(*) İnsanın acıyla baş etmesinin çok çeşitli halleri vardır. Acı büyük olduğunda insan beyni bazen en kolay çözümü yaşadıklarını unutmakla bulur. Oya Baydar yeni romanı Çöplüğün Generali?nde unutma ve unutturulma konularını işliyor. Unutma zihnin istemsiz yaptığı bir işlem ve çoğunlukla insan edilgen, oysa unutturulma aynı türden bir işlem değil, dışarıdan müdahale, bilinçli bir davranış gerektiriyor. Çöplüğün Generali istemsizce unutanları ve onları unutturmaya azmedenleri anlatıyor. Romanın ana öyküsü unutuşa doğru giden hayatlardan parçalar anlatırken, çerçeve öykü aradan yaklaşık yüz yıl geçtikten sonra bu unutturuluşun hikâyesini aydınlatıyor. Böylece üç nesil boyunca karanlık kalan tarih sayfasının nedenleri de anlaşılıyor.
Romanda hayali bir ülke, hayali bir şehir, hatta hayali bir zaman anlatılıyor. Anlatılan yerden ?Büyük Şehir? olarak söz ediliyor ve roman boyunca şehrin hiçbir özelliği İstanbul ya da Ankara?yı çağrıştırmıyor. Roman kahramanlarının adları da yok. Her kişi yaptığı işle ya da bir özelliği ile adlandırılıyor: Temizleyici Kadın, Müdür, Doktor Hanım, Mühendis, Çöp Çocuk, Metres olarak tanıyoruz onları. Roman içinde bir mekânın ya da çağın kültürel özelliklerine de rastlanmıyor. Örneğin ne bir ezan sesi ne de giysi detayı veriliyor. Herhangi bir zamanda, herhangi bir yerde olabilecek bir hikâye anlatıyor Oya Baydar. Buna rağmen anlatılan şehri görsel olarak canlandırmaya başlıyoruz. Yoğun trafiği olan, kalabalık, yoksul mahalleleri şehrin büyük çöp depolarına yakın, varlıklı insanların korumalı sitelerde oturduğu bir şehir canlanıyor gözümüzün önünde. Roman kahramanlarından bazıları buraya, kan davalarının sürdüğü, savaşın bitmediği uzaklardaki boşaltılan köylerinden gelmişler. Şehrin kenarında yaşadıkları yoksul gecekondularına, garip bir biçimde, geçmişlerini getirmemişler. Büyük şehrin yaşam kavgası içinde geçmişlerini unutmak ister gibiler.
Romandan söz etmeye başlamadan önce, dikkat çeken formuna değinmek gerek: kısa ve kopuk sahnelerin oluşan karakterlerin her biri portre olarak sunuluyor. Bunları bağımsız öyküler olarak algılıyoruz ilk başta ve kurgu olmadığı hissine kapılıyoruz. Romanın bu bölümü (yaklaşık yüz elli sayfası) her biri birkaç sayfadan oluşan kopuk hikâyeler olarak okunuyor. Örneğin, temizleyici kadın balkonda saksıları temizlerken saksının devrilmesiyle dengesini kaybedip düşüyor ve kalçasını kırıyor. Düştüğü yerde, devrilen saksının içinde siyah torbalara sarılmış garip şeyler çarpıyor gözüne fakat ne olduklarını anlamadığı gibi, özellikle anlamak da istemiyor. Kadının öyküsü, kalçasının kırılma olayı, ailesi, daha sonra döndüğü evi, hepsi bir kadının portresi olarak kısa bir bölümle tamamlanıyor. Bir sonraki bölüm başladığında tamamen başka bir portre olarak yeni birini tanıyoruz. Farklı sınıflardan, farklı iş yapan insanların hikâyeleri peş peşe anlatıldığında her birinde ortak noktalar görmeye başlıyoruz. Hepsinin hikâyesinin bir yerinde toprağa ya da çöp bidonlarına, gömülmüş, saklanmış, atılmış bir sürü cephanelik çıkıyor. Toprak ender olarak ekilip biçilen (sadece bir bölümde) doğal haliyle çıkıyor karşımıza, genelde cesetler, silahlar barındırıyor; çiçek ve ekin yerine bombalar çıkıyor; üzerinde de leş kokulu çöpler birikmediği yerlerde, toprak, arsa vurguncularının kaderine bırakılıyor.
Kurguyla karışan haberler
Romanın bu temel bölümünde her karakterin gömülü silah ya da cesetle karşılaştığı an, küçük gerilim çözülmeleri olarak adlandırılabilir. Ancak her karakterin durum karşısında farklı bir tepkisi oluyor. Tepkileri ikiye ayırmak mümkün: bir kısmı olayların boyutunu anlamıyor, hatta minibüslerde gezen yüzü maskeli, eli silahlı adamların dizi çektiklerine inanacak kadar saflar. ?…garip işler olduğundan kuşkulanmıyorlar bile. Çevrelerinde gördükleri şeyler onlara olağan geliyor; çünkü olağanlaştı, olağanlaştırıldı. Bu insanlar farkındalık geliştiremiyorlar, böylece de tehlikeden kendiliğinden uzaklaşmış oluyorlar.? Bunun üzerine soru yöneltiyor Yazar, ?Çoğunluğun durumu nedir? Farkında olmamak mı, bilip de susmak mı??
Birinci gruptakiler farkında olmadıkları için susuyorlarsa, ikinci gruptakiler de çok farkında oldukları için susuyorlar. Bunlar, gördüklerini hemen anlıyor ve bunun önemini de kavrıyor. Bu karakterler korktukları için, görmemiş olmayı tercih ediyorlar. Bundan kimseye söz etmiyor, polisi aramıyor, en yakınlarına bile gördüklerini (ya da duyduklarını) anlatmıyor. Roman bu aşamada toplumsal güvensizliğin yoğunluğunu, insanların sisteme, merkeze, orduya ve medyaya artık güvenmediğini gösteriyor. Sık sık yinelenen bir başka motif olarak da hepsi televizyonlarda ve gazetelerde her gün bu tip haberlerin yer aldığını ama gerçekle karşılaşıncaya dek olayı kavramadığını görüyor. Gazete ve televizyon haberlerinin aslında kendileri gibi insanları anlattığını fark etmiyorlar. Aslında Baydar burada çok güzel bir gözlem dile getiriyor, günümüz insanlarının haberleri kurgu ile karıştırmasına değiniyor.
Kurgu ile gerçek karşıtlığı, Çöplüğün Generali?nin diğer önemli motifi. Oya Baydar, roman içinde roman formunun kullanılabilecek teknik boyutlarını romana yansıttığı için, bu bölümler hem üst-roman olarak hem de tamamlanmamış taslak olarak okunuyor. Bölümlerin sonunda yer alan birkaç satırlık ?yazarın? notları, olaylara derinlik verdiği gibi, gerçek ile kurgu dengesine de değiniyor. ?Yazar? kendi için yazdığı bu notlarda birkaç kez romanın fazla belgesel olmasından korktuğunu dile getiriyor. Birkaç seferinde de gerçeğin kurgudan daha acımasız olduğunu, gerçekleri yazdığında inandırıcı olmamaktan korktuğunu söylüyor. Aslında gerçek ile kurgu arasındaki dengenin nasıl oluştuğunu, yazarın zihninde nasıl şekillendiğini görmek ilginç oluyor. Kurgunun ?Yazarı? ile yazar Oya Baydar arasında da bağ kuruyor okur ister istemez. Yazarın notu adı altında yer alan notlarda Baydar?ın kuşkuları da dile geliyor belki fakat bunlar çok önemli görünmüyor, çünkü üst roman tekniği romanın sonunda tamamen form değiştiriyor. Gerçeğe öykünen kurgu yerini, kurguya öykünen gerçekliğe devrediyor. Son bölümün altındaki notlarda ?(b)azı bölümlerdeki olaylar yazdığım sırada tümüyle kurgusaldı, hayal mahsulüydü, ben uydurmuştum. Ama denizden bombalar çıkması, çocuk parkındaki kum havuzunda mermiler bulunması, hele de ceset aramak için çukurların kazılması vb. gibi gelişmeler, ben yazdıktan sonra gerçekleşti. Böyle olması metnin edebi gücünü azaltacak, alegorik anlatımı zayıflatacak, belgesel bir metin çağrıştıracak kaygısını taşıyorum. Bir de, ya romanın sonu da gerçekleşirse diye korkuyorum.?
Çöplüğün Generali, günümüz Türkiye?sinin gerçeklerini anlatan politik roman olarak okunabilir. Ya da George Orwell?in Bin Dokuz Yüz Seksen Dört romanı gibi politik bir bilim kurgu olarak okunabilir. Ya da, 12 Maymun filmindeki gibi gelecekte insanlığın yok ediliş (bu durumda belleğin yok edilişi) öyküsü olarak okunabilir. İnsanlığın yok oluş hikâyelerinde maymunu simge olarak kullanmak (herhalde insanlığın kökenine döndüğü için) bir çeşit bilim kurgu klasiğidir. Oya Baydar?ın roman boyunca tanıdık bildik hiçbir öğeye gönderme yapmadığını söylemiştim ama romandaki tek istisna, Nuri Bilge Ceylan?ın Üç Maymun filmi. Bu konuda da sadece soyut bir gönderme yapmayı tercih ediyor, ne yönetmenin adı ne de filmin konusu geçiyor, sadece ?bol ödüllü? bir film olarak okura neden söz ettiğini bildiriyor. Üç maymun, roman içinde çok farklı şekillerde karşımıza çıkıyor, çok farklı simgeleri içinde barındırdığı gibi, çerçeve öykü ile temel öykü arasında da bağlantı oluşturuyor. Çöplüğün Generali, türün klasikleri arasına girecek bir roman.
(*) Asuman Kafaoğlu’nun 04/09/2009 tarihli Radikal Gazetesi Kitap Eki’nde yayınlanan “Unutanlar ve unutturanlar” adlı yazısı

http://www.ntvmsnbc.com/ Sitesinde 28.08.2009 Tarihinde Yayınlanan Haber
Oya Baydar?ın yeni romanı ‘Çöplüğün Generali’, hayalî bir ülkede geçiyor. Okura bir hayli tanıdık gelecek bu ülkede, günün birinde, çöplüklerde, boş arazilerde gömülüp bırakılmış bombalar, mermiler bulunmaya başlar. Bu durum giderek bir yazarın dikkatini çeker ve yazar bu konunun çevresinde bir roman yazmaya koyulur. Ne var ki romanını tamamlayamadan kaybolacaktır…
‘Çöplüğün Generali’ politika, şiddet, bilim, ordu ve sivillerin dünyası, toplumsal bellek, unutmak-hatırlamak konuları üzerinde bir kere daha düşünmeye zorluyor. Baydar, insan haklarına, barışa, insanî olan her şeye yöneltilmiş evrensel şiddete ‘Çöplüğün Generali’yle karşı çıkıyor.

Tanıtım Yazısı
Oya Baydar?ın yeni romanı Çöplüğün Generali, hayalî bir ülkede geçiyor. Okurumuza bir hayli tanıdık gelecek bu ülkede, günün birinde, çöplüklerde, boş arazilerde gömülüp bırakılmış bombalar, mermiler bulunmaya başlar. Bu durum giderek bir yazarın dikkatini çeker ve yazar bu konunun çevresinde bir roman yazmaya koyulur. Ne var ki romanını tamamlayamadan kaybolacaktır. Bundan sonrası, Çöplüğün Generali?nin sayfalarında.

Son zamanlarda okuduğunuz en çarpıcı, en şaşırtıcı romanlardan biri olacak Çöplüğün Generali. Son sayfasına kadar nefes nefese okuyacağınız kitap sizi, politika, şiddet, bilim, ordu ve sivillerin dünyası, toplumsal bellek, unutmak-hatırlamak konuları üzerinde bir kere daha düşünmeye zorluyor. Oya Baydar, insan haklarına, barışa, insanî olan her şeye yöneltilmiş evrensel şiddete son derece zarif bir yapıtla karşı çıkıyor.

Kitabın Birinci Bölümü
O gün orada ne oldu?
Kimse bilmiyor, hatırlamıyor. Olanı olmayanı, gerçeği yalanı yaymakta birbirleriyle yarışan gazetelerin, radyoların, televizyonların arşivlerinde büyük depremle ilgili ?çoğu birbirini yalanlayan? haberler, hepsi aynı bilgilendirme merkezinden çıkmış fotoğraflar, video-filmler, bir de resmi açıklamalar var. Ama gerçeğe dair tek bir satır, tek bir ses, tek bir görüntü yok. Tarih kitapları, anı kitapları, arşivlerdeki belgeseller, filmler, eski fotoğraflar: Hiçbirinde o anla, o günle ilgili ne bir iz ne bir gönderme var. Kaç kuşak geriye gidersen git, olayı çocukluğunda yaşamış olması gereken kaç yaşlıyla konuşursan konuş, kimse bir şey anlatmıyor, anlatamıyor. Ne kulaktan kulağa bir söylence ne korkuyla fısıldanan bir sır ne bir görgü tanığı… Akıp giden tarihten hoyratça sökülüp koparılmış bir zaman parçası; ya da bileni, duyanı, anlatanı kalmamış, unutulmuş bir masal.
Bilen, duyan kalmamış mı dedim? Hayır, bu doğru değil, bir bilen var; o ?yok zaman?da, ?yok yer?de neler olduğunu bilen biri var. Onu gördüm, bana kendini gösterdi. Uzaktaydı; bir gölge, bir karaltıydı, ama gördüm. Söyleyecekleri vardı; hatırlansın, bilinsin istiyordu, anladım. Benzerleri çoktan müzeye kalkmış eski kuşak ilkel bir bilgisayarın printer?inden çıktığı besbelli o yıpranmış, yer yer yanmış, sararmış sayfaları: bitmemiş bir romandan artakalan dağınık bölümleri, yoluma serpiştiren oydu. Onyıllarca bekledikten sonra, belki de artık sona yaklaştığını hissettiği için, bildiklerini paylaşmaya karar vermişti besbelli. Bilen, hatırlayan son insandı belki. İnsan mı dedim! Belki de yaratık ya da canlı demem gerekirdi; bilmiyorum.
Beni seçmişti diyemem, seçme şansı da yoktu zaten. Ne onun ne de benim seçme şansımız vardı. Her şey rastlantıdan ibaretti. Bir sabah alacakaranlıkta uyku sersemliğiyle yanlış yola sapmasaydım; bir yanı uçurum, bir yanı dikenli telle çevrili, ay yüzeyine benzer uçsuz bucaksız bir arazinin içinden geçen o yolda esrarlı bir cismin çekim gücüne kapılmış gibi kilometrelerce gitmeseydim; üst üste gelen garip olaylar kafama takılıp iç huzurumu bozmasaydı onun varlığından haberim bile olmayacaktı. Ve hiçbir şey hatırlanmayacak, bilinmeyecekti.
O gün…
Hangi gün, ne zaman? Paralel dünyaların birinde bir başka za-manda mı, ya da geçmişten en küçük bir izi kalmadığına göre, gelecekte mi?
Orada…
Orası neresi? Burada, bu topraklarda, bu ülkede, bu şehirde mi, bir başka ülkede mi yoksa?
Olup bitenler…
Ne olmuştu, ya da o gün, orada birşeyler olmuş muydu gerçekten?

Bu soruların cevabını bilen, hâlâ hatırlayan biri var. Bir bilen ol-duğunu kimseler bilmese de ben biliyorum. Yine de, ?bilen, duyan yok? dedim. Neden? Lafın gelişi mi, yoksa bilmekten, hatırlamaktan duyduğum korku mu? Ürperiyorum, sakın amansız hastalığın pençesine düşmüş olmayayım! Hem de tam şu sırada, karanlığın yırtılması bu kadar yaklaşmışken…
Üç maymun vebasını yenmenin tek yolunun korkuyu aşmak, dü-zene sorgusuz boyun eğiş karşılığında kazanılan huzur, refah ve gü-venliği yitirmeyi göze alıp hastalığın üstüne üstüne gitmek, öğrendi-ğimiz gerçekleri herkese duyurmak, unutmanın önüne geçmek olduğunu artık biliyorum. Virüs ancak böyle etkisizleştirilebilir.
Korkuyu yenmeliyim, cesaret etmeliyim, kendimi hastalığın pençesine bırakmamalıyım. Bilen biri var, diye tekrarlıyorum kendi kendime, bilen biri var. Elimdeki kâğıtları, olmayan birilerine göstermek için havada sallıyorum: Bakın, bakın! Hepsi burada yazılı: Son bölümü kaybolmuş, hiç yayınlanmamış bu roman taslağında var hepsi!
Sesimi duyurabilmek için bağırmaya başlıyorum: O gün, orada olanları bilen biri var! O gün orada olanları hatırlayan biri var! Her şey yazılmış, her şey anlatılmış! Yazılmayan, anlatılmayan ne kalmışsa onları yaşamış biri var: O gün, orada ne olduğunu anlatacak biri var!
Sesim, yeryüzüne, gökyüzüne yayılıyor.

Kitabın Künyesi
Çöplüğün Generali
Oya Baydar
Can Yayınları
2009
256 sayfa

1 Comment

  1. Günümüzde yaşanan süreci çerçeve hikaye tekniği ile ifade eden, Orwell’in 1984’ünü anımsatan, başarılı bir roman. Oya Baydar, toplumsal bellek, unutma, unutturulma, görmezden gelme gibi konulara değinirken Nuri Bilge Ceylan’ın Üç Maymun filmine ve Latife Tekin’in “Unutma Bahçesi” adlı romanına da yazarın ismini vermeden gönderme yapıyor.

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

Previous Story

Başka Bir Avrupa İçin / Avrupa?nın Ekonomik Bütünleşmesinin Sınıf Tahlili – Guglielmo Carchedi

Next Story

Eldivenler, hikâyeler – Murathan Mungan

Latest from Oya Baydar

Sanatçı dostları Yaşar Kemal’i anlattı

Ferit Edgü’den Oya Baydar’a, Fazıl Say’dan Gülriz Sururi’ye sanatçı dostları Yaşar Kemal’i anlattı. Abidin’le “kaynatıyordur” FERİT EDGÜ Yaşar Kemal, eski yeni, bizim romancılarımız arasında,
Go toTop

OKUMA ÖNERİLERİMİZ