Davranışçılık ve Değerler – Bertrand Russell

Ciddi bir Amerikan dergisinde dünyada bir tek davranışçı olduğu, onun da
Dr. Watson (John Broadus Watson (1878-1958): Amerikalı Psikolog. (Ç.N)
olduğu yolunda bir ifadeye rastlamıştım. Ben, çağdaş düşünceli
olan ne kadar insan varsa o kadar da davranışçı olduğunu söylerdim. Bu,
davranışçıların üniversitelerde daha yaygın olduğu, ya da bizzat benim bir
davranışçı olduğum anlamına gelmez -Rusya ve Çin’i gördükten sonra, zamana
ayak uyduramamış olduğumu farkettim. Ancak nesnel (objektif) özeleştiri
beni çağdaşlaşmamın yerinde olacağını kabule zorluyor. Bu makalede, benim
gibi, bilimde çağdaş olan şeyleri kabul ettikleri halde, yaşamaya
değer şeyler konusunda kendini Ortaçağlılıktan kurtaramayan kişilerin
karşılaştıkları bazı güçlükleri ortaya koymak istiyorum. Davranışçılığın
yalnızca değerler ile olan mantıksal ilişkisini değil; ana hatlarıyla
benimsenmesi durumunda bu doktrinin sıradan insanlar üzerindeki etkisinin ne
olacağını da sorgulamak istiyorum.

Davranışçılık, psikanaliz gibi bir çılgınlık haline henüz gelmemiştir;
ancak bir gün gelirse, popüler şekli, kuşkusuz, Dr. Watson’un öğretilerinden
değişik olacaktır -popüler Freudculuk Freud’dan ne kadar farklıysa o kadar
farklı.

Davranışçılığın popüler versiyonu sanırım şöyle bir şey olacak: Eskiden
hissetmek, bilmek ve istemek gibi üç işlevi yürütebilen akıl diye
bir şeyin var olduğu düşünülürdü. Şimdi ise, akıl diye bir şeyin var
olmadığı, yalnızca bedenin var olduğu kesinlik kazanmıştır. Bütün eylemlerimiz
bedensel süreçlerden ibarettir. “Hissetme” özellikle iç salgı bezleri gibi
iç organlarla ilgili bir olaydır. “Bilme” gırtlağın hareketlerinden ibarettir.
“İsteme” ise uzun kaslara bağımlı bütün diğer hareketlerden oluşur.
Geçenlerde, ünlü bir entellektüel ile bir dansöz evlendiğinde,
onların birbirlerine uygunluğu konusunda kuşkularını dile getirenler oldu.
Bir davranışçının bakış açısından bu kuşku yersizdir; biri kol ve
bacak kaslarını, öteki de gırtlak kaslarını geliştirmiştir.

Demek oluyor ki, mesleğin farklı dallarında olmakla beraber, her ikisi de birer akrobattır.
Yapabildiğimiz tek şey bedenimizi hareket ettirmek olduğuna göre, bu
öğretinin popüler yandaşlarının, bundan, vücudumuzu olabildiğince çok hareket
ettirmemiz gerektiği sonucuna varmaları beklenebilir. Bu noktada göreceliğe
ilişkin bazı güçlükler ortaya çıkacaktır. Bedenin değişik bölümleri
birbirlerine göre mi hareket edecektir; yoksa beden bir bütün olarak
içinde bulunduğu araca göre mi hareket edecektir? Veya, erdemin ölçütü
dünyaya göre olan hareket midir? İdeal insan birinciye göre bir akrobat;
ikinciye göre, aşağıya doğru hareket eden bir yürüyen merdivenden yukarıya
koşan bir insan; üçüncüye göre de, yaşamını bir uçak içinde geçiren insandır.
Ortaya çıkacak anlaşmazlıklarda hangi ilkeye göre karar verileceğini bilmek
kolay değildir; ancak ben şahsen pilotlardan yanayım.

En güçlü ülkelerdeki en güçlü kesimlerde egemen olan, insanın kusursuzluğu
anlayışının değişik biçimlerine bakarsak, davranışçılığın temelde var olan
inançlara teorik bir gerekçe sağlamaktan öteye gitmediği sonucuna varırız.
Beden eğitimine inananlara ve bir ulusun “erkekliğinin” onun sporculuğuna
bağlı olduğu görüşünü benimseyenlere göre akrobat ideal insandır;
İngiliz yönetici sınıfında yaygın olan görüş de böyledir. Yürüyen
merdivenlerden yukarıya koşan kişi, zevklerden uzak durabilmek koşuluyla,
kasları geliştirmeyi en yüce erdem olarak gören hıristiyanların beau ideal’idir.
Bu, YMCA’in (YMCA: Genç Erkekler Hıristiyan Birliği. (Ç.N.))
Çin’de yerleştirmeye çalıştığı ve yöneticilerimizin
egemenliğimiz altında olan bütün ırklar ve sınıflar için uygun bulduğu
görüştür. Pilot, mekanik güç kullananlara özgü, daha aristokratça
bir idealin temsilcisidir. Ancak, bütün bunların üstünde, Aristoteles’in
hareketsiz-olan-hareket ettiricisini anımsatan yüce bir kavram vardır.
Ona göre, merkezde hareketsiz duran bir ulu varlık vardır; geriye kalan her
şey ve herkes onun çevresinde değişik hızlarla dönerler ve
böylece o kişiye mutlak en büyük göreceli hareketi sağlarlar. Bu merkezde
olma rolü süpermenlerimiz için, özellikle de finans kesimi mensupları için
ayrılmıştır.

İnsanın kusursuzluğu konusunda Greklerden ve Ortaçağ’dan günümüze kadar
gelen değişik bir kavram daha vardır; ancak makinelerin düş
gücüne egemen olması sonucu ortaya çıkan görüş yavaş yavaş onun yerini
almaktadır. Kanımca bu eski görüş mantıksal olarak, davranışçılıkla bağdaştırılabilir;
ancak, psikolojik açıdan, sade vatandaşın davranışıyla bağdaştırılamaz. Bu
eski görüşe göre hissetmek ve bilmek eylem kadar önemlidir; sanat ve derin
düşüncenin, uzayda büyük miktarda kütlenin yerini değiştirmek kadar
övgüye değer olduğu düşünülür. Cheribum (Tevrat’ta adı geçen bir melek. (Ç.N))
Tanrı’yı sever, Seraphim (İncil’de adı geçen üç çift kanatlı melek. (Ç.N.))
Tanrı’yı derin düşünce yoluyla anlamaya çalışır; onların yüce kusursuzlukları da
bunda yatar. Bu ideal tümüyle statiktir. Cennette ilahiler söylenip arp
çalındığı doğrudur. Ancak her gün aynı ilahiler söylenir; arpların yapısında
hiçbir gelişmeye izin yoktur. Böyle bir yaşam çağdaş insana sıkıcı gelir.
Teolojinin ilgi yitirmesinin bir nedeni de, cenneti her gün gelişen
makinelerle donatmamasında yatar; Milton5 cehennem için bunu başarmıştı.

Her etik sistemin bir tür non sequitur’a (önerme veya kanıtlara uygun
olmayan sonuç) dayandığı söylenebilir. Filozof önce nesnelerin doğası
hakkında yanlış bir teori icadeder; bundan da, kendi teorisinin yanlış
olduğunu gösteren eylemlerin kötü eylemler olduğu sonucunu çıkarır. İlk
olarak geleneksel hıristiyanlığı ele alalım. Her şey her zaman Tanrı’nın
iradesine tabi olduğundan, günahkarlığın Tanrı iradesine karşı gelmek
olduğunu iddia eder. Hegel yandaşlarına gelince, onlar da evrenin kusursuzca
örgütlenmiş, uyum içindeki parçalardan oluştuğunu; bu nedenle, kötülüğün bu
uyumu azaltan davranışlar bütünü olduğunu iddia ederler. Ne var ki, uyum
metafiziksel bir sorun olduğu halde uyum dışı davranışların nasıl olanaklı
olduğunu anlamak zordur. Fransız halkı için yazan Bergson, davranışları ile
kendisine karşı çıkanları ahlaki suçlamadan daha korkunç birşeyle, yani
gülünç olmayla tehdit ediyor. Önce insanların asla mekanik davranmadıklarını
gösteriyor; sonra da gülme üzerine yazdığı kitabında (Lczughter) bizi
güldüren şeyin mekanik olarak davranan bir insan görmek olduğunu ileri
sürüyor. Bu demektir ki, Bergson felsefesinin yanlış olduğunu gösteren bir
şey yaparsanız o zaman ve ancak o zaman gülünç olursunuz.

Umarım bu örnekler metafiziğin, herhangi bir etik sonuca yol açamayacağını,
varabileceği tek sonucun, kendi yanlışlığının yol açtığı aşağıdaki
sonuç olduğunu açıkça göstermiştir: Eğer metafizik doğru olsaydı günah
olarak tanımladığı eylemler olanaksız olurdu.

Bu açıklamaları davranışçılığa uygulayarak şu sonucu çıkarıyorum: Etik
sonuçları varsa ve olduğu ölçüde metafiziğin yanlış olması gerekir;
öte yandan, doğru ise de davranışlarla hiçbir ilişkisi olamaz. Popüler
davranışçılığa -tam anlamıyla bilimsel şekline değil- bu açıdan baktığımızda
onun yanlış olduğuna ilişkin çeşitli kanıtlar buluyorum. İlk olarak, eğer
destekleyicileri herhangi bir etik sonucu olmadığını düşünselerdi, hemen
hepsi bütün ilgilerini yitirirlerdi.

Burada bir ayrım yapma gereği doğuyor. Doğru bir doktrinin pratik sonuçlar
doğurması olasıdır; ama etik sonuçlar yaratması olanak dışıdır.
İki madeni para atarak çalıştırılan bir makineden siz tek bir para atarak
birşey almak isterseniz gerçeğin pratik bir sonucu olur; yani bir para daha
atmanız gerekir. Ancak hiç kimse bu sonucu “etik” olarak değerlendirmez; bu
sadece arzumuzu nasıl gerçekleştirebileceğimizle ilgilidir. Bunun gibi, Dr.
Watson’un kitabında bu başlık altında işlendiği şekliyle davranışçılığın,
özellikle eğitim alanında pek çeşitli ve önemli sonuçları vardır. Eğer bir
çocuğa belirli bir şekilde davranmayı öğretmek istiyorsanız, örneğin Freud’un
değil de Dr. Watson’un öğütlediği yola başvurmanız çoğu zaman akıllıca olur.
Ancak bu da etik değil, bilimsel bir konudur. Etik, sadece, bir eylem belli
bir hedefi amaçladığı zaman; veya bazı eylemler, getirdikleri sonuçlara
bakılmaksızın, iyi ve kötü olarak sınıflandırıldıkları zaman söz konusu olur.

Burada davranışçılığın -mantığa ters düşse de- sözcüğün gerçek anlamında
bir ahlak kuralı koyma eğiliminde olduğu sonucuna varıyorum.
Konu şöyle görünüyor; yapabileceğimiz tek şey maddeyi hareket ettirmek
olduğuna göre, olabildiğince çok şey hareket ettirmeliyiz; bu nedenle
sanat ve düşünce maddeyi harekete geçirmeye yardımcı oldukları ölçüde değerli
sayılırlar. Bu, günlük yaşam için aşırı ölçüde metafiziksel bir ölçektir;
pratik ölçek ise gelirdir. Dr. Watson’dan aşağıdaki alıntıyı ele alalım:
“Kişilik, karakter ve yeteneği değerlendirmede en önemli öğelerden biri,
kanımca, bir kimsenin yıllık başarısının tarihçesidir. Bunu, kişinin değişik
işlerde kaldığı süreler ve gelirindeki yıllık artışlarla nesnel olarak
ölçebiliriz…

Eğer bu kişi bir yazarsa, yazılarına ödenen ücretin yıllara göre bir
grafiğini çizmek isteriz. Eğer otuz yaşındayken yazıları için önde gelen
dergilerden kelime başına aldığı ortalama ücret, yirmi dört yaşındayken
aldığının aynı ise, onun sudan bir yazar olması, daha öteye de gidemeyeceği
olasıdır.”

Bu ölçütü, Buda, İsa ve Muhammed’e; Milton ve Blake’e uygularsak, bu
kişilerin değerleri hakkındaki görüşlerimizde ilginç değişiklikler
yapmak gerektiğini görürüz. Daha önce değinilenler dışında bu alıntıda iki
ahlaki özdeyiş saklıdır. Bir -kusursuzluk kolayca ölçülür olmalıdır; iki
-yasalarla uyumlu olmalıdır. Bunların ikisi de etiği fiziğe dayalı bir
sistemden elde etmeye çalışmanın doğal sonuçlarıdır. Yukarıdaki
paragrafta Dr. Watson’un öne sürdüğü etik, benim kabul edebileceğim etik
değildir. Erdemin gelirle orantılı olduğuna; kalabalığa uyum sağlamakta
güçlük çekmenin günah olduğuna inanmam olanaksızdır. Yoksul ve aksi bir kişi
olduğumdan, bu konularda önyargılı düşündüğüm kuşku götürmez; bunun
bilincinde olmama rağmen düşüncelerim yine de değişmiyor.

Şimdi de davranışçılığın bir başka yönünü, eğitim konusundaki görüşlerini
ele alacağım. Burada, eserlerinden anlaşıldığı kadarıyla, bu konudaki
görüşleri kusursuz görünen Dr. Watson’dan alıntı yapamıyorum. O eğitimin
daha sonraki aşamalarına değinmiyor; benim en çok kuşku duyduğum konular ise
orada. Açık bir şekilde davranışçı olmamakla beraber davranışçılıkla
ilintili görüşten çokça etkilenmiş olan bir kitabı ele alacağım: The Child:
His Nature and His Needs (Çocuk: Doğası ve Gereksinimleri)
6. Bu kitap temelde, psikolojik yönden çok değerli olması nedeniyle oldukça
takdir ettiğim bir kitaptır; ancak bana göre, estetik ve etik yönden
eleştiriye açıktır. Estetik eksikliği göstermek için aşağıdaki bölümü
alıyorum (sayfa 384):

“Yirmi beş yıl önce öğrencilere on ila on beş bin kelimenin nasıl
yazıldığı öğretiliyordu. Son yirmi yılda yapılan araştırmalar göstermiştir ki,
tipik bir lise mezununun, okul çalışmalarında, eğer özel ve teknik sözcük
bilgisi gerektiren teknik bir işle ayrıca uğraşmıyorsa, daha sonraki
yaşamında da üç bin sözcükten fazlasını öğrenmesine gerek yoktur. Tipik bir
Amerikalı, mektuplarında ve gazetelere yazdığı yazılarda çoğu
zaman bin beş yüzden fazla değişik sözcük kullanmamaktadır; çoğu kişi ise
bunun yarısından fazlasını hiç kullanmaz. Bu gerçeklerden dolayı
günümüzde, okullardaki yazın kuralları dersleri günlük yaşamda kullanılan
sözcüklerin, otomatik olarak yazılabilecek şekilde, iyice öğretilmeleri
ilkesine göre düzenlenmekte; daha önceleri öğretilen ve belki de hiç kullanılmayan
teknik ve alışılmış sözcükler eğitim programından çıkarılmaktadır. Bugünkü
yazın derslerinde hiç bir sözcüğe, belleği geliştirmek bakımından yararlı
olacağı düşüncesiyle, yer verilmemektedir.”

Son cümlede, ezberleme yanlısı eski gerekçenin yanlışlığını ortaya koymak
için, psikolojiye yerinde bir yardım çağrısı yapılıyor. Anlaşılan
ezberleme belleği geliştirmiyor. Öyleyse, hiçbir şey, o şeyin bilinmesi
gerekliliği dışında bir gerekçeyle ezberlenmemelidir. Bunu belirledikten
sonra yukarıdaki alıntının akla getirdiği bazı şeyleri irdeleyelim.
İlk olarak, bir şeyin nasıl yazılacağını bilmenin hiçbir yararı yoktur.
Shakespeare ve Milton doğru heceleyemezlerdi; Maria Corelli ve Alfred Austen
ise bunu yapabilirlerdi. Doğru heceleme, biraz, “eğitimli”yi “eğitimsiz”den
ayırdetmenin kolay bir yolu olarak, snopça nedenlerle; biraz, iyi giyinmek
gibi, kalabalığın baskısıyla; biraz da, doğal-yasa düşkünü kimselerin,
kişisel özgürlüğün hala var olmayı sürdürdüğü bir alan görmekten acı
duymalarına bağlı olarak aranan bir şeydir. Hiç olmazsa, yazılı basının,
sözcükleri alışılmış biçimde yazması gerektiği düşünülürse bu amaç için
okuyucu sağlamak her zaman olanaklıdır.

İkinci olarak, Çin dışındaki ülkelerde yazı dili, edebiyatın bütün estetik
güzelliğini içeren konuşma dilinin yerini almıştır. İnsanlar,
dilin güzel olabileceği ve olması gerektiği duygusunu korudukları çağlarda
yazın kurallarına pek aldırmazlardı; ama telaffuza dikkat ederlerdi.
Şimdilerde üniversite eğitimi görmüş kişiler bile en sıradan sözcükler
dışındaki sözcükleri telaffuz etmeyi bilmiyorlar; ve bu nedenle de şiirlerin
çoğunu vezne uygun olarak okuyamıyorlar. Profesyonel edebiyat öğrencileri
dışında, kırk yaşının altında olup da bazı şiirleri veznine uygun olarak
okuyabilecek belki de tek bir Amerikalı yoktur. Eğer eğitimde bir ölçüde,
estetik de söz konusu ise çocuklara heceleme öğretileceğine yüksek sesle
okuma öğretilmesi gerekir. Eskiden aile reisinin İncil’i yüksek sesle
okuması bu gereksinimi çok iyi giderirdi; ancak şimdilerde bu uygulamanın
nesli neredeyse tükenmiştir.

Doğru telaffuzu öğrenmek önemli olduğu gibi, estetik yönden, geniş bir
sözcük bilgisi de gereklidir. Yalnızca bin beş yüz sözcük bilenler, basit
konular ve şansın yaver gittiği ender durumlar dışında, kendilerini tam
olarak ve güzel bir şekilde ifade edemezler. Bugünkü Amerikan nüfusunun
yarısı eğitimi için, Shakespeare’in harcamış olduğu zaman kadar zaman
harcar; ama sözcük sayısı onunkinin onda birine ancak varır. Yine de, onun
sözcükleri, ticari başarı sağlamak zorunda olan oyunlarında kullanıldığına
göre, zamanın sıradan vatandaşları tarafından da anlaşılıyor olmalıydı.
Çağdaş görüşe göre, eğer kişi kendisini anlaşılır kılabiliyorsa dile
yeterince hakim sayılır; eski görüşte ise, kişinin konuşma ve yazma dilinde
estetik zevk sağlaması aranırdı.

Bu satırların yazarı gibi, pratik nedenlerle davranışçılığın bilimsel
yanını kabul edip, etik ve estetik sayılan sonuçlarını reddeden bir kişi
sonunda nereye varır? Dr. Watson’u çok takdir ederim; kitaplarını da son
derece önemli bulurum.

Günümüzde teorik uğraşların en önemlisinin fizik, sosyal olguların en
önemlisinin sanayileşme olduğu görüşündeyim. Ama yine de, “yararsız”
bilgiye ve haz vermek dışında bir amacı olmayan sanata hayranlık duymaktan
kendimi alamıyorum. Sorun mantıksal değildir; çünkü gördüğümüz gibi, eğer
davranışçılık doğruysa, hangi amaç için ne gibi araçlar kullanılacağını
göstermeye yardım etme gibi ikincil konular dışında, değer yargılarına
ilişkin konularda bir etkisi olamaz. Sorun, geniş anlamda politiktir:
İnsanoğlunun büyük bölümünün hata yaptığı kesin ise, doğru önermelerden
yanlış sonuçlar çıkarmak mı, yoksa yanlış önermelerden doğru sonuçlar
çıkarmak mı daha iyidir? Bu tür bir problemin çözümü yoktur. Tek doğru
çözüm, sanırım sıradan insanlara mantık öğretmek; böylece onlara yalnızca
doğru görünen sonuçlara varmaktan kaçınma olanağı vermektir.

Örneğin, Fransızların “mantıklı” olduğu söylendiğinde kastedilen şudur: bir önermeyi
kabul ediyorlarsa; incelikli mantıktan yoksun bir kişinin, yanlış olarak bu
önermeden çıkaracağı yanlış her türlü sonucu da kabul ederler. Bu en
istenmeyecek türden bir özelliktir; İngilizce konuşan uluslar geçmişte,
genel olarak, bu duruma diğer uluslardan daha az düşmüşlerdir. Ancak, bu
duruma düşmemeye devam edeceklerse eskiden olduğundan daha çok
felsefe ve mantık öğrenmelerine gerek olduğunu gösteren işaretler vardır.
Eskiden mantık çıkarım yapma sanatıydı. Şimdi ise, doğal olarak,
yapma alışkanlığında olduğumuz çıkarımların ender olarak doğru olduğu
anlaşıldığından, mantık da bir çıkarım yapmaktan sakınma sanatı olmuştur.
Bu nedenle mantığın, okullarda insanlara akıl yürütmemeyi öğretmek
amacıyla öğretilmesi gerektiğine inanıyorum. Çünkü akıl yürütürlerse yanlış
yürütecekleri kesin gibidir.

Bertrand Russell
Sorgulayan Denemeler
Çeviri: Nermin Arık
Say Yayınları

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir