Dikişi sökülmüş, altı delinmiş ayakkabılarım ayağıma yük olmaktan başka işime yaramıyordu. Ayaklarım iki aydan beri yağmur, kar içinde. Birgün başım ağrıyor, birgün dişim? Burnum, boğazım tıkalı. Oysa gençliğimin en taşkın çağını yaşıyorum; taşı sıksam suyunu çıkarmam gerekirken, bir şekeri bile bölmeye gücüm yetmiyor. Arkadaşlar, hastalığımı gözümde büyüttüğümü sanıp, bana inanmıyorlar. ?Ölürsem cenazemi Çukurca?da bırakmayın!? diyorum, onlar bana inat gülüyorlar.
Bir ayakkabı alabilmem için önce kaymakamlığa, sonra da Sümerbank’a gitmem gerekiyormuş. Çay, şeker, un, ayakkabı gibi gereksinimler orada satılırmış. Kaçakçılığı önlemek için koymuşlar bu düzeni. Çukurcalılar, bunları gereğinden fazla alıp, Mustafa Molla Barzani?nin peşmergelerine götürür, oradan da kaçak mal getirirlermiş; böyle diyor Kaymakam. Önce kaymakamlıktan bir kart temin edeceksin, sonra da Sümerbank?a gidip, gereksinimlerini alacaksın. Ben bir ayakkabı kartı alalı üç ay oldu, ama Sümerbank?ta ayakkabı yok ki! Yollar açılırsa yeni mallar gelecekmiş!
Bir de bakkalımız var. Kimine göre, ?Kel İsmail,? kimine göre ?Topal İsmail?dir onun adı; yüz yüze gelince herkes ?İsmail Efendi? diyor. Irak helikopteri Çukurca?yı bombaladığında yaralanmış ve özürlü kalmış. Irak hükümetinden yüklü bir tazminat alıp zengin olmuş sonunda. Ne zaman o olaydan söz açılsa, ?Allah Irak hükümetinden razı olsun!? diyor. Bir de kamyoneti vardı Bakkal İsmail?in. Kış boyunca evinin önünde bağlı durur, yollar açılınca yük ve yolcu taşırdı Hakkâri?ye.
Öğretmen Murtaza, ayağındaki yeni cıslavet ayakkabıyı göstererek: ?Bakkal İsmail?den aldım? dedi. Bakkal İsmail?in ayakkabı satmadığını, satmasının yasak olduğunu bile bile, öğretmen Murtaza?nın sözüne uyup ben de gittim. ?İsmail Efendi, bir cıslavet de bana?? dedim. Önce işaret parmağını dudağının önünde dikleyerek: ?susss!? işareti yaptı, sonra da: ?Vallah yok! Murtaza Hoca?ya verdiğim şey, geçen seneden kalmış; çuvalların altından çıktı meret!? diyerek, umudumu kesip attı.
Ayakkabılarım yırtıldıktan sonra likör partilerine de gidemez oldum. P.T.T. Müdürü, Banka Müdürü, Tekel Müdürü ve şehrin ileri gelen amir memur takımı, her Pazar likör partisi düzenliyorlar. Sıra kimdeyse onun dairesinde oluyor bu? Öğretmenleri ?müdür de olsa- aralarına almıyorlar nedense? Onlara katılabilmek için ya müdür olacaksın ya komutan? Hemşehrim Banka Müdürü?nün torpiliyle(!) beni ve bir de öğretmen Murtaza?yı aldılar likör partisine.
Bir likör partisindeyiz. Öğretmen Murtaza, onların ?aldığı yerden vermesini? iyi biliyor; o ne söylese, ötekiler, göbeklerini titrete titrete gülüşüyorlar. Sonra ?her zaman olduğu gibi- sıra şarkı, türkü söylemeye, fıkra anlatmaya, şiir okumaya geliyor. Sırası gelen, heybesinde neyi varsa boşaltıyor. P.T.T. Müdürü, emekliliği gelmişken Göksun?dan sürgün edilmiş bir ihtiyar: ?Dil şad olacak diye kaç yıl avuttu felek? şarkısını söylüyor; hüzünleniyoruz. Banka müdürü: ?Ateşe benzerdin küle dönmüşsün? diyerek kendince efkârlanıyor. Bir başkası: ?Çiçekten harman olmaz/yar derde derman olmaz? türküsüyle ortamı şenlendirmeye çalışıyor. Sonra sıra bana geliyor, ama, oldum olası hiçbir işe yaramam nedense! Bildiğim fıkralardan birini anlatmaya başladım: ?Nuh?un tufanında gemiye her canlıdan bir erkeğini, bir dişisini almışlar.? diyorum. ?dişi? sözünü duyunca gevşeyip gülüyorlar. Banka müdürü, ?Eeee!? diyor ve fıkrayı sürdürmemi istiyor. Ötekilerin de kulağı seste. ?Yolculuk uzadıkça erkeklerle dişiler arasında cinsel kargaşa başlamış? diyorum; göbekler inip inip kalkıyor. Banka müdürü, ?Eeee!? diyor yine. Ben sürdürüyorum anlatmayı: ?Bakmışlar ki iş kötüye gidiyor, erkeklerin erkeklik organlarını alıp, ellerine birer kart vermişler. ?Tufandan sonra kartını gösteren emanetini geri alacak? demişler diyorum, kahkahaları bulunduğumuz odaya sığmıyor. ?Yol uzadıkça dişi fare iyice azgınlaşmış! Erkek farenin karşısına geçip, ?oh bana bişey yapamaz oldun ya! oh bana bişey yapamaz oldun ya!? diyerek onunla alay ediyormuş. Sonunda erkek fare dayanamamış; kartını dişi fareye göstererek: ?şunu görüyor musun? Hele şu tufan bir bitsin, sana ne yapacağımı o zaman görürsün!? demiş. Dişi fare, ?o ne ki?? diye sorunca da, erkek fare: ben eşeğin kartını çaldım demiş.?
Fıkrayı bitiriyorum, ama kimse gülmüyor. P.T.T. Müdürü bana bakarak: ?kinaye yapma! Kinaye yapma!? diyor. Banka müdürü: ?Hemşerim beni mahcup ediyorsun? derken, ötekiler de, memlekette fırtına estiren ?olağanüstü hali? ima ettiğimi düşünüyorlar. Ortam buz gibi oluyor ve bir sessizlik abanıyor likör partisinin üstüne.
Likör partileri böyle sürüp gidiyordu. Baktım ki, benim sözüm onları iğneliyor, aralarından ayrıldım. Aslında, ayrılmamın nedeni sözümün iğneli olması değil; ayakkabılarımdı. Kim yüzüme baksa, ayakkabılarıma bakıyor sanıyordum. Öğretmenler odasında otururken ayaklarımı bir sandalyenin, masanın altına saklıyor, sınıfa girerken de kapıdan kürsüye kadar sanki koşar gibi gidiyordum; öğrenciler görmesin diye. Çocukların çoğu biliyordu, ayakkabımın yırtık, delik olduğunu, ama, hiç yadırgamıyorlardı bunu; çünkü onlar da benden saklıyorlardı ayakkabılarını.
***
Kar eridi, yollar açıldı. Sümerbank hâlâ bomboş? ?Yeni mallar gelecek? diyorlar. ?Gelse de artık işime yaramaz? diyorum görevli memura. Yaz dinlencesine giderken, Van?da en iyisinden bir ayakkabı almayı tasarlıyor ve o günü iple çekiyordum.
Askeri gazinonun önünde oturuyorduk. Ortalık balçığa kesmiş? Güneş, sırtımızı yavaş yavaş ısıtıyor. Gelen oturdu, gelen oturdu yanımıza. Öğretmen Murtaza konuşuyor, ötekiler hem dinliyor hem gülüyorlardı. Benim ayaklarım, yine önümdeki sandalyenin altında. Öğretmen Murtaza, ayaklarıma bakarak: ?Bende eski bir ayakkabı var, giysen birkaç gün idare edersin,? dedi. Kırk öksüzle bir mağara kalmış yoksul gibi: ?olur?? dedim.
Ben kırk bir numara giyerim, Murtaza?nın vereceği ayakkabı kırk dört numara; beşik gibi bir ayakkabı! Ağır mı ağır? ?Hiç yoktan iyidir? diyerek ayaklarıma taktım. Meğer başımın da, dişimin de ağrısının anası ayakkabılarımmış! Murtaza?nın eskilerini giyince ne ağrım kaldı, ne sızım? Ayaklarım üşüdükçe dertlerim depreşirmiş meğer.
Yaz dinlencesine girmemize iki hafta kalmıştı. Burnumu sıksalar canım çıkacak! Başımı alıp Çukurca?dan kaçmak geliyor içimden. Sanki koca dağlar çökmüş de, altında kalmışım gibi? Yüreğime çöreklenmiş bir umutsuzluk!
Öğrenciler, bir hafta sonra Van?a gidip sınava girecekler. Ama, çocukların dünyası öyle küçük ki; Çukurca?dan başka yer görmemişler.
Okul müdürü, ?Ne ile gidecekler! Nasıl gidecekler!? diye düşünüp duruyordu. ?Öğrencileri siz götürseniz? oradan da memleketinize gidersiniz,? dedi. Hiç düşünmeden, ?olur?? dedim.
Karlar eridi, ama, Çukurca?ya hiçbir araç gelmedi daha; posta arabası bile? Şimdi de, ?yolu Zap Suyu götürmüş!? diyorlar. Yolun bir bölümü Zap Suyu?nun altında kalmış. Zap Suyu, yolun hemen kıyısından akıyor zaten. Sağ tarafta ise, ucu görünmez dağlar sıralı. Yol, Zap Suyu ile bu dağların arasında; bir kıyısı suyu, bir kıyısı dağların tabanını yalayarak akıyor. Zap Suyu taşmış, yol, suyun altında kalmış.
Biz, ?öğrencileri nasıl götüreceğiz, ne ile götüreceğiz!? diye düşünüp dururken, ansızın bir kara haber duyuldu: Balıkesirli Ebe?nin kardeşi ölmüş! ?Acele gel!? diye yazmışlar telgrafa.
Böyle kara haberler, en çok da Bakkal İsmail?in işine yarardı Çukurca?da. Onun kamyonetinden başka, Hakkâri?ye gidecek araç yoktu. Ebe, iki gözü iki çeşme, okula geldi. Ertesi gün yola çıkmaya karar verdik. Ebe, ben ve öğrenciler? yolun ilk kırk kilometresini Bakkal İsmail?in kamyonetiyle, beş kilometresini Zap Suyu?nun içinde yürüyerek gideceğiz. Geri kalanı için, ?Allah kerim!? demekten başka umarımız yok! En çok da Köprülü Karakolu?na güveniyoruz. Askeri araçlarla, Hakkâri?ye erzak almak için giderlermiş. ?Nasıl olsa birine rastlarız? diyoruz. Zaten sınav tarihine dört gün var. ?Bir gün Hakkâri?de kalırız, bir gün de Van yolculuğumuz, etti iki? Van?da bir gün dinleniriz, dördüncü gün sınava girerler,? diyerek, zamanı bölümledik.
Ertesi sabah Bakkal İsmail?in kamyonetiyle yola koyulduk. Ebe ile ben, şoför mahallinde, öğrenciler arabanın kasasında gidiyoruz. İsmail?e: ?Biraz yavaş sür de fazla esinti yapmasın, çocuklar üşümesin!? diyorum. Ebe sürekli ağlıyor. Bakkal İsmail: ?Yalan dünya! Hepimizin gideceği yer!? diyerek onu avutmaya çalışıyor.
Kamyonetimiz sert bir frenle durdu. Bizi Çukurca?dan beri çekip getiren yol, burada Zap Suyu?nun içine dalmış; Zap Suyu yolun üstünden akıyor. Yol, beş kilometreden sonra tekrar özgürlüğüne kavuşuyormuş? Heybemizi, torbamızı yere koyup paçalarımızı sıvadık. Bakkal İsmail: ?Ayakkabınızı çıkarmayın; taşlar ayağınızı keser,? demişti, hepimiz öyle yaptık. Benim ayakkabılarım büyük olduğundan, her adım atışımda ayağımdan çıkacak gibi oluyor, hep arkada kalıyordum. Dağın burnu, kimi yerlerde yolun içine doğru sokuluyor, çocuklar orayı geçince ben onları, onlar beni göremez oluyorduk. ?Yavaş gidin! Beni bekleyin!? diye ünlesem de, çocuklarda yeni bir dünyaya açılmış olmanın sevinci; duymuyorlar bile!
Biz, Zap Suyu?nun içinde yürüdükçe yol uzuyordu. Ayaklarımızın donmak üzere olduğunu duyumsadığımız yerde, güneş gören bir kaya parçasının üstüne çıkıyor, ayaklarımızı birazcık ısıtmaya çalışıyorduk. Ayakkabılarımızın içine dolan çamuru, çakıl taşlarını boşalttıktan sonra su içi yolculuğumuz yeniden başlıyordu. Sağımızda bizi takip eden dağların suya eğilen çıkıntılarından, ağaç köklerinden tutunarak yürüyorduk. Ayağımız birazcık sola kaysa, Zap Suyu bizi yutmaya hazır! ?Dikkatli ol!? diyerek, herkes birbirini uyarıyor, başımıza gelebilecek kötü bir olayın korkusunu yaşıyorduk. ?Dağlık yörede doğup büyüyen insan, yürüyüşünden belli oluyor; baksanıza adımlarını uzun uzun atıyorlar,? diyorum kendi kendime. Bizim öğrenciler de öyle; doğa?nın hırçınlığına meydan okuyorlar sanki! Benden biraz uzaklaşınca, o, sevinçle karışık tatlı şımarıklıkları artıyor, yanlarına yaklaştığımda sesleri kesiliyor. Sınavı kazanıp, büyük kentlerin çarkına takılırlarsa, bu el değmemiş terbiyelerinin bozulacağından korkuyorum.
İki saat su içinde yürümüşüz. İki saat önce yitirdiğimiz yol, tekrar önümüze çıkınca dünyalar bizim oldu! Köprülü Karakolu?na doğru yolculuğumuzu sürdürüyorduk. Ebe, hâlâ hiç konuşmuyor, gözyaşlarını içine akıtıyordu. Ben, söyleyecek sözler arıyorum, ama, bulamıyorum; Bakkal İsmail?in dediği gibi, ?üzülme? yalan dünya? hepimizin gideceği?? demek istiyordum ya, bu soyut sözleri söylemeye dilim varmıyordu. Arada bir, ?yoruldun mu?? diyorum, başını indirip kaldırarak yanıtlıyor, sessiz?
Köprülü Karakolu?na geldiğimizde, erlerin birkaçı ağ kurmuş, voleybol oynuyorlardı. Bizi görünce topu bırakıp uzun uzun bakıştılar. Nöbetçi er, Ebe ile beni komutanın yanına götürdü. Komutan, bize çay söyledi; getiren askere: ?Çocuklara da çay verin!? dedi. Bizim bu korkulu, çetin yolculuğumuz, komutanın her gün gördüğü ve doğal saydığı olaylardan olmalı ki, halimizi hiç yadırgamadı bile! ?Birazdan Hakkâri?ye gidilecek, sizi de alsınlar,? dedi. En çok da Ebe sevindi buna?
Çaylarımızı içip askeri araca doluştuk. Zap Suyu, yol boyunca yanımızdan hiç ayrılmıyor yine; o bir yöne, biz bir yöne akışıp gidiyorduk. Dağların üstünü dümdüz örten kar ve kar suyunu eme eme şişen toprak, baharın ölgün sıcağını görünce iyice gevşemiş. Küçük bir taş yuvarlansa, ya da bir avuç toprak kayması görsek, ?çığ geliyor!? diyerek, doğanın her devinimine korkulu bir anlam yüklüyorduk.
Zap Suyu?nun akışına baka baka, çığ sesi dinleye dinleye, bazen sevinip bazen korka korka Sümbül Dağı?nın gölgesine girdik. Sümbül Dağı burada bir duvar gibi dimdik! Her tarafı karla örtülü; üstü dümdüz, ama, hep gölgede kaldığından, kar henüz eriyip gevşememiş. Yüzü pırıl pırıl; çığ korkumuz kalmıyor. Burada, yolumuzun sağ çizgisi Sümbül Dağı?nın tabanına, sol çizgisi yine Zap Suyu?na değiyor. Suyun öte yamacında, Sümbül Dağı?nın ikiziymiş gibi bir dağ sırası daha yükseliyor. Bulunduğumuz noktadan, tünellerin bulunduğu bu dağa, sanki göğe bakıyormuş gibi bakıyorduk.
Çukurca yolunu Hakkâri-Van yoluna bağlayan köprüyü geçince, sırtımızı Van?a dönüp Hakkâri?ye yöneldik. Köprülü?den beri hep yere baka baka gelen aracımız, burada birden burnunu yukarı kaldırdı. Duvara tırmanan sinek gibi, sürekli rampaya asılıyordu. Tünellerin bulunduğu tepeye çıktığımızda, daha az öncesine değin arabamızın tekeriyle aynı düzeyde delice akan Zap Suyu, bu tepeden bakınca, ince, mavi bir çizgi gibi görünür oldu.
Yol boyunca öğrenciler askerlerden, askerler öğrencilerden sessizdi. Ebe?nin gözü, hep karşımızdan gelecek bir arabada, hep yaşlı? ?Van?a giden bir arabayla karşılaşırsak hemen durdurun? diyor. Biz, onun kadar ivecen değildik.
Hakkâri?ye iyice yaklaştığımız yerde, otobüsten küçük, minibüsten büyük bir araç çıktı karşımıza. Sürücü er, bir far işaretiyle durdurdu gelen aracı. Sanki biraz geç kalsak bu fırsatı kaçıracakmışız gibi, askeri araçtan atlayıp yere döküldük.
Havanın ansızın soğumasından anlıyorum, günün yarıyı geçtiğini. Çocuklara: ?Akşam ezanı okunmadan Van?dayız?? diyorum, hiç sevinmiyorlar. Hepsi garipsi; sanki toprağından koparılmış çiçek gibiler?
Van?a girerken, önlerinde tezek, damlarında ot yığınları olan, çoğu tek katlı evler karşıladı bizi. Alaca karanlıkta birer gölge gibi görünen bu evler, gittikçe çoğalmaya ve yükselmeye başladı. Çoğu evlerin ışıkları yanıyordu, ama, el ayak çekilmiş gibiydi. Çocukların heybelerinde otlu peynir, haşlanmış yumurta ve tandır ekmeği çoktu. İlk işimiz bir otele yerleşip açlığımızı gidermek?
Sora sora şehrin ucuz otellerinden birini bulup girdik. Yazman, yatsı namazını kılıyordu. Ben oradaki bir sandalyeye iliştim, çocuklar ayakta kaldılar. Adam, başını bir sağa, bir sola çevirerek kalkıp bize yaklaştı. Ne oturacak, ne konuşacak gücümüz vardı. Az sonra çocuklar odalarına yerleşirken, ben de, Balıkesirli Ebe?yi terminale götürüp Ankara otobüsüne bindirdim. İlk işim, henüz açık olan dükkanların birinden bir çift ayakkabı almak oldu. Ertesi sabah ben uyanıncaya değin, çocuklar, şehrin caddelerini çoktan turlayıp gelmişlerdi bile.
Van?da bir yatılı bölge okulu olduğunu biliyordum; Van Gölü?ne uzanan yolun hemen sağ kıyısında? Hiç zaman harcamadan oraya doğru yürüyorduk. Çocuklar, gelip geçen arabalara, hükümet konağına, önündeki Atatürk heykeline, vitrinlere, cansız mankenlere ve gördükleri her şeye şaşkın şaşkın bakıyorlar. Oldukça keyif aldıkları belli olan bu kısa gezimizi bilinçli olarak uzatıyor, yavaş yavaş yürüyorduk. Onlar vitrinlere bakarken, birden Murtaza?nın verdiği ayakkabıları anımsadım; hâlâ ayağımdaydı. Akşam kutusundan çıkarıp başucuma koyduğum ve çocuklar gibi sevinerek seyrettiğim yeni ayakkabılarımı giymemiş; giyememiştim! Çocuklardan ayrıldıktan sonra giyecektim! Ayağıma baktım. Van?ın görkemli kaldırımlarında öyle çirkin, öyle pis göründü ki gözüme, kendimden utandım.
Okulun Müdürü: ?Burada yatmalarına izin veririm, ama, yemek ücretini alırım,? dedi, sonra ondan da vazgeçirdik. Çocuklar okulu gezecek, yatakhanelerini görecek, biraz dinlendikten sonra eşyalarını almak için, o gece konakladığımız otele gelecekler. Ben, onları beklemeden şehrin içine doğru yürüdüm. Akşam ayakkabı aldığım mağazanın önünde buldum kendimi. Vitrinde parlayan ayakkabıları bir kez daha seyrettim doya doya, sonra otelimize doğru yürüdüm. Ayaklarımı yıkadım, yeni çorabımla yeni ayakkabımı giydim; oh be! Murtaza?nın hediyesi eski ayakkabıları da, otelde, bir gazeteye sarıp kapının arkasına attım.
Ayrılık vakti gelmişti işte! Geldiler! Eşyalarımızı alıp hep birlikte otelden ayrıldık. Konuşa konuşa, güle oynaya yürüyorduk. Ben biraz ileride onlardan ayrılıp, terminale gideceğim. Lokman, kolumdan tuttu: ?Öğretmenim bizi bırakıp gitme!? dedi. Abdülselam: ?Gelmeseydik de, buraları görmeseydik!? diye mırıldandı. Ben, yine, ?sınavı kazanır da büyük kentlerin çarkına takılırlarsa, bu ?el değmemiş terbiyeleri? bozulur? diye hayıflanırken, yaşça en büyükleri olan Alihan ilişti gözüme; az önce kapının arkasına bıraktığım, Murtaza?nın ayakkabısı, Alihan?ın ayağındaydı.

Doğan Soydan

2 Comments

  1. Kutlarım sizi öğretmenim.Bu yaşantınızdan daha acı çilelerle bu vatana hizmet eden.bu vatanın çocuklarının aydınlanmasını sağlayan öğretmenler,mevcut iktıdarlar tarafından hep hırpalanmışlardır.1950 den sonra yıpratılmak öğretmenin kaderi olmuştu sanki.Sizler gibi özverili öğretmenler iyiki varsınız. Yalnız tek endişem: hala sizin gibi öğretmenler kaldı mı?…

  2. Ali İhsan Bey, duygu yüklü bu yorumunuz için çok teşekkür ediyorum.ÖĞRETMEN ile HIRPALANMAK sözcüklerini öyle yerinde kullanımışınız ki, hiç hiç sırıtmıyor, yadırganmıyor. Dikkat edersek, günümüzde hırpalanacak öğretmen de kalmadı;uyumlu öğretmen, saygılı öğretmen, her şeye “EVET EFENDİM” diyen bir öğretmen kitlesi yetiştirildi sanki. Onlar da haksız değiller;zira, sesini yükseltenlerin başına gelenleri görüyoruz işte… Şu bir gerçek ki, özlemini çektiğiniz o nitelikli, özverili öğretmenler yetişmedikçe, Türkiye’nin bu kaos ortamından kurtulması olanaklı değildir. Selam ve saygılar.

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

Previous Story

Reyhan Sur?un Yeni Kitabı ?Aşk Çarpsın? – Esen Yel

Next Story

Kadın İçin? – Elif Kutlu

Latest from Öyküler

Tutku – YUSUF ATILGAN

Sağ ayağım izmaritin yanına gelince durdum. Yanıma yöreme baktım. Halkçıların kahvesi önünde Sabri Kâhya ile Yakacı oturmuş konuşuyorlar. Gözleri pek farketmez. Mayıs sıcağı. Köyde

Saatların Tıkırtısı – Yusuf Atılgan

Tabelâcı dükkânının önünde yaş yaş, kurusunlar diye duvara dayanmış iki levha vardı. Baktım birinde “Saatçı A. Yayladan” yazılı. İçimi bir hüzün bürüdü. Karşıda saatçınındı
Sait Faik Abasıyanık

Semaver – Sait Faik Abasıyanık

SEMAVER – Sabah ezanı okundu. Kalk yavrum, işe geç kalacaksın. Ali nihayet iş bulmuştu. Bir haftadır fabrikaya gidiyordu. Anası memnundu. Namazını kılmış, duasını yapmıştı.
Sait Faik Abasıyanık

Sait Faik Abasıyanık Hikayeleri

Karanfiller ve Domates Suyu ,Son Kuşlar ,Sokaktan Geçen Kadın ,Sivri Ada Geceleri ,Sinağrit Baba ,Semaver ,Meserret Oteli ,Lüzumsuz Adam ,İpek Mendil ,Hallaç ,Güğüm ,Dülger
MARK TWAIN

MARK TWAIN: 1.000.000 STERLİNLİK BANKNOT

1.000.000 STERLİNLİK BANKNOT[11] Yirmi yedi yaşımdayken San Francisco’da bir madencilik şirketinde komisyonculuk yapıyordum, hisse senedi trafiğinin bütün inceliklerinde uzman olmuştum. Dünyada yapayalnızdım, zekâmdan ve
Go toTop

OKUMA ÖNERİLERİMİZ