Nazım Hikmet’in ?Karıcığıma geç kalmış bayram hediyesi…? diyerek, 1940 yılı Kasım ayında, ?Çankırıdan Pirayeye Mektublar? başlığıyla yolladığı ve şairin Çankırı Cezaevi’nde yatarken kendi elyazısıyla ve dolmakalemle doldurduğu, çizgisiz bir defterdir. Nazım Hikmet defteri kendi elleriyle ciltlemiştir. Tek nüsha olan bu eserin tıpkıbasımı yayınevimiz tarafından numarandırılmış ve belli bir sayıda basılmıştır.

Bu baskı şairin cezaevinde kullandığı kâğıt, cilt bezi ve kartona mümkün olduğu kadar yakın bir malzemeyle ve özel bir teknikle basılmıştır.
Turgay Fişekçi’nin hazırladığı ?Şiirler Üzerine Notlar? ve kitabın yayımlanma öyküsünün de sunulduğu föyle birlikte özel paketinde sunulan ?Çankırıdan Pirayeye Mektublar? şu bölümlerden oluşuyor:

Birinci Mektub, İkinci Mektub, Üçüncü Mektub, Dördüncü Mektub, Beşinci Mektub, Altıncı Mektub, Yedinci Mektub, Bir Eski Mektub, Bir Küvet Hikâyesi, Bozkır, Nigâr ile Mustafa, Merhaba Çocuklar, Meşhur Adamlar Ansiklopedisi, Lodos ve Yemiş Bahçesinde.

‘Karıcığıma geç kalmış bayram hediyesi’ – Burcu Aktaş
(06/11/2010 tarihli Radikal Kitap)

Orduyu ve donanmayı isyana teşvik ettiği iddiasıyla Çankırı Cezaevi?ndeydi. Müziğe sığınmış, eşine yazdığı mektuplarda şarkılara yer verdiği de olmuştu: ?Karıcığım, bir şarkı vardır: ?Gün batar, kuşlar döner, dönmez bu yolda beklenen!? Ben hep bu şarkıyı söyler oldum.? İçerideydi… Kara kışta, sıcak yaz gününde ve bayramda. Bir hediye… Bir bayram hediyesi veremeyecek miydi Piraye?ye… Söz konusu olan Nazım Hikmet?ti ve elbette hediyesini geç de olsa verecekti. Elleriyle bir defter hazırladı…
Ortada bir defter var… Bir Pirâye ve bir de Nazım… Kalem yazdıkça birikmiş hikâyeler, şiirler, aşklar, sesler. Sessizlik var o sayfalarda, mutluluk, mutsuzluk. Nazım Hikmet, Çankırı Cezaevi?ndeyken şiirler yazmış, sonra ?Çankırıdan Pirayeye Mektublar? başlığını, ?Karıcığıma geç kalmış bayram hediyesi? notunu düşerek 1940?ta Piraye?ye bu defteri ciltleyerek yollamış. Yetmiş yıl önce tam da bugünlerde, Nazım, Piraye?ye defteri yollamak üzere son hazırlıklarını yapıyordu belki de. Çünkü defteri eşine yolladığı ay Kasım.

?Terziler ıhlamur içiyorlar?
Sabahın köründe, belki de gece yarısında aldı kalemi eline ve başladı yazmaya: Birinci Mektub. ?Saat dört yoksun./ Saat beş yok/ altı, yedi,/ ertesi gün,/ daha ertesi/ ve belki,/ kimbilir…? On yıl önce tanıştığı Piraye?ye hemen vurulmuştu Nazım Hikmet ama şimdi çok uzaklarda ona bu şiiri yazıyordu. Neler neler geride kalmıştı. Nazım?ın annesi Celile Hanım, Piraye?yi iki çocuklu dul bir kadın olduğu için oğluna uygun görmemişti. Piraye?nin annesi Nurhayat ise, Nazım?ı, komünist olduğu ve ömrü cezaevlerinde geçeceği için istememişti. İlk tanışmaları, sonrasında çekilen cefalar… Bunların hepsi maziydi. Duvarlar arasında olmak şimdiki zaman, şiirler sevmenin, dertleşmenin çaresiydi: ?Saat beşte akşam oluyor/ insanın üstüne üstüne doğru yürüyen bulutlarla…/ yağmur taşıdıkları belli…/ Bir çoğu elle tutulacak kadar alçıktan geçiyorlar./ Bizim odanın yüz mumluğu/ terzi dükkânının gaz lambası yandı./ Terziler ıhlamur içiyorlar./ Kış geldi demektir.? Nazım?ın sıkıntısı Piraye?nin de sıkıntı… Piraye?nin hayali de olmasa geçmezdi saatler: ?Elbet de saçlarınız kırmızıdır,/ gözleriniz bazen yeşil/ bazen bal rengi./ Bunu görebildiniz demek?/ Bunu herkes görebilirdi./ Fakat onların böyle olduğunu ben gördüm/ çünkü ben yazdım ilk önce./ Ve bu dünyada benden önce söylenmemiş sözüm bundan ibarettir.? Nazım ve Piraye?nin bu hasrete dayanamadığı da oldu. Bir dönem Piraye Çankırı?ya gidip ev tuttu. Nâzım?ın da ara sıra eve çıkabileceğini düşünüyorlardı. Dikiş dikerek ona bakmayı planlıyordu. Ama böyle bir şey gerçekleşmedi. Piraye bir kez daha ardında Nazım?ı bırakarak yeniden İstanbul?a döndü. Aylar geçti… Çankırı?dan ayrılma vakti geldi. Dokuz buçuk ayın ardından Nazım Hikmet, Bursa Cezaevi?ne gönderildi. Çankırı?dan geriye çok sayıda şiir ve bir bayram hediyesi kaldı.

Bu iş çılgın yayıncı ister
Yetmiş yıl sonra bu defter tıpkıbasımıyla okur karşısında. Çılgın işi diye adlandırabilecek bu tıpkıbasımın incelikli ve bir o kadar da meşakkatli bir macerası var. Defterin tıpkıbasım fikri, Memet Fuat?ın, annesi Piraye için yaptığı evde on yıl önce ortaya çıkmış. Şimdi aramızda Memet Fuat yok ama onun ?bunu yapmak, çılgın yayıncı ister? dediği iş gerçek oldu. ?Çankıradan Pirayeye Mektublar?ı gün yüzüne çıkarmak için baskı öncesi hazırlığı Memet Fuat?ın gelini Yeşim Bilge Bengü yapmış. Bengü, bu bayram hediyesini sayfa sayfa taramış, Handan Durgut yayına hazırlamış. Bilgi Üniversitesi Yayınları?na ise yayımlamak kalmış. Nazım Hikmet?in yolladığı defter, 50. sayfadaki, ?1-11-948 de oldu bu iş? notu dışında, Nazım Hikmet?in elyazısıyla ve dolmakalemle -son 11 sayfası kurşun kalemle- doldurulmuş, 100 sayfası yazılı, 45 sayfası boş, 1 yaprağı kayıp, çizgisiz bir defter. Defterin tıpkıbasımı clariana kâğıda yapılmış, yan kağıtları elle hazırlanmış. Cilt malzemesi, dönemin yaygın cilt malzemesi olan ve o dönemden kalan pandizot ile yapılmış. Bu cilt 1950?lerden kalma bir cilt bezi. Nerdeyse Nazım?ın kullandığının tıpkısının aynısı. Barın Cilt Atölyesi?nden Erdoğan Usta?nın tek tek ciltlediği ?Çankırıdan Pirayeye Mektublar? 1000 adet basıldı.

Defterde hangi şiirler var?
?Çankırıdan Pirayeye Mektublar?da Nazım Hikmet?in on beş şiri yer alıyor. Birinci Mektub, İkinci Mektub, Üçüncü Mektub, Dördüncü Mektub, Beşinci Mektub, Altıncı Mektub, Yedinci Mektub, Bir Eski Mektub, Bir Küvet Hikâyesi, Bozkır, Nigâr ile Mustafa, Merhaba Çocuklar, Meşhur Adamlar Ansiklopedisi, Lodos ve Yemiş Bahçesinde. ?Çankırıdan Pirayeye Mektublar?, Turgay Fişekçi?nin hazırladığı ?Şiirler Üzerine Notlar? ve kitabın yayımlanma öyküsünün de sunulduğu föyle birlikte sunuluyor. Defterdeki şiirler ?Dört Hapishaneden?, ?Memleketimden İnsan Manzaraları? adlı kitaplarda yayımladı. Ancak Beşinci Mektub bütün olarak ilk kez bu kitapta yayımlanıyor.

ÇANKIRI HAPİSANESİNDEN MEKTUPLAR
1
Saat dört,
yoksun.
Saat beş,
yok.
Altı, yedi,
ertesi gün,
daha ertesi
ve belki
kim bilir…

Hapisane avlusunda
bir bahçemiz vardı.
Sıcak bir duvar dibinde
on beş adım kadardı.
Gelirdin,
yan yana otururduk,
kırmızı ve kocaman
muşamba torban
dizlerinde…

Kelleci Memed’i hatırlıyor musun?
Sübyan koğuşundan.
Başı dört köşe,
bacakları kısa ve kalın
ve elleri ayaklarından büyük.
Kovanından bal çaldığı adamın
taşla ezmiş kafasını.
«Hanım abla» derdi sana.
Bizim bahçemizden küçük bir bahçesi vardı,
tepemizde, yukarda,
güneşe yakın,
bir konserve kutusunun içinde…

Bir Cumartesi gününü,
hapisane çeşmesiyle ıslanan
bir ikindi vaktini hatırlıyor musun?
Bir türkü söylediydi kalaycı Şaban Usta,
aklında mı :
«Beypazarı meskenimiz, ilimiz,
kim bilir nerde kalır ölümüz…?»

O kadar resmini yaptım senin
bana birini bırakmadın.
Bende yalnız bir fotoğrafın var :
bir başka bahçede
çok rahat
çok bahtiyar
yem verip tavuklara
gülüyorsun.

Hapisane bahçesinde tavuklar yoktu,
fakat pek âlâ gülebildik
ve bahtiyar olmadık değil.
Nasıl haberler aldık
en güzel hürriyete dair,
nasıl dinledik ayak seslerini
yaklaşan müjdelerin,
ne güzel şeyler konuştuk
hapisane bahçesinde…

2

Bir akşamüstü
oturup
hapisane kapısında
rubailer okuduk Gazalî’den :
«Gece :
büyük lâciverdî bahçe.
Altın pırıltılarla devranı rakkaselerin.
Ve tahta kutularda upuzun yatan ölüler.>

Bir gün eğer,
benden uzak,
karanlık bir yağmur gibi,
canını sıkarsa yaşamak
tekrar Gazalî’yi oku.
Ve Pîrâyende’m benim,
ben eminim
sen sadece merhamet duyacaksın
ölümün karşısında onun
ümitsiz yalnızlığı
ve muhteşem korkusuna.

Bir akar su getirsin Gazalî’yi sana :
«” Toprak bir kâsedir
çömlekçinin rafında tâcidar,
ve zafer yazıları
yıkılmış duvarlarında Keyhüsrevin…»

Birikip sıçramalar.
Soğuk
sıcak
serin.

Ve büyük lâciverdi bahçede
başsız ve sonsuz
ve durup dinlenmeden
devranı rakkaselerin…

Bilmiyorum, neden
aklımda hep
ilkönce senden duyduğum
Çankırılı bir cümle var :
«Pamukladı mıydı kavaklar
kiraz gelir ardından.»
Kavaklar pamukluyor Gazalî’de,
fakat
görmüyor, üstat,
kirazın geldiğini.
Ölüme ibadeti bundandır.

Şeker Ali yukarda, koğuşta bağlama çalıyor.
Akşam.
Dışarda çocuklar bağrışıyorlar.
Çeşmeden akıyor su.
Ve jandarma karakolunun ışığında
akasyalara bağlı üç kurt yavrusu.
Açıldı demirlerin dışında
büyük, lâciverdî bahçem.
A s l o l a n h a y a t t ı r …

Beni unutma Hatçem…

3

Bugün çarşamba :
” biliyorsun ”
Çankırı’nın pazarı.
Demir kapımızdan geçip
kamış sepetimizde bize kadar gelecek
yumurtası, bulguru,
yaldızlı, mor patlıcanları…

Dün köylerden inenleri seyrettim :
yorgundular,
kurnaz
ve şüpheli,
ve kaşlarının altında keder.
Erkekler eşeklerde,
kadınlar çıplak ayaklarının üstünde geçtiler.
Herhalde içlerinde senin bildiklerin vardır.
Herhalde iki çarşambadır pazarda :
kırmızı başörtülü
«kibirsiz» İstanbulluyu aramışlardır…

20.7.1940

4

Sıcaklar bildiğin gibi değil
ve ben ki yalı uşağıyım,
deniz ne kadar uzak…

İkiyle beş arası
cibinliğin altına uzanarak
ter içinde
kımıldanmadan
gözlerim açık
dinliyorum sineklerin uğultusunu.
Biliyorum :
şimdi avluda
duvarlara çarpıyorlardır suyu,
kızgın, kırmızı taşlar tütüyordur.
Ve dışarda, otları yanmış kalenin eteğinde
bir kezzap aydınlığı içindedir
simsiyah kiremitleriyle şehir…

Geceleri birdenbire rüzgâr çıkıyor.
sonra kayboluyor birdenbire.
Ve karanlıkta canlı bir mahluk gibi soluyup,
yumuşak, tüylü ayaklarıyla dolaşarak
bizi bir şeylerle tehdit ediyor sıcak.
Ve zaman zaman
ürpermelerle duyuyoruz derimizin üstünde
bir korku halinde tabiatı…

Bir zelzele olabilir.
Zaten üç günlük yere geldi,
salladı çapanoğlu Yozgad’ı.
Ve yerlilerin kavlince :
altı tekmil tuz madeni olduğundan
yıkılacak Çankırı şehri
kıyametten kırk gün önce.
Yatıp bir gece
başın bir kalasla ezilmiş,
çıkmamak sabaha…
Ölümün bu kadar körü ve mendeburu…
Ben yaşamak istiyorum biraz daha,
daha bir hayli yaşamak.
Bunu birçok şey için istiyorum,
birçok
çok mühim şeyler.

12.8.1940

5

Saat beşte akşam oluyor :
insanın üstüne doğru yürüyen bulutlarla.
Yağmur taşıdıkları belli.
Birçoğu
elle tutulacak kadar alçaktan geçiyorlar…
Bizim odanın yüz mumluğu,
terzilerin gaz lambası yandı.
Terziler ıhlamur içiyorlar…
Kış geldi demektir…
Üşüyorum.
Fakat kederli değilim.
Yalnız bize mahsus bir imtiyazdır :
kış günleri hapisanede,
sade hapisanede değil,
bu kocaman
bu ısınası
bu ısınacak dünyada
üşüyüp
kederli olmamak…

26.10.1940

LODOS

Başlangıç

Kim bilir kaç milyon ton ağırlığında
ummanda çalkalanmakta su.
En yalnız dalganın üzerinde
boş bir konserve kutusu…

+ 1

Bir aydır ki hapisane geceleri böyledir :
kızgın dişi kediler
” apışları ıslak
tüyleri diken diken
enselerinde diş yerleri ”
bazan kuş
bazan insan sesi çıkarıp
dolaşıyorlar
gebe kalana kadar.

Mevsim bahara yakın.
Hava lodos.
Nasıl şiddetli
nasıl sıcak esiyor…

Biz altı yüz adet
kadınsız erkeğiz.
Alınmış elimizden
doğurtmak imkânımız.
En müthiş kudretim yasak bana :
yeni bir hayat aşılamak,
bereketli bir rahimde yenmek ölümü,
yaratmak seninle beraber :
sevgilim, yasak bana etine dokunmak senin…

Mevsim bahara yakın.
Fırtına.
Lodos.
Nasıl şiddetli
nasıl sıcak esiyor…

Bir yerlerde bir cam kırıldı yine
” bu gece bu üçüncüsü “.
Hangi boş koğuşun kapısı açık kalmış,
küüüt, küt,
nasıl çarpıyor…

+ 2

Tepedelen cephesinde bir ceset,
örtülüyor altında karların,
ve başından uçan miğferi
yuvarlanıyor önünde rüzgârın…

+ 3

Fabrikanın avlusunda
elektrik ışığı,
ucunda ince bir telin
sallanıyor iki yana.
Bir kadın.
Boynu çıplak,
uzun saçlarıyla etekleri uçarak
atölyenin kapısında…

Rüzgâr vurdu putrellere.
Atölyenin saçağından
büyük bir buz parçası düştü yere…

+ 4

Ovaya dörtnala yaylılar iniyor :
çıngıraklar hamutlarında beygirlerin.
Ve iki yanda çırpınan muşambalarıyla
koşuyorlar gece yarısı denize doğru…

+ 5

İnce uzun kılçıklardan ibaret kalan kavak ağaçları
aydınlıktılar
mehtâbolmadığı halde.
Ve kalın
ve dallı budaklı kestaneler kımıldanıyor
” iki yana sallanıyor değil
ağır ağır yer değiştiriyorlar âdeta ”
gidiyordu göz alabildiğine
yıldızların ışığında
yapraksız ahşap kalabalığı…
Buna rağmen bu lodos,
bu uğultu.
Buna rağmen havada
dişi bir ten kokusu
ve yüklü bir yumurtalığın sıcaklığı…
Dağlarda kar çözülüyor.
Yürüyor usareler
yapraksız dalların ucuna doğru.
Gebe.
Gebelik.
Mevsim bahara yakın
ve doğumun
” korkunç
güzel
ve sıcaktır ”
günü doldu dolacak…

23.1.1941

Nazım Hikmet Ran

Kitabın Künyesi
Çankırıdan Pirayeye Mektublar Çankırı 1940
Nazım Hikmet
İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları
Basım Tarihi : 11 – 2010
Sayfa Sayısı : 100

Previous Story

İstanbul’da Alınteri – Ara Güler “Ben yaşayan adamın fotoğrafını çekerim”

Next Story

Gala?ya Mektuplar (1924-1948) – Paul Eluard

Latest from Mektup

Go toTop

OKUMA ÖNERİLERİMİZ