiliği. Kafkasya’daki çocukluğunun biriktirdikleri ile hayalini kurduğu yeni dünya yolculuğunun ilk durağı Rusya oluyor.

Gürcistan’daki eski bir kalenin arazisinde bulunan evlerinin zemin katındaki küçük bir şarap işliğinde, üzüm çiğniyor insanlar.

“Ben yiyorum, onlar içiyorlar. Bedeninin dik açısına yaslanıyor kale. Bedenin köşelerinde, toplar için, inişte toprak iyice çiğnenmiş. Bedenlerde mazgal delikleri. Bedenler ardında hendekler. Ormanlar ve çakallar hendeklerin ardında. Ormanların üstünde dağlar. Büyüyordum. En yükseğe tırmanıyordum. Kuzeye doğru dağlar küçüle küçüle gidiyordu. Kuzeyde bir kopma. Düş kuruyordum. Rusya düşünü. Öyle çekiyordu ki orası beni.”

Mayakovski küçük yaşına rağmen bu hareketleri anlamaya çalışmasa bile, rüzgar onu safını belirlemeye doğru götürmektedir. Rusya’daki politik hareketlerle ilgili ilk yasadışı bildiriler, kızkardeşinin Moskova’dan dönerken getirdiği coşkun kağıtlardır. “Katlanmış uzun kağıtlar veriyor bana gizlice. Şimdi bile aklımda ilki:

“Gitme yoldaş, gitme kardeş sefere,
Elindeki şu silahı at yere.”
Bir tane daha var:
“… ya da yeni bir yol, Almanların
arasında anne, kız,
oğlan, kadın…” (çarın sözü ediliyor)
“Devrimdi bu… Manzumelerle. Manzume ve devrim kafamda birleşmişti.”

Babasının ölümü üzerine ailesi ile birlikte Moskova’ya göçerler. Çok küçük yaşta Bolşeviklerle tanışması ve Marksizmden etkilenmesi, O’nu politik hareketlerin içine iter. Daha 15 yaşındayken tutuklanır ve hapishaneyle tanışır. Mayakovski’nin hapishanedeki süreci, O’nu çok kitap okumaya yöneltir. 11 Ay süren hapishane macerasından sonra, dışarıya çıktığında, O’nu rahatsız eden sorunlar vardır.

“Bütün yaşamımı kendi bulduğum tümceler yerine, sağlam kitaplardan tümceler aktarmakla geçiremezdim. Üretmeliydim. Okuduklarım kafamdan boşalıp giderse ne kalır geriye? Marksist yöntem. Ama bu silah çocuğun eline verilmiş olmaz mı o zaman da? Sizin gibi düşünenlerle bir işiniz oldu mu kolaydır bu silahtan yararlanmak. Ama düşmanlarla karşılaştığınızda başarısı ne olur, bilinmez. Ne koyabilirim köhne düşünceler karşısına? Devrim ciddi bir okul bitirmemi gerektirecek mi bilemem?”

Partideki diğer yoldaşların yüksek tahsilli olmaları, ozanda bir burukluk bırakmıştır. Bir gün partideki yoldaşlarından birine toplumcu sanat yapmak istediğinden bahseder. Yoldaş Seryoja “senin gözlerin karnından daha büyük” diye cevap verir. Şiir yazma tutkusu onu iyice sarmıştır. Ancak bu şiir tutkusunu, nasıl şiire dönüştüreceğini bilememektedir. İçindeki bitmez tükenmez coşkuyu ifade edememesi, onu iyice karamsarlığa itmiştir. Bu huzursuzlukla “Tatbiki Güzel Sanatlar Okulu”ndaki derslere katılmaya başlar. O günkü rejimin kefilliği olmadan girebildiği tek yer orasıdır. Kısa bir süre sonra bağımsızların ezilip, taklitçilerin el üstünde tutulduğu ve devrimsel içgüdünün onu da atılmışlar arasına kattığını farkeder.

İçindeki coşkun duygular, O’nda yazma isteği uynadırsa da, bir türlü cesaret edemez. O’na bu cesareti veren, David Burliyuk olur.

“Sretenski bulvarında Burliyuk’la buluşuyoruz. Bir iki dize okuyorum ona ve ekliyorum: ‘Bir arkadaş verdi de…’ David duruyor. Yüzüme bakıyor. Gür sesle bağırarak: ‘Sizsiniz bunu yazan! Dahi bir ozansınız siz!’ Hak etmediğim bu sözleri sarfetmesi çok heyecanlandırıyor beni. Dizeler arasına gömülüyorum. Beklenmedik bir biçimde ozan olup çıkmıştım o akşam.”

Avrupa’daki çalkantıların gerisinde kalmış olan İtalya’daki tepkiselliğin edebiyattaki sözcüsü olan Filippo Tommaso Marinetti’nin izlediği yolu kendilerine örnek alan Mayakovski ve arkadaşları, artık kendilerine bir ifade biçimi bulmuşlardır.

“David de çağdaşlarını geride bırakmış bir ustanın öfkesi var, bende de modası geçmiş fikirlerin uğursuzluğuna aklı yatmış bir sosyalistin konuşma ustalığı: Doğdu Rus fütürizmi!”

Rus gelecekçileri yaşadıkları çağdan ve çağın düş üzerine kurulu yazınına karşı tavır almışlardı. Şiirin yaşamı daha canlı ve daha iradeli kılacağı yerde uyuşturduğunu söylüyorlardı. Aslında sanat eleştirilerinin altında toplumsal eleştiri yatıyordu. Rus gelecekçileri bir çok anlamda devrimciydi. Bu damar, büyük etkisi olan Mayakovski’nin tavrından kaynaklanıyordu.

Gelecekçiliği şiddetle bezeyen Marinetti’nin tersine Ruslar toplumsal düzenlerinin ruhu bunaltıp yok ettiğine inanıyorlardı. Özgür ve düşsel yaşam ilkelerini, bulundukları konjonktürle kıyasladıklarında hissettikleri huzursuzluğu gizlemek için ironiyi bir örtü olarak kullanıyorlardı. Akımın mistik şiire saldırısı, Marks’ın izinden giden, dinin “halkın afyonu” olduğunu söyleyen Lenin’in dine karşı olan tavrının sanata yansıması gibiydi. Geçmişi yadsıyorlardı, çünkü çarlık rejiminin devrime karşı, halkın dikkatini başka yönlere çekmek için ileri sürdüğü romantik ve duygusal fanatizme karşı devrimci bir tepki duyuyorlardı.

Akımın çıkışı kaçınılmaz olmuştu, gizemli dünya duyumsamaları birçok sınırlamalar ve düş kırıklıklarıyla doluydu ve bunun üzerine sabrı tükenen kuşak patlamıştı. Marinetti Rusya’yı ziyaretinde gelecekçiler tarafından iyi karşılanacağını sanıyordu, ama Rus gelecekçileri onun izlediği siyaseti anlamsız buluyor ve ona hiçbir şey borçlu olmadıklarını söylüyorlardı. 1905’ten beri engellenen devrimci ruh onlarda anlatımını bulmuştu.

1913-14 senelerinde Rus gelecekçileri ülkede bir turne düzenlediler. Yapıtlarını tanıtmak zorundaydılar. Çünkü yapıtlarını bastırabilmek imkanına sahip değildiler.

“Yayıncılar yüz vermiyordu bize. Kapitalistlerin burnu yıkıcı kokusu alıyordu. Başvurularımı kabul eden çıkmadı.”

Bildirinin etkisiyle bütün gazeteler onları aşağılarcasına başlıklar atmaya başlamışlardı.

“Gazeteler fütürizmle dolup taşıyor. Ama pek de kibarca değil. Bana da açıkçası “Köpoğlu köpek” diyorlar.”

Ülke çapında yapılan turne Mayakovski için çok uygun düşmüştü. İyi sayılır bir fiziğe ve en önemlisi etkileyici bir sese sahipti. Halkın önünde ezberden şiir okuma sanatına öncülük etti. Kendine özgü doğal retoriği, canlı ve güçlü vurgularıyla halkı etkiledi. Kendi vezninde, halk türkülerinden, tanınmış şiirlerden ündeş, sözcük oyunları türetti ve yansımalı seslerden yararlandı. Şiirini bilinen vezinlerin tersine oklavayla açarmışçasına yayarak sanki okuyucu ile diyalog kurdu. Yapıtlarında kompozisyon ve öfke hep dikkati çekmekteydi.

Turne boyunca hep polis baskılarına maruz kalırlar. Ozan şiirin ve resmin yanı sıra tiyatroyu da gözardı etmemiştir. Kendisinin sahneye koyup oynadığı ilk fütürist gösteri “trajedi”, 1913 senesinde bu turnede gerçekleşmiştir.

Bu oyun Petersburg’da oynandığı zaman fena halde ıslıklandı ve bu dönem Vladimir Mayakovski’nin “Trajedi”siyle kapandı.

Yoğun bir çalışma düzenine giren ozan artık düşüncelerini yayabilmek için yığınlara şiirler okuyor, konferanslara katılıyordu. Değişik yöntemlerle yapılan gösteriler ilginç bulunuyordu.

“Hiç takım elbisem olmadı. İki gömleğim vardı acınacak halde. Denenmiştir, kravat gösterir gömleği. Para yok. Kız kardeşimden bir parça sarı şerit aldım. Sardım boynuma. Sükse dehşetli. Kravatmış insanı şirin gösteren, göze çarptıran demek. Kravat büyüdükçe de süksenin büyüdüğü besbelli. Kravatların boyutları sınırlanınca hemen işin hilesine kaçtım: Kravattan bir gömlek, gömlekten de bir Kravat çıkardım. Karşı konulmaz bir etkiydi elde edilen.”

Yapılan bu gösterilerde radikal çıkışların, kopuşun, aşırı bohem tavrın ve sınıfa yakın durmasıyla oluşan bir söylemin öfkeli çıkışları vardı. Gelecekçilerin izlediği bu yolun sonunda Tatbiki Sanatlar Okulu’ndan atılmaları kaçınılmaz olmuştu tabii.

“Sanat generalleri takımı dişlerini göstermekte gecikmedi. Prdens Lyof, okulun müdürü, eleştirinin de, taşkınlığın da önlenmesini öneriyordu. Takmadık.”

Mayakovski’nin Yaşamı

Çok iyidir bakışlarından koruması ruhun kendini
kuşanarak sarı bir yelek!

Çok iyidir fırlatırken kendini
giyotinin dişlerine
haykırması insanın
“Van Huten Kakaosu içiniz!” diye.

Ve bu saniye
bir kestane fişeğidir,
ağar yukarı
hiçbir şeye değişmem onu dünyada,
hiçbir…

Sigara dumanından beriye
bir likör kadehi gibi çıkarak
uzanıyordu Severyanin’in şarap çalığı yüzü.

Nasıl diliniz varıyor kendinize ozan demeye
öyle bir bıldırcının boz sesiyle şakıyarak?
Bugündür,
bir demir muştayla yarmamız gereken gündür
şakkadak
dünyanın kafatasını!

Hep şunu düşünürsünüz siz:
“Dansediyor muyum, dersiniz, kibarca?”
Nasıl da eğleniyorum,
bir de bana bakın bir parça,
ben
ayaktakımından serseri,
kumarbazın üçkağıtçısı!

Mayakovski, mütevazı olmayan, duygularını göstermekten çekinmeyen ve öfkesine sadık bir söylemi vardır. Gizemli dünyaya, eski estetiğe ve bu estetiğin doğurduğu kokuşmuş hayata, doğanın edilgin mitoslaştırılmasına, düşlerdeki yaşama, gözü sululuğa , entelicensiyanın tiksintisine karşıdır. O bilimsel örgütlenmeden, makinadan, planlılıktan, iradeden, hızdan, yüreklilikten, insanın insanı sömürmediği bir düzenden yana olup, bunlarla kuşanmış yeni insanı yaratmaya çalışır. Burjuvaları daha çok şaşırtmak ve tedirgin etmek için öfkeli ve sert şahlanışlar içine girer. Zaman zaman aşka yaktığı ağıtlar gözden kaçmaz.

1915 yılında, onun yaşamında çok önemli olacak iki insanla tanışır. 1915 Temmuz’unda Mayakovski’nin şiirine hayranlık duyan Elsa Triolet, Rus gelecekçilerine pek hoş bakmayan Ossip Maksimoviç ve Lili Yurevna Brik’le tanıştırır. Bu karı koca o dönemde Rusya’nın Rus entelecensiyasının üyeleridirler. Edebiyat eleştirmeni olan Ossip Brik, Opoyaz adlı formalist grubun kurucularındandır ve Mayakovski’nin hem yayıncısı olarak hem de Rus gelecekçilerinin büyük savunucuları arasına girecektir. Bu serüven Elsa’nın, Mayakovski’yi Briklerin evine götürmesiyle başlayacaktır.

1917 yılında Mayakovski’nin beklentileri gerçekleşir. Eski bir Bolşevik olarak Kerenski’nin hükümetinden hoşnut değildir.

“Bana göre sosyalistlerin gelmesi kaçınılmazdı. Beklenen günün gelmesi ile birlikte gözler gelecekçilere çevrilmişti. Üye olmalı mı, olmamalı mı? Böyle bir sorun yoktu benim için (diğer Moskova gelecekçileri için de). Bu benim devrimim..”

Mayakovski ve arkadaşları, hiç tereddüt etmeden devrimin coşkusuna katıldılar. Fütüristler bir sanat okuluna dönüşmeden, daha baskı altında tutulan bir grup dönemindeyken proleter devrimiyle yüzyüze gelmişlerdi. Devrime rahatlıkla adapte olmuşlardı ama, işçi sınıfının edebi geleneklerden kopmak gibi bir zorunlulukları olmadığı için fütüristlerin istekleriyle uzlaşmaları söz konusu olmayacaktı. Çünkü işçi sınıfının geçmişe ait edebiyattan haberi olmadığı için, eski ile tanışmadan yeniye kucak açması mümkün değildi. Fütüristlerin devrim öncesindeki konumlarının belirsizliği, onları proleteryanın yanına itecekti. Mayakovski’nin geçmişi de bunu doğruluyordu zaten. Ancak Mayakovski gibi politik geçmişe sahip olmayan ve şiirin retoriğiyle, teorisiyle uğraşan diğer şairlerin durumu belirsizlik içindeydi. Fütürizmin artık kendi havuzuna dönebilmesi imkansızdı. Devrim bir takım geleneklerin dışında her şeyi ileri çekmişti zaten. Fütürizm yeniden doğmaya değil, yeni dünyanın edebiyatında kurucu bir parça olma niteliğine sahip olacaktı.

Gelenekle yazan diğer akımların yazarları ise yeni dünyada yerlerini almışlardı bile. Fütüristlerin durumları tartışma götürür bir haldeydi. Zamanında savurdukları sloganlar, proleteryanın dünyası ile ters düşebilirdi. Bu terslikler, fütürizmin ilkelerinde varolan isteklerin doğru bir biçimde yerli yerine oturmasıyla düzelebilecek miydi? Bu bocalama gösteriyordu ki, devrim, fütürizmi de ileri çekmişti. Bu durumda edebi devrimcilere ve gelenek yıkıcılara akademiye giden yol gözükmüştü.

Devrim fütürizmi bulunduğu konjonktürden koparıp ileri çektiğinde, fütürizmin savaştığı sorunların tam tersinden düşünülmesi gerekliliğini ortaya çıkarmış olur. Artık fütüristlerin yeni dünyada başka bir strateji belirlemeleri gerekmektedir. Bu yeni formül LEF Grubu (Sol Sanat Cephesi) olur. Mayakovski, Aseyev, Brik gibi isimlerin yanısıra fütüristler, formalistler, konstrüktivistler ve kimi bireysel yazarlardan oluşacaktır. 1. LEF “Sokaklar fırça, alanlar paletimizdir” sloganıyla sanat ordusunu sokağa davet etmiştir. Sanatın eşitsiz gelişmenin bir sonucu olarak, toplumun diğer kesimlerinden kopmasını ilk bakışta ortaya atan LEF Grubu, toplumla buluşmak istemiş, ancak, toplumun onlara doğru hareket etmesini isteyen bir görüntü yaratmışlardır.

Gerçekte, sanatlarını hayatın içine götürmek istemişlerdir. Unutulmaması gereken bir şey varsa, fütürizmin çıkışında önemli olan noktalardan birisi de yüzeysel gerçekçiliğe karşı olan tutumdur. Yeni LEF Grubu dergilerinde bu tavrı sürdürmüşlerdir. Bu çizgi sanatın yansıtan değil dönüştüren olduğu sorununu ortaya bir kez daha koymuştur. LEF deneyseldir ve arayışlar içindedir. Yazarın kendiyle, anlattığı “vulgar obje” arasındaki perspektifi yaratıp yaratmadığı sorunu LEF’i meşgul eden sorunların başında geliyordu. Troçki, yazdığı “Edebiyat ve Devrim” adlı kitabında bu konu üstüne şöyle diyor:
“Ama sanatın yalnız yansıtması için değil dönüştürebilmesi için de yazarla hayat arasında, tıpkı devrimciyle politik gerçeklik arasında olduğu gibi, önemli bir uzaklık bulunmalıdır.”

Bu tartışmalar sonucunda LEF kapanıp, tekrar açılır ve 1928’de tekrar kapanır.

Mayakovski için devrime uyum sağlamak diğer sanatçılara göre daha kolay olmuştur. Diğer kesimler Mayakovski gibi anayolu bulup hedefe ulaşamayabilirler. Çünkü Rus entelecensiyasının bilindiği gibi ayrı sınıfları, ayrı akımları vardır. Bu farklı insan tipleri uzlaşmakla yetinirler. Kendilerini bir bütünün parçası olarak devrime vermezler. Bunlar genelde akılcılar ve eklektikleri oluştururlar. Mayakovski ise ait olduğu sınıfın zorluklarıyla boğuşarak, kendine yol açmaya çalışan bir bohem olarak gelmiştir. O bir proleter değildir ama, eski dünyaya isyan etmiş ve devrimci bireyciliğini proleter devrimiyle buluşturabilmiştir. Artık devrim için işler, onun için yoğundur. Ülke kültürünü yeniden örgütlemeye, sanatı kitlelere maletmeye ve sokağa indirmeye çalışacaktır.

İlk amaç, yine geçmişin kısıtlı burjuva sanatına son vermek, yerine kitleler için bir işlevi ve yararı olan yaşamın tüm yönlerini içerecek yeni bir sanat yaratmaktır. Yaşamla dolu sanatı bütünleme kaygısı, sanatsal üretimle sanayi üretiminin özleşmesi biçiminde ortaya çıkar. Mücadele bitmemiştir. Ozan için sanat artık bir araçtır. Bireyin ve toplumun günlük yaşamını, ilişkilerini, çevresini değiştirecek, kitlelerin yaratıcı gücünü iteleyecek, güzele ve doğruya yaklaşmalarını, yeni estetik değerlere kavuşmalarını sağlayacak bir araç.

Devrim öncesi Pantolonlu Bulut’la başlayan üretim sürecini daha yoğunlaştırarak çalışmaya koyulur. İşçi kültürü örgütlerine girerek şiirlerini fabrikalarda, toplu mekanlarda güçlü sesiyle okumaya başlar. 1922 Yılında “Beşinci Enternasyonel”i yazmaya başlar. Bir ütopyadır bu. Beş yüzyıl boyunca süregelen sanatı sergileyecektir.

İtalyan fütürizminin biçiminden etkilenen Rus gelecekçilerinin izlerini bizim ülkemizde de görmek mümkündür. Puşkin’in üzerine çarpı çekip “putları yıkalım!” diyen Rus gelecekçilerinin yöntemini, Nazım Hikmet de, çıkardıkları Resimli Ay adlı dergide Abdülhak Hamit üzerine çarpı çekerek izler. Dil devrimi gerçekleştirmiş Türkiye’de, yeni dünyanın edebiyat dilini kurabilmek için Mayakovski’den çok fazla esinlendiğini de görürüz Nazım Hikmet’in. Ancak bu bir taklid etme boyutunda değil, değişen dünyanın yöntemlerine eş zamanlılık gösterme şeklindedir. Ki Nazım Hikmet, kendi toprağının özgünlüğüne uygun bir dili kurmanın yanında, dil devrimine sunduğu katkılarla da çok dikkat çekicidir.

Ruhsal durumu karmakarışık olan Mayakovski, artık kendini yolun sonuna getirmiştir. 14 Nisan 1930’da silahla intihar eder. Böylece coşkulu ve dopdolu geçen bir yaşamı ancak 37 yıl sürdürebilmiştir. O’nun kendine has dili, daha önce de sözünü ettiğimiz gibi, Rus fütürizminin içine hapsolacak bir tarihselliği aşan ve yüzyıllara yayılacak ölçüde güçlü bir lirizme sahiptir. O’nun lirizmindeki vurgu, yoksunluğunu gördüğü değerlerin ifadesini aşırı tepkilerle ve hatta tüm insanlığın acılarına ortak olmasıyla görürüz. İsa’nın çarmıh hikayesindeki gibi, Roma valisinin askerlerinin elindeki çiviler, Mayakovski’nin kendi elindedir. Kurmak istedikleri yeni dünya, aslında, tüm insanlığın kayıtsız kaldığı değerler bütünüdür. Sadece göstermelik bir ritüele dönüştürülmüş olan insanlık değerlerinin samimiyetsizliği ve sahtekarlığı karşısında, intikamını almak için “kendimi çarmıha gerdim her akan gözyaşında” diyerek tetiği çeker. Bugün bile göz yaşlarına sebep olan bu sarsıcı intikam duygusunun acısını duyan insanların suladığı topraklardan yeşerecek yeni dünyanın filizleri. O son olarak bir ironide bulundu tüm insanlığa. Bunu görebilmek için sadece gökyüzüne bakmamız yeterli olacaktır.

“İsterseniz
ben çılgına dönerim tenden,
-ya da renk değiştiren bir gök gibi ufukta-
İsterseniz
öyle çıtkırıldım olurum, öyle incelirim ki
çıkarım insanlıktan, dönerim bir pantolonlu buluta!”

Yiğit Tuncay
http://haber.sol.org.tr/, 19 Temmuz 2013

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir