“Çıplak heykeller yapmalıyım, / çırılçıplak heykeller” Sait Faik

Mavinin ve yeşilin bütünleştiği bir adada, Burgazada’da, vapur iskelesinden indiğinizde sizi karşılayan martı çığlıklarıyla yürürken, sakin ve telaşsız bir adam görürsünüz balık tutmaya çalışan. Tuz kokusu karışmış havayı ciğerlerinize doldurup şöyle bir baktığınızda denize karşı, bu adamın tuttuğu balığı öpüp suya bıraktığını fark edersiniz. Ne yapıyor bu adam böyle boş boş diye sayıklarken siz, bu durgun deniz bakışlı adam “Kayıp Aranıyor” romanından fırlayıp çıkmışçasına size yanıt verir: “İnsanı dolu günleri değil, boş günleri dolduruyor.”, diye.

“Söz vermiştim kendi kendime; yazı bile yazmayacaktım. Yazı yazmak da bir hırstan başka ne idi? Burada namuslu insanlar arasında sakin ölümü bekleyecektim. Hırs , hiddet neme gerekti? Yapamadım. Koştum, tütüncüye, kalem kâğıt aldım. Oturdum. Adanın tenha yollarında gezerken canım sıkılırsa küçük değnekler yontmak için cebimde taşıdığım çakımı çıkardım. Kalemi yonttum. Yonttuktan sonra tuttum öptüm. Yazmasam deli olacaktım.” diye anlatır yazmaya nasıl başladığını Sait Faik. Öptüğü kalemin ucundan dökülen hikâyelerden sevgi ve güzellik damlamış. ?Her şey bir insanı sevmekle başlar? ya, insanın sevgiye olan ihtiyacını ancak öykülerle ifade edebileceğine inanmış ve heyecanla, tutkuyla, telaşsız yazmış.

Sait Faik’in hikâyeleri annenizin özenle pişirdiği sıcacık çorba gibi ısıtır içinizi. Beklenmedik, olağan dışı, karmaşık bir tat sunmaz. Anlattıkları tanıdık, samimi bir lezzettir. O çorbanın içindeki kekik, nane bir akşamüzeri ada tepelerinden itinayla toplanmıştır. Kısık ateşte ağır ağır kaynatılmış, cam bir kâsede konulmuştur önünüze. İçtikçe içiniz ısınır, karnınız doyar, son kaşıkla beraber kırık bir gülümsemeyle de olsa huzurla ve umutla bakarsınız insanlığa. Hikâyelerindeki kahramanları sanki biraz kendisi gibidir, hatırladıkça bu benzeşimi adanın yeşillikleri içinde oturmuş, cigarasını tellendirirken denize nazır hayal ederim Sait Faik’i. Yanından geçtiğim her insanda bulmayı denerim onun bulduğu iyiliği, güzelliği.

Bu dünyanın içinde bu dünyadan değil gibidir Sait Faik. İnsanların birbirini vurduğunu, çeşit çeşit fenalıklar peşinde koştuğunu bilir ama anlayamaz yahut bu durumları insanlığa konduramaz. “Bir insan bir diğerini, kendi gibi ağlayan, gülen, sakalı uzayıp, hastalanınca biçare olan bir benzerini öldüremez!” diye iç çeker olan biten karşısında. Yaşar Kemal, bir keresinde Sait Faik için şöyle demiş: “Sait Faik’in hikâyelerini okuyanlar adam öldüremezler, insanlara kötülük edemezler. Sömürücü olamazlar, sömürücülerle birlik olamazlar.” Belki sadece insanlığa bu ayıbı yakıştıramadığından değil sevgiden, mutluluktan bahsetmesi, belki de “en azından hikâyelerimi okuyanlar iyi olsun, iyilerin yanında olsun” diye düşündüğündendir, kim bilir.

Sait Faik; bir akıma yahut ideolojiye dayanarak yazmaz öykülerini. Özgünlüğüyle ve duruluğuyla farklılık yaratmış olsa da yaşadığı dönemde, yeni bir akım yaratma çabası yoktur. Belirgin ve düzenli bir eğitim almamış, entelektüel açıdan kaygılar taşımamış, ancak müthiş gözlem gücüyle durum hikâyelerinin en iyi örneklerini yazmıştır. Yüksek gelirli bir aileden gelmesine karşın, yoksullardan bahsetmiş, burjuvayı eleştirmiş; lakin sınıfından tam olarak kopamamış, bohem bir hayatı tercih etmiştir. Burjuva ahlakından hoşlanmadığı halde bu hoşnutsuzluğu toplumsal temelleri olan bir tepkiye dönüştürememiştir. Sanki Henry Miller gibi biraz eksik bir sınıf bilinciyle, kötülüklerin olmadığı, herkesin doyduğu, mutlu olduğu bir dünya düşlemiştir. “Robenson” adlı öyküsünde, “Bu yeşil, sarı, lacivert bayrak sizin bayrağınız. Komşu kabilenin bayrağı aynı renkte, aynı şekilde; fakat üzerinde dokuz yıldız var. Onun için mi boğazlaşıyorsunuz” Kavgadan evvel evlerinde yemek yediğin, başı sana dokunduğu zaman yaşadığını hissettiğin çocuğu bu dokuz yıldız için mi öldüreceksin? Anlaşıldı, ben bayrakları değil, insanları seviyorum. Öyle ise yuvarlak dünyanın üstünden akıp geçen yıldızlara bakan vapurlarda ömrüm geçecek?? diyerek hümanizmanın doruğuna tırmanmıştır.

Yukarıda da belirttiğim gibi, toplumsal konulara bireysel yaklaşmıştır Sait Faik. Günlük yaşamındaki gözlem ve deneyimlerine temellendirdiği meselelerle ilgili yazdığı hikâyelerde, hayatın zorluklarına rağmen yaşamayı tercih eden, ısrarla mutluluğu kovalayan insanları konu edinir ve toplumun hemen her kesiminden ve her yaştan karakterlerle tanıştırır bizi. Ağırlıklı olarak fakir semt sakinlerini, işsizleri, İstanbul’un taşı toprağı altın diyerek Anadolu’dan göç edenleri, en çok da balıkçıları tanırız öykülerinden. Karakter tahlilleri ideolojik, siyasi veya dini inançlarla örtüşerek değil psikolojik açıdan çözümlenerek var olur bu öykülerde. Ama bu demek değildir ki; toplumdaki çarpıklıklara asla dikkat çekmemiştir. Bilakis 1950?de yayımlanan ? Mahalle Kahvesi?, emeğiyle var olmaya çabalayan ancak mevcut pastadan hak ettiği dilimi bir türlü alamayan insanları anlattığı bir kitaptır.

Peyami Safa; bir keresinde Sait Faik’ten şöyle bahseder: “Bir zamanlar içine dalıp çıktığı burjuva kalıplarıyla bağdaşamayan ve onlardan bucak bucak kaçan, tatlı iştahları ve küçük emelleriyle baş başa kalmışların, alçak gönüllülerin dünyasında hüznünü ve aşkını dolaştıran, ancak bütün hürriyetini iddiasızlığında bulanlarla haşır neşir olan, adımları gevşek, düğmeleri çözük, iradesi pelteleşmiş, başıboş ve içi dolu, serkeş, hülyalı ve avare insan; bu alçak gönüllüler dünyasının belli belirsiz intibalarını ve hatıralarını, sayıklar gibi insicamsız, fakat sayıklar gibi serbest bir rüya şiirinin olanca güzelliğiyle doldurarak hikâye eden, savruk, düğmeleri çözük, pelteleşmiş ve başı bozuk bir üslûp sahibi, yazıda da bütün burjuva kalıplarından nefretini belli eden, serdengeçti, meczup ve dalgın bir sanatkâr. Onun hiçbir hikâyesinde muayyen vak’a, tahlil, tip karakter aramayınız. Onun her hikâyesi bir hatıralar sarnıcına rastgele daldırılmış bir avuçtur. Parmaklardaki temiz ıslaklığa ve taze serinliğe bakınız. Şuura düşen damlalar, birer hikâye unsuru değil, şiirdir.”

“Çiçek ve balık adlarını bilmeyen hikâye yazamaz” diyen Sait Faik’in tek tasası sezonun ilk lüferini tutmak mıydı yoksa sadece “kavun acısı bir yalnızlık” içinde hayallerini, anılarını kâğıda dökebilmek miydi acaba? Capcanlı bir öykü dili kurarak modern Türk öyküsünün başlangıcını ilan eden Sait Faik; mahallesinden dışarı yıllarca adımını atmamış bir adamın hikâyesini anlatıverir “Lüzumsuz Adam”da. “Kimdir bu sokakları dolduran adamlar? Bu koca şehir, ne kadar birbirine yabancı insanlarla dolu. Sevişmeyecek olduktan sonra neden insanlar böyle birbirlerine giren şehirler yapmışlar” Aklım ermiyor.? derken fanusta yaşayan, insanlarla bütünleşmekten korkan bireyleri eleştirir. Üç uzun hikâyeden oluşan “Kumpanya” da ise cumhuriyetin ilk yıllarında Anadolu’yu gezmek için yola düşen bir kumpanya tiyatrosunun serüvenini, sanatçının halkla ilişkisini, halkın sanatçıya, sanatçının da halka bakışını betimler.

Şimdi, mavinin ve yeşilin bütünleştiği bir adada, Burgazada?da, vapur iskelesinden inerken bizi martı çığlıklarının karşıladığını, tuz kokusu karışmış havayı içimize doldurup şöyle bir baktığımızda iskelede gözümüze takılan başında şapkasıyla gülümserken bile hüzünlü görünen ve ısrarla yakaladığı balıkları öpen adamı anımsamalı. Yazdıklarına kulak kabartıp, sevdiğimiz öykülerini bir kez daha okumalı. Turgut Uyar kederinden yazmış olsa da “/”/ bir güzel yaşamak vardı bilmezsiniz; / sait faik gördü. / şimdi sokaklar boş kaldı; / şimdi temiz defterler boş kaldı; / sait faik öldü. / demek öldü… öldü dediniz öyle mi? / sait faik ölmüş anladınız mı? / sait faik ölmüş anladınız mı? / ben anlamadım.” diye, 11 Mayıs 1954?te kaybettiğimiz Sait Faik’in, öyküleriyle yaşadığını herkese hatırlatmalı. “Çıplak heykeller yapmalıyım, / çırılçıplak heykeller” diye haykırarak ?Şimdi Sevişme Vakti?ni kızlı- erkekli meydanlarda okumalı.

Öznur Özkaya

*Bu yazı 20 / 11 / 2013 tarihinde SoL gazetesi kitap ekinde yayımlanmıştır.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir