Bilen bilir, her yazının başlangıcı sancılıdır, acıtır insanı. Mesele işin hakkını veremeyeceğini düşünmekten ölesiye korkmaktır. Hele ortada gerçek hayatlar, yozlaşmaya direnen Kültürler, hâlâ unutulmayan ´vefa´ gibi kavramlar, 40 yıl önce ölen anneye duyulan iç sızlatıcı hayranlık varsa, korku elle tutulacak kadar gerçektir. Gazeteci Mehmet Saraç, Everest Yayınları´ndan çıkan Canlarına Değsin kitabını bundan 40 yıl önce 23 Nisan´da ölen annesi Cemile´nin canına değsin diye yazmış. O günden sonraki bütün 23 Nisanlarını çok kötü yaşayan bir çocuğun, tam 41 yıl sonra mutlu olduğu ilk 23 Nisan´ın ürünü yani. Hayır, yanlış anlaşılmasın ne bir matem kitabı Canlarına Değsin, ne de salt bir anılar dizini; bir Urfa kitabı her şeyiyle.
Yemekleriyle, müziğiyle, kültürüyle, erkekleriyle, kadınlarıyla, çocuklarıyla, efsaneleriyle, sıralarıyla, dağda yakılan türküleriyle kehribar sarısı bir şehrin öyküsü. Tektek Dağları´na sırtını dayayan bir kent Urfa, ama Saraç´ın deyimiyle sadece adı dağmış, adama dağ gibi yüksekten bakmazmış Tektek Dağları. İçinde hiçbir kurgu olmayan kitabını, tıpkı o dağ gibi ´mütevazı ve haddini bilen´ bir kitap olarak tarif ediyor. Canlarına Değsin´in macerası yazarının iki yıl önce bir cenaze nedeniyle Urfa´ya gitmesiyle başlıyor.
Urfa´da her özel günde olduğu gibi cenazelerin de kendine özgü bir yemek ritüeli var, buradan yola çıkarak ilk önce Urfa yemekleriyle ilgili bir şeyler yazmayı düşünüyor ve masaya bu fikirle oturuyor Mehmet Saraç. Tarihteki ilk üniversitenin, ilk akademinin, ilk Hıristiyan kent olmasının, paganlığın, Yahudiliğin ve Müslümanlığın Urfa Kültürüne ve mutfağına kattığı çok şey olduğunu biliyor bu kararı verirken.
Tam da bunu yansıtacak bir kitap yazmayı düşünürken, Urfa kendisini yazdırmaya başlıyor: Eskiden her yemeğin bir ritüeli, zamanı, mevsimi vardı. Tarihinden söz etmeden, Urfa yemeklerini, örneğin çiğ köfteyi anlatamazdım. Ardından unutulanlar dökülmeye başladı, örneğin gruplar halinde müzik yapmak için haftalarca dağda yatma geleneği. 90 bin keşişin dağda yatıp, manastırda kaldığını duyduğumda tüylerim diken diken oldu.

ANILARA EŞLİK EDEN LEZZETLER
Derken işin içine çocukluk ve ilk gençlik anıları girmeye başlamış, engel olmamış o da. Yaşam öyküsünü yazarken, aşkını da anlattığını fark etmiş, artık olmayan her insanın kendinde bıraktığı yemek anılarını da: Düşünsenize sevdiğinize ´ciğerim´ diye hitap ediyorsunuz. Canlarına Değsin´i bir gecede soluksuz okurken, o yılların Urfası, Nizip´i hemen canlanıverdi zihnimde. Minibüs camlarından izlenen dağlar; yıllar sonra Türkiye´nin en büyük modacılarından biri olacak kardeş Faruk´la yollarda vakit geçirmek için sayılan hayvanlar; anne-babadan kaçak girilen dereler, havuzlar; uçsuz bucaksız fıstık tarlaları; ama en çok da pişirilen kıymalılar, tiritler, pendirli helvalar, lıklıkı kifteler, çikifiteler, haşhaş kebapları, kuymaklar, doğramalar, sögürmeler, Yahudi kifteleri, tırşikler…
Kitapta Saraç´ın çocukluk anılarına Urfa yemekleri eşlik ediyor. Zaten Urfa´da yemeksiz anı biriktirmek de mümkün değil. Doğumda, düğünde, ölümde, bayramda özel ritüellerle yapılan yemekler o kadar hayatın içinde ki, Saraç´ın tam bir yemek üstadı olan gözlüklü dedesinin yaptığı yemekleri okurken, yutkunmamak ve gözlüklü dedenin ruhuna Fatiha okumamak mümkün değil. Canı tirit çeken diğer huysuz dedenin, bastonunu taşlara vura vura kasapların yolunu tutmasına eşlik etmemek, erkenden rahmete giden Cemile annenin Urfalıların ´kıymalı´ dediği lahmacunun içini hazırlarken kuru soğanı, kuru isotu, frenksuyunu ve tuzu alelacele karmasını hayal etmemek de. ´Balcan´ dedikleri patlıcanın çıktığı yaz mevsiminde mutfaklarda pişen kaç türlü patlıcan yemeğini tatmanın mutluluğu bile satırlardan akıyor adeta: Bizim kentimizde insanlar yemekle yaşar, yaşadıkça da yer; Allah´ın onlara bahşettiklerine şükreder etmez de bir başka öğünü düşler; her fırsatta mekâna, zamana ve keyiflerine göre yer içer, çalıp söyler, gülüp eğlenir. Ne mutlu onlara.

İNTİBAK EDİNCE
Dedik ya, sadece anılar, yemekler, şehirler, çocuklar, insanlar yok Canlarına Değsin´de, bunlara fon oluşturan Türkiye de var, politika da, radyonun ajans saatlerinde ismi dikkatle dinlenen Deniz Gezmişler, Mahir Çayanlar da, onların ardından her 10 yılda bir gelen askerler de… Sonra tanışılan yoldaşlar, okunan kitaplar, kazanılan üniversiteler ve gelinen, intibak edilen (uyum sağlanan) yeni şehir, İstanbul. Öyle güzel anlatmış ki intibakı o yılların ´ürkek kuş´u Mehmet Saraç, üstüne söz söylemeye ne hacet: Bilmedikleri yuha ekmekten, ´lavaş´ dedikleri açık ekmekten, ´Sadece ekmek işte,´ dedikleri dırnaklı ekmekten; yulaflı, kepekli, cevizli, zeytinli, light, alman, çiçek, baton, dilim dilim türlü çeşitli ekmeğe terfi edip soframızı donattık…
´Yatı´ya gitmekten, ´oda´da oturmaktan, ´sıra gezmekten´, sabahtan akşama arkadaş buluşmalarından vazgeçtik; haftadan haftaya, on beşten on beşe ´takılma´ya alışıp haftanın sonlarını, olmadı on beşleri özler olduk… Memlekette yaz geldi mi ´tahtın´ üstünde damda yatardık, yün yastık, yün yorgan, yün döşekte, yıldızlar koynumuzdaydı, Aydede ayakucumuzda; şimdi dört duvar beton arasında, ´sağlıklı´ yatakta, yorgan yastık baş başa yalnızlığımızı paylaşırız.
Belki de aradan 50 yıl geçtikten sonra yazmaya ancak cesaret edebildiği, ama her bir detayını kendisini de şaşırtacak şekilde anımsadığı çocukluk yıllarının Urfası´nı anlatırken; Kültürüne bir ´habbe´ borç ödediğini düşünüyor, en çok da birine: Kitabımı anneme ithaf ettim ve ithaf cümlesinde annemi, kızlık soyadıyla anmak istedim. Çünkü ben kadınların kocalarının karıları değil, babaların kızları olduğuna inanırım. Genç kızlığında yorgan altlarında elinde mumla Tolstoy okuyan, elinden her iş gelen, evlendikten sonra kendisini çocuklarına adayan ve bütün vücudunu saran kansere aylarca tek koluyla direnen anne Cemile, kitabın her yerinde. Gencecik ölen anne için tutulan matemin sonu bu kitap ve bana kalırsa yeşil gözlü oğuldan, oğullarına Sinema parası bulmak için sırma saçlarını satan anneye hediye…
Biz iki ´intibak´ eden, tatlarından vazgeçemediğimiz tırşikler, sögürmeler, boranılar, lıklıkı kiftelerin hayallerinin eşliğinde; her hastalığa ´üzüntüden´ diyen annelerimizin gölgesinde; dam başlarında yıldızları sayarak daldığımız uykuların özleminde; sonradan öğrendiğimiz semizotları, ıstakozlar, lakerdaları ve daha birçok şeyi de tebessümle anarak söyleştik. Mehmet Saraç´ın kitabı imzalarken yazdığı tabirle ´bildiğimiz anılarla´, unutmak istemediklerimizle ve yeni öğrendiklerimizle. İntibak edeceklere rehber olsun diye…

ANIMSAMAK BENİ ŞAŞIRTTI
– Yazdıklarınızı anımsadıkça şaşırdınız mı?
– Çok şaşırdım. Dedemin şalvarının cebinin ucu ya da amcamın serçe parmağı gibi bir ayrıntı bile kalmış belleğimde. Anılar saklandıkları yerden çıktı, geldi, yazdırdılar kendilerini.

– Urfalılık sizi belirleyen bir şey miydi?
– Yaşama şuralı olmak, buralı olmak penceresinden bakmıyorum. Ama kişinin var oluş biçimi Kültürüyle doğrudan ilintili. Kitapta benim Urfalılığım var.

– Bugünden o günlere baktığınız zaman içinizi sızlatan neler var Urfa´ya dair?
– Bir kere yapılan çok büyük bir hata var: Sadece bir Kültür var olmuş gibi anlatılıyor. Urfa´da da putperestlik, Musevilik, Hıristiyanlık, Müslümanlık yaşanmış ve Urfa bütün bunların tamamı.

– Urfalılık yemek ve eğlenceyle çok yan yana artık. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?
– Urfalılar ne sadece yemeğe ne de sadece eğlenceye düşkündür. Ama hayatlarında olmazsa olmaz iki şeydir; yemek ve müzik. Örneğin bir Urfalı, haftada en az üç çeşit patlıcan yemek ister. Mutlaka yüreği ezilir, haftada bir-iki kere bulgur ve lahmacun yemek ister. Ayrıca Urfa eğlenmez, müzik yapar. Ve bu Kültür ta eski Yunan mitolojisinden Orpheus´a dayanır. Herkes memleketine şarkı türkü dizmiş, ama hiçbiri ´Urfanın etrafı dumanlı dağlar gibi…´ ya da ´Urfalıyam ezelden…´ gibi olmamış o yüzden.

– Peki şimdi nasıl devam ediyor bu Kültür? Sıra gecelerinde mi?
– Orada da bir yanlış bilgi var. Sıra gecesi denen şu anda yaşatılan şey değil, gerçek sıra gecesinde müzik olmaz. Çünkü müzik öyle yarım saatlik-bir saatlik bir iş değildir, üstelik müzik evin-ailenin içinde yapılmaz. Şimdi icat edilen, ticari ve turistik bir şey.

– Dönme şansınız olsa döner misiniz Urfa´ya?
– Son zamanlarda bunu düşünmeye başladım. Çünkü yaş ilerledikçe insanın ailesi ve Kültürü gelip boğazına çöküyor.

– İyi bildiğiniz yemek var mı?
– Bütün Urfa yemeklerini çok iyi yaparım.

URFA MUTFAĞINDAN TABİRLER
İsot: Urfalılar ister kuru olsun, ister taze, bibere isot der.
Frenksuyu: Domates salçası.
Lenger: Büyük bakır kap.
Bıyambalı: Meyankökü şerbeti.
Fitil eti: Bonfile.
Kuşhana: Büyük tencere.
Maltız: Yemek pişirmekte kullanılan, içinde ızgarası olan, ayaklı, sacdan, taşınır ocak.
Yuha ekmeği: Sacda pişirilip kurutulan ve yemek öncesi ıslatılıp yenilen ev ekmeği.
Dırnaklı ekmek: Ekmek fırınlarında ve fırıncının tırnaklarıyla şekil verdiği ekmek.
Kuymak: Doğum sonrası kadınlara unla yapılan bir çeşit yiyecek.
Tezze pendir: Baharda çıkan ilk peynir.
Kemeli: Baharda toprak altından çıkan değerli bir mantar türü.
Pirpirim: Yabani semizotu.
Hardel: Çiğ köfteyle tüketilen bir çeşit ot.
Aşlık almak: Yemek için malzeme alımı.
Kavurga: Kavrulmuş buğday, karpuz, kavun çekirdeği karışımı eğlencelik.
Habbe: Tane.
Zırh: Et doğramaya yarayan büyük bıçak.
Açık ekmek: Taş fırında pişirilen uzun ve büyük lavaş ekmek.
Has: Marul.
Palıza: Bir çeşit sütlü tatlı.
Lolaz: Börülce.
Külünçe: Hamurdan yapılan ve uzun süre dayanan çörek.
Çiriş: Yarmanın (dövme) çekilmiş hali.

URFA MUTFAĞINDAN BİRKAÇ TARİF
Sögürme: Patlıcanlar taş fırında pişirilir. Daha sonra kabukları soyulur, havanda dövülür ve miktarıyla orantılı sarımsak da ezilerek içine katılır, ardından da tuz eklenir. Tabaklara alındıktan sonra, üstüne kavrulmuş kuzu kıyması serilir ve sadeyağ gezdirilerek servise hazır hale gelir.

Lıklıkı kifte: Önce içi hazırlanır: İçyağı, isot, karabiber, doğranmış kuru soğan bir güzel yoğurulup küçük zeytin taneleri haline getirilerek, bir kenara konur, onlar bir süre sırasını bekler. Sonra lıklıkı kiftenin kiftesi yoğurulur: Et, bulgur, isot ve tuz. Salça yok ya da çok az. Ardından yoğurulan kifteden ceviz büyüklüğünde parçalar koparılır ki, içi içli kifte gibi açıp doldurulduğunda ağzı kapatılıp, bir kenara koyulabilsin. Koparılan parçalar önceki taneler doldurularak ağzı kapatılır. Sonra da kaynar suda haşlanır, soğumadan servis yapılır.
Alıntı: 14.06.2009 tarihinde http://www.ekonorm.com/ adlı sitede yayınlanan haber

Ömer Erdem, 12/06/2009 Tarihli Radikal Gazetesi Kitap Eki
Okumak da yaşamak gibi çokça alışkanlıklarla ilerler. Çelişik bir durumdur bu. Bir yandan değişme isteği diğer yanda alışılmış olanda ısrar. Kitaba meraklı, okumayı seven herkes, farklı bir yazarla, yeni bir kitapla karşılaşmak ister. Bekler. Arar. Belki de asıl bu yenilik ve farklılıkla buluşmak için okumalarını sürdürür. Gelip geçecektir her şey. Kitap kitaba, zaman zamana ulaşacaktır. Bu yüzden olacak, masama gelen her paketten heyecan duyarım. Muhtemel yeniliğin önlenemez yürek vuruşudur. Eğilir bakarım açılan kapıya. Kulak kesilirim sayfa seslerine kitapların. Biri yeni bir şey söyler diye kitapçılarda konuşanlara, ayaküstü birkaç cümle de olsa kitaplardan ve yazarlardan bahsedenlere ilgi gösteririm. Fakat her seferinde elim yine bildik kitaplara, bildik yazarlara gider. Yeniliğin mi korkusudur yoksa hayal kırıklığına uğramanın mı? Sürer bu. Her kitapta. Her yazarda.
Ya ilk cümlesi bir kitabın… Bir şiirin ilk mısrası gibi, ilk cümlesi. O cümlenin çağrısına uyup kaybolup gitmenin yaşattığı zevk? Bir merdivenin ilk basamağı yoksa, sonraki basamak ilk basamak sayılabilir mi? Ya eksik basamağa ne diyeceğiz. En iyisi ilk basamaktan çıkmayı denemek. Böylesi düşünüş kitaba ne kadar yakın, bilmem. Mehmet Saraç?ın kitabıyla karşılaştığım zaman mı bunları düşündüm, yoksa önceden düşündüklerimi mi bir araya getirdim bilemiyorum. Ama, okudukça sevdim, bir oldum Canlarına Değsin ile. Bir şehir kitabıyla karşı karşıyaydım. Kapağı ilk algıda, bilimkurgu, arkeoloji çağrıştırsa da, folklorik bir amaç da güdüyordu. Hafızamın gerisinde canlı güzelliklerin yaşadığı Urfa?ydı karşımdaki. Benim gibi yemenin içmenin her tür gölgesine meraklı birisi için ilginç bir kitaptı. Üstelik başta da söylediğim gibi bilmediğim, yeni bir yazarla karşı karşıyaydım. İnsanların yemekle yaşadıkları, yaşadıkça da yedikleri bir şehirdi orası, yazarın tanımlamasıyla. Ve, çarpıcı bir yazar olmasa da Mehmet Saraç, okumaya değer bir yöntem bulmuştu.
Yazarın iddiasız ancak yalın dili ilgimi özellikle çekti. Biraz amatörlük taşısa da üslubu, daha fazlasına gidememiş belli ki. Yazar gibi değil, söylence, masal anlatır gibi aktarmış bildiklerini, duyduklarını, gördüklerini. Tepeden bakmayan, kültürün envanterine saplanmayan, yaşayarak geçilmiş bir sudan, köprüden, sokaktan seslemiş. Geçerken gölgesinin izi kalmış sanki anlattığı sokağın. Sözünü ettiği yemekler henüz sofrada ve ikram duygusu içinde uzanıp tatmanızı bekliyor.Üstelik, anlatımın içinde, bir tür ayrıntı ve bilgi akışı gerçekleşiyor, sıkmayan, merak uyandırıcı. Kendimi Urfa?ya bıraktım. Bir insanın, bir yazarın izinde.
Mehmet Saraç, bölüm sonlarına yerleştirdiği küçük hikâyelerde, yemek tariflerini öyküleştirmiş. Böylelikle, yemek için yaşayan bir şehri kuşatarak, şahsi anaılardan herkesin hikâyesine varmaya çalışmış. Niyetinin ne olduğunu bilemeyiz ancak, dedesinin öyküsünden babasının yaşantısına geçerken, aslında sosyal hayatın dünü ve bugününü, değişimlerini, çelişimlerini ve elbette özlemlerini de anlatmış. Mutlu bir şehir, yaşamanın insanla dopdolu olduğu, insancıllığın, inancın, törenin aralığında parlıyor. Şeftali, kayısı, nar… Yazın sıcağı ve ısırıcı soğuğu kışın. Su yarpızı, pirpirim, yağ… Güvercinler, serçeler, sarı güller… Hasta Kebabı, Yahudi Köftesi, Nizip… Nuh?un gemisinden yeni dünyaya inmişler gibi bellekte. Satır satır can bulmuşlar yeniden. Ve her Urfalının o büyük kuş tutkusu, şu satırları takip edelim; Ökuşların Urfadaki adı ?Yapşan? ; ayakları ?tumanlı? ve takla atıyor! Bizde ?Siyah Yapşan? da var, ?Gök Yapşan? da ?Beyaz Yapşan? da… Babam en çok ?Miski?leri, ?Kula?ları, ?Kürenk? ve ?Musullu?ları seviyor…
Ve hiç çekinmeden, ayrıntıları büyük yapıya taşıyarak anlatmış toplamış Mehmet Saraç. Urfa?nın içinden, elinde Diyalektik Materyalizm ile, İstanbul plajlarına düşüşünü söylemiş. Zaten hayat da böyle genişlemedi mi Türkiye?de. Keşke dünü özlemek bu kadar yakıcı olmasaydı. Biraz da bu çekti beni, Mehmet Saraç?ın kitabında. ?Canlarına değsin?, ölüm için söylenirdi çokça benim çocukluğumda. Hayatın içinde. Hayatla birlikte.

Tanıtım Yazısı
Mehmet Saraç, Canlarına Değsin adlı kitabında, Doğu’nun kehribar sarısı, kadim şehri Urfa’da geçen çocukluğunun ve ilk gençliğinin izlerinden yürütüyor okuru.
Urfalılar için “yemek yemenin” apayrı bir karşılığı var yaşamda. Doğum yemekle kutlanıyor, ölümün ardından yemekle yas tutuluyor. Bazen sıra gecelerinden, bazen de dağlardan yükselen seslerle türküler, yemek eşliğinde söyleniyor. Urfalılar yaşamları boyunca, nerede yaşarlarsa yaşasınlar, memleketlerinin “tatları”nı da götürüyorlar yanlarında.
Mehmet Saraç’ın duru anlatımıyla su gibi akan bu kitabı okurken, yalnızca masalsı bir şehrin, sokaklarında gezip çarşılarında soluklanmakla kalmayacaksınız. Geçmişten bir tat gelip yerleşecek damağınıza. Kim bilir bu tat belki gülümsetecek sizi, belki de üzecek. Ama tüm yitirdiklerinizin
Ardından yazarla birlikte bir cümle dökülecek dudaklarınızdan:
“CANLARINA DEĞSİN!..” …

Ekmekçikız’ın Kitaba Dair Yorumu
http://ekmekcikiz.blogspot.com/2009/05/canlarina-degsin.html
Yazar, Mehmet Saraç, kitabında çocukluğuyla vedalaşmış. Sadece çocukluğuyla değil, o dönemdeki kayıplarıyla da.
İnsanın yüzleşmesi en zor anıları, hayatından zamansız kaybolan insanlar belki de. Kaybolanla vedalaşmanın, bir törenle yapılamadığı ya da yapılan törenin insana yetemediği, acısını dindirmediği durumlar olmaz mı?
Olur elbet!
Derken gün gelir, o insanla birlikte yenilen bir yemek onu anmaya veya ardından pişirilen bir kap yemek onun acısıyla vedalaşmaya vesile olur.

Yazar, kitapta, kayıpların anısıyla vedalaşmayı, kısmen yemek kültürü aracılığla yapıyor. Böylece, bir yandan da yazarın yaşadığı coğrafyanın yeme kültürünü, yemek çeşitlerini de tanıyor, öğreniyoruz.
Yuha ekmek nedir, söğürme hangi sebzeden yapılır (sır vereyim size, balcandan yapılır balcandan), kuymak ne zaman yenir, kimin için pişer, Urfalı’nın kıymalı dediğini biz ne diye bilirmişiz meğer (bunu söylemiycem, okuyunca bulacaksınız), meyankökü şerbeti ne işe yarar?
Dikkatinizi çekmiştir, isimler, tanımlar yerel ağızla ifade ediliyor, doğrusu da bu zaten. Ya anlamazsam diye endişelenmeyin, hepsinin anlamları kitapta var.

Yaşanan coğrafya, Doğunun kadim kültürünün baştacı şehirlerinden, kuruluşu Nemrud’a, İbrahim Peygamber’e giden kehribar rengi şehir: Urfa.
Urfa, belki şimdiden sonra Urfa tüneli’nin Atatürk barajından taşıdığı suyla cana kavuşan Harran ovasının itmesiyle yeniden eski parlak günlerine dönüş yapacak.
Yıllar önce GAP diyarını gezmiştim. O zaman tünelin yarısı ancak yapılmıştı, baraj su tutmaya henüz başlamıştı. Anlatılana göre artık iklim değişmeye başlamış, yumuşamış, bereket artmış. Geçende pazardan aldığım mis gibi domatesler Urfa’nın sulu tarımının mucizesiydi. Belki bir gün iklim değişikliği, mutfak kültürünü de değiştirecek.
İşte o zaman, bu Urfalılar ne yer ne içermiş dendiğinde bunu bize anlatacak bir kitap bulunacak: “Canlarına Değsin”.

Sadece mutfak kültürünü öğrenmek, anımsamak için okumayacağız “Canların Değsin”i.
Efsaneler, söylenceler kentinden bize aktaracağı çok söz var, Mehmet Saraç’ın.
Gerçek olduğuna inanamayacağınız, aynıyla yaşanmış kırık hayatlar, nasıl dayanılmış bilemeyeceğiniz acılar, gülmekten gözlerinizi yaşartacak anılar…
Yazarın duru, akıcı, alıp götüren anlatımına doyamayacak, “sonra ne olmuş peki” diyeceksiniz, daha da anlatsın, daha da anlatsın isteyeceksiniz.

Sevgili Yazar, anılarınızı bizimle paylaştığınıza değecek, bu kitap.
Emin olun!

Figen Şakacı ‘nın 03/07/2009 Tarihli Radikal Gazetesi Kitap Ekinde yayınlanan ?Göçüp gidenlerin canlarına değsin? adlı yazısı
Edebiyatın dili kalbin dilidir, ne öğrendiysek gelenekten orada birikir, oradan damıtılır. Anlatının dilindeki samimiyetin lezzeti de bu demden gelir. Mehmet Saraç; yıllarca gazetecilik yapmış, kalemini hep haber için kullanmış bir ?yazan?dı düne kadar. Oysa şimdi karşımıza Canlarına Değsin adlı bir kitapla çıktı. Nizip?te geçen çocukluk yıllarından, Urfa?nın etrafındaki dumanlı dağlardan, dedelerinden, kardeşlerinden, arkadaşlarından, yoldaşlarından, ilk aşkından bahsettiği kitabını sadece bir anı olmaktan çıkaran en önemli nokta; kitabın ?dinlenme tesisi? diyebileceğimiz duraklarında önümüze kurduğu sofralar olsa gerek. Öyle sofralar ki onlar; benim gibi müzmin bir vejetaryenin bile iştahı kabarıyor. Çünkü masada yok, yok: ?Yarpag sarması?ndan? ?pendirli helva?ya? ve ?kifte? sülalesinin tüm üyelerine yani ?çikifte? ?yımırtalı?,?içli kifte?, ?mercimekli kifte? ve ?lıklıkı kifte.? Anlayacağınız ?kifte?siz? bir sofra düşünmek bile imkânsız çünkü olay çoğunlukla Urfa?da geçiyor ve bahsi geçen tüm aktörler köşe başındaki bir kasaptan çıkıp hikâyeye ekleniyor. Hal böyle olunca sofra tam anlamıyla Halil İbrahim sofrası, çeşitler, çeşniler dökülmeye başlandığında da ?masa da masaymış ha? dedirtecek şölensi bir toplanma yaşanıyor. Hastalıkta, sağlıkta, düğünde, cenazede bereket eksilmesin, ağzın tadı kaçmasın diye kuruluyor bu sofralar. Doymaktan çok doyurmayı, karşılamaktansa ağırlamayı, görüşmektense kaynaşmayı seçmiş, onun içine doğmuş insanların birarada oluş ritüellerini imliyor bu sofralar. Üstelik modern zamanların ilişkilere yaptığı fenalıklar da yine sofralar ve şehirler aracılığıyla anlatılıyor.
Saraç; çocukluğunun elinden tutup sokak sokak dolaştırıyor bizi Nizip?in, Urfa?nın sokaklarında. Sonra biraz büyüyor,İstanbul?a Ankara?ya düşüyor yolu. Kendi şaşkınlığına hayran, kendi acısına yangılı bir dille dolaşmıyor hiçbir yerde. Yaşadığı her türlü deneyime okuyucu mesafesinden bakıp anlatıyor. Bu nedenledir ki; anıyla anlatı arasındaki o hassas terazinin ayarını iyi tutturuyor. Ezcümle Saraç da kendi kuyusunu kalemle kazmaya başlayanlardan… Dilindeki akıcılık, kullandığı diyalektin sıcaklığından besleniyor elbette ama en çok kurduğu sofraların kusursuzluğuyla tutturuyor kıvamı. Onun; eksile eksile büyürken ardında bıraktıkları için kurduğu bu sofrada, siz de bir köşeye ilişip sanki bir dengbejin ağzından dökülen masalsı bir hayat hikâyesi dinliyorsunuz. O selam gönderirken ölülerine, siz zamanın değerini dostlarla, hayatın anlamını anılarla ölçüyorsunuz ve kitap bittiğinde ya da sofradan kalktığınızda- ?Canlarına Değsin? diyerek ?cefa?yla ?sefa?nın aslında yakın akraba olduğunu bir kez daha anlayıp ?vefa?ya sığınıyorsunuz.

Kitabın Künyesi
Canlarına Değsin
Mehmet Saraç,
Everest Yayınları,
2009, 194 sayfa

2 Comments

  1. “Keşke geçmişi özlemek bu kadar yakıcı olmasaydı.”
    Güzel bir paylaşım… Teşekkürler.

  2. Tesadüfen aldığım bu kitabı başucumdan ayırmayacağımı düşünmemiştim hiç..
    İçimi fazla yaksa da neşesi, hüznü, tasvirleri herşeyi çok kararında.
    Yazara teşekkürler, yeni yapıtlarınızı bekliyoruz, üniversiteden sonraki dönemi..

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

Previous Story

Bozkır Çiçekleri – Selçuk Baran ‘Herkesin bir şarkısı vardır.’

Next Story

Solak Kadın – Peter Handke ‘Bir kadının aydınlanışının peşisıra kendini yalnızlığının kör boşluğuna bırakışın öyküsü.’

Latest from İnceleme

Go toTop